MUSA DA SENSİN FİRAVUNDA HER NE ARIYORSAN KENDİ İÇİNDE ARA

(Toplumsal İlişkiler 1424)

قُلْ كُلٌّ يَعْمَلُ عَلٰى شَاكِلَتِهٖؕ فَرَبُّكُمْ اَعْلَمُ بِمَنْ هُوَ اَهْدٰى سَبٖيلا
“De ki: “Herkes kendi şâkilesine (fıtrat halini almış karakter ve tıynetine göre bir düşünce ve) davranış ortaya koyacak (kendi mizaç ve meşrebine göre bir iş yapacak)tır. Bu durumda, kimin haklı ve hayırlı bir yol tuttuğunu en iyi bilen Rabbiniz Teâlâ’dır.” (İsra/84)

Nefsime karşı diklenmiş, onu zincirlere vurdum sanıyordum. Meğer kilit bende, anahtar nefsimdeymiş. Ateşi yakan da, korlayan da, pişiren de ben, ama pişen de benmişim, bilememişim.

                Hz. Mevlana’nın; “Musa da sensin, Firavunda. Her ne arıyorsan, kendi içinde ara” sözü, insanın iyi olanı kendine layık görmesine, lakin kötüyse bu durum bunu şeytandan, başkalarından bulmasına ince bir göndermedir.

               Hz. Mevlana; “âlemde ne varsa dışında değil; senin içinde… Her ne ararsan dışarda değil, kendi içinde ara” derken, niçin içsel bir yolculuk yapmaya çağırıyor bizi?

               En uzun yol değil midir insanın içi? Sonra her insanın mizacı, tıyneti, huyu, suyu, karakteri farklı değil midir? Neden aradığımız her şeyi dışarıda değil de, içimizde aramalıyız? Sorular sorular hiç bitmeyen sorular…

               İnsanın içsel yolculuğu yapması, gönlü geniş ruhu gezginlerin onuncu usulünde; “ne yöne gidersen git, doğu, batı, kuzey ya da güney, çıktığın her yolculuğu içine doğru bir seyahat olarak düşün!Kendi içine yolculuk eden kişi, sonunda arzı dolaşır” cümlesiyle ifade edilir.

          Yine gönlü geniş ruhu gezginlerin “onsekizinci usulü” bize şunu öğretir: “Tüm kainat olanca katmanları ve karmaşasıyla insanın içinde gizlenmiştir. Şeytan, dışımızda bizi ayartmayı bekleyen korkunç bir mahluk değil, bizzat içimizde bir sestir. Şeytanı kendinde ara; dışında başkalarında değil. Ve unutma ki nefsini bilen Rabbini bilir. Başkalarıyla değil, sadece kendiyle uğraşan insan, sonunda mükafat olarak Yaradan’ı tanır.” Bakalım bu aşk usulü ŞEMSABAD (Kitab-ü usul-i’l AŞK) adlı tarihi romanımızda nasıl işlenmiş bir görelim:

ŞEYTANDA, İNSANDAKİ ÖZELLİKLERİN BİRİSİ HARİÇ HEPSİ VARDIR. ŞEYTANDA EKSİK OLAN TEK NİMET, AŞK… ŞEYTANIN İNSANI ÇEKEMEMESİ, AŞKSIZLIĞINDANDIR.

          Bir kış gecesiydi, ortalık buz gibiydi, dolayısıyla yollar bomboştu. Saçaklardan kılıçlaşmış buzlar sarkıyordu. Bu arada kar yağmaya başladı. Bir adam, soğuğa aldırış etmeden, Konya sokaklarında aşkla, kar tanelerinin, melekler tarafından nasıl ahenkle, gökten indirildiğini, seyrede seyrede ilerliyordu.

          Nihayet dostunun evine gelince, onun evinin ışıklarının sönmüş(dinlendirilmiş) olduğunu gördü. Ancak ev sahibini, gelişinden haberdar etmedi. Anlaşılan onu istirahat anında rahatsız etmekten çekiniyordu.

           Geriye de dönmedi. Dost kapısından geriye dönmek hiç olur muydu? Dostun kapısında beklemek de dostluktu ve o kadar da tatlıydı.

            Ortalık o derece sessizdi ki in cin adeta top oynuyordu. Evlerin ışıkları tek tek söndü, dinlendirildi. Kar taneleri lapa lapa yağmaya devam ediyordu. İlerleyen saatlerde ayaza çekeceğinin yavaş yavaş sinyallerini vermeye başladı. Geceleri durmak bilmeyen sokak köpekleri bile ortalıkta gözükmüyorlardı.

             Adam beklemekte kararlıydı, beklemeye başladı. Bekledi, bekledi, bekledi. Dakikalar saatlere döndü. Adam hala dostunun kapısının önündeydi, oradaydı. Kar altındaydı ve bekliyordu. Aşkla, şevkle bitmek bilmeyen bir sabırla vefanın bayrağını dalgalandırıyordu.

        Neden sonra horozlar ötmeye başladı. Ev sahibinin ışığı yandı. Bekleyen adam gelişini haber vermek için kapının halkasını çalkaladı. Kapıyı açan adam:

“-O, Mevlana efendimiz, buyurun hoş geldiniz.” Dedi.

        Başında kardan bir külah taşıyan, donmaya durmuş gövdesine inat, muhabbetle parlayan gözleriyle Mevlana:

“-Hoş bulduk Çelebi dostumuzu.” Diyerek karşılık verdi.

         Hüsameddin Çelebi, bu aşk ve vefa örneğinin önünde kendini  yerlere attı ve Yaratan’a böyle bir dostu kendine verdiğinden ötürü şükür secdesi yaptı. Kendine geldikten sonra, onu derhal içeri alarak, yanan ocağın başına oturttu. Ona sıcak içecek ve yiyecekler getirdi. Böyle bir dost bulunmazdı. Aşk onun benliğini silmiş, mütevazı yapmıştı. Sadece Çelebi’ye karşı mı herkese karşı öyle değil miydi Mevlana?

           Birinde Mevlana’nın büyük oğlu, başından geçen bir olayı Çelebi’ye şöyle anlatmıştı. Çelebi’nin hafızasında bir anda oğul  Bahaeddin Veled’in anlattığı o olay, canlandı:

           “-Babamla bir gün sizin bağa geliyorduk. Babam beni katıra bindirdi. Kendisi de talebeleriyle yaya olarak gidiyordu. Ben babamın tam arkasında idim. Bir ara babamın mübarek vücudunun nurla kaplandığını gördüm.

               Aklıma hemen babamın büyüklüğünü inkâr edenler geldi. ‘Böyle bir adam hakkında nasıl kötü düşünebiliyorlar?’ diye şaştım. Ben bu duygular içindeyken babam birden geriye dönerek dedi ki:

               ‘-Ey Bahaeddin! Sen babanı inkâr edenleri bırak da, kendi   nefsini yola getir. Sakın ucub ve kibir hastalığına yakalanmayasın! Herkes yaya yürürken, sen binek üzerindesin. Bu kadarcık bir gönül yüksekliği bile ucba, yani ibadetini ve manevi durumunu beğenmeye götürür de seni nefsinin ve Şeytanın eline düşürür. Onlara hizmet ettirir.”

“Mübarek kalp gözüyle görüyor işte” diye düşündü. 

        Ama neden insanlar Mevlana gibi, zahmete, oluşa, çileye dayalı bir manevi yönelişi tercih etmiyorlar da içeriği boşaltılmış hafif, yumuşak maneviyata yöneliyorlar acaba? ‘Olmak’ ya da ‘sahip olmak’ arasından birini bırak desen insanlar niye olmayı defterden siliyorlar? Mevlana ise, tam tersinden feragat ediyor.

       Niye kimse inandığı Allah’ın sözlerine, kulaklarını ve kalbini sonuna kadar açmıyor? Niye insanlar, bu bedelsiz, içi boşaltılmış maneviyatı, tüketim maddesi gibi, geçici bir süre kullandıktan sonra,        buruşturup attığı bir nesneye dönüştürüyor? Zahmete, çileye, çabaya dayanmadan? Niye hep Mevlana ve anne tarafından dedeleri olan İbrahim Ethem’de bu gayret, çile var? Hani şu padişahken tahtını bırakıp giden evliya da, başından geçen şu olaydan sonra, yola gelir, ruh üşümesi geçer:

       İbrahim Ethem, bir gece yarısı sarayında uyurken, tavandan tıkırtılar gelir. Sanki damda birileri, yürüyor gibidir. İbrahim Ethem, ”Kim var orada?” diye bağırır. Meçhul bir ses, “Bir dost! Devemizi   kaybettik de, onu arıyorum.” diye cevap verir. İbrahim Ethem; “A ahmak! Damda deve mi aranır?” Meçhul ses; “A düşüncesiz! Sen ipek elbiseler içinde ve altın sedirde uyuklayarak Allah’ı arıyorken, biz niye deveyi damda aramayalım?

        Tam böyle dalmış gitmişken, sıcağın etkisiyle kendine gelen Mevlana, Çelebi’ye dönerek:

“-Bırak milletin ruh üşümesini Hüsameddin! Sen asıl kendi ruhunun üşümesine bak!” dedi.

            Çelebi hayret dolu bakışlarla, yavaş yavaş yemeğini yiyen Mevlana’ya bakarken, o söze devam etti:

“- Üşümenin nedeni aşksızlıktır. İnsanlar şeytanda olan bütün özellikleri, bir nas gibi yerine getiriyor. Ama insanda olup da, şeytanda olmayan, tek haslet aşktan, şeytan görmüş gibi, kaçıyor. Yahu aşk zaten, şeytanda yok! Şeytanın insanı çekememesi, aşksızlığından olmaktadır. Aşk olmayınca da, meşk olmuyor.”

Çelebi:

“-Vay melun şeytan vay, “ dedi

Mevlana:

“-Şeytana kızmaya hiç gerek yok! Tüm evren bütün katmanları ve olanca karmaşasıyla insanın içinde gizlenmiştir. Şeytan dışımızda bizi ayartmayı bekleyen korkunç bir mahlûk değil, bizzat içimizde bir sestir. Şeytanı kendinde ara. Dışında, başkalarında değil! Unutma ki nefsini bilen, Rabbini de bilir. Başkalarıyla değil, sadece kendisi ile uğraşan kimse, sonunda mükâfat olarak Yaratan’ı tanır.

          Rivayet ederler ki, O Muaviye (r.a), köşkünde bir köşede uyumuştu. Sarayının kapısı da, içerden kilitliydi. Çünkü Muaviye, halkın gelip gitmesinden yorgun düşmüştü.

          Ansızın birisi, onu uyandırdı. Muaviye (r.a), gözünü açınca, adam gözden sır oldu. Kendi kendine;

“-Köşke kimse giremez, bu küstahlık ve cürette bulunan kim acaba?” dedi. Kapının ardında, bir adam gördü. Adam kapıya sinmiş, yüzünü perde ile örtmüş ve gizlemişti.

Muaviye (r.a):

“-Hey sen kimsin? Adın ne?” diye sordu.

Adam:

“-Adımı açıkça söyleyeyim, bedbaht şeytan” diye cevap verdi.

Muaviye(r.a):

“-Beni niçin uyandırdın? Bana doğru söyle, yalan konuşma.” Dedi.

Şeytan:

“-Namaz vakti geldi. Hemen mescide koşmak gerek. Mustafa (s.a.v), mana incisini delerek ‘Acele edin, ibadetleri vakti geçmeden yapın,’ buyurdu” dedi.

Muaviye:

“-Hayır, hayır senin, böyle bir maksadın olmaz. Benim hayrıma senin, şahit olmanın imkânı mı var? Hırsız evime gizlice giriyor da, ‘ben bekçilik ediyorum’ diyor. Ben o hırsıza, nasıl inanayım? Hırsız sevabı, ecri ne bilir?

Şeytan dedi ki:

“-Biz evvelce melektik. İbadet yoluna, canla başla düzülmüştük. Yolun yolcularına mahremdik, arş sakinlerine arkadaş, ilk sanat gönülden çıkar mı? İlk sevgi, nasıl olur da unutulur? Biz de bu şarabın, sarhoşlarındandık, biz de kapısının, âşıklarındandık. Göbeğimizi, onun sevgisiyle kestik, sevgisini canımıza ektiler. Zamanede güzel günler gördük, baharda rahmet suları içtik. Bizim varlığımızı da, ‘Onun üstün ve iyilik eli’ ekmemiş midir? Bizi de, yoktan yaratan o değil mi? Ondan nice iyilikler görmüşüz, irademizi yok ederek rıza gülistanında nice dolaşmışız. Başımıza, rahmet elini koyar, bize de, iyilik çeşmelerini                  gösterirdi. Vücuda sütle giren huyu, çıkarmaya kimin iktidarı vardır?

          Cömertlik denizi, bir azarlamada bulunsa bile, cömertlik kapılarını kapalı bırakır mı? Onun asıl peşin bağışladığı para, iyilik ve vergisidir. Kederse o paranın üstüne konmuş, geçici, eğreti bir tozdan ibarettir. Âlemi lütfetmek için yarattı. Zerrelere onun güneşi ağırlamalarda bulundu. Ayrılık bile onun kahrından doğmakla beraber buluşmanın kadrini bilmek içindir.

             Peygamber ‘Allah âlemi yaratmadan maksadım, ihsan etmekti. Yarattım ki, benden bir fayda görsünler, balıma parmaklarını bansınlar. Ben bir fayda göreyim, çıplak adamdan bir giysi edineyim diye yaratmadım, dedi’ buyurmuştur. Birkaç gün oldu ki, beni huzurundan kovdu. Fakat yine gözüm, onun güzel yüzünde.

             Hâlbuki ben, sebebe bakmam. Çünkü sebep, sonra meydana gelen bir şeydir. Sonradan meydana gelen bir şeyin varlığına sebep olur. Ben ezeli lütfa bakar, sonradan meydana geleni yırtar, iki parça ederim. Tutalım Âdem’e secde etmemem hasettendi. Ama o hasette, aşktan meydana geldi. İnattan inkârdan değil. Her haset, şüphesiz dostluktan, meydana gelir.

             Ey ulu kişi! Bu altı yönlü âlemde kim, kendisini altı duygu kapısından kurtarabilir ki? Altı yönün parçası nasıl olur da bütününden kurtulur? Hele bir de niteliksiz, kalitesiz, Allah onu eğri yaratmışsa!

              Bu altı yön içinde ateşe dalmış kişiyi ancak altı yönü yaratan Allah kurtarabilir. Küfür olsun, iman olsun, onun eliyle dokunmadır, onundur.

               Emir ona dedi ki:“-Bunlar doğru. Fakat bunlardan senin payın eksik. Sen benim gibi yüz binlerce kişinin yolunu kesip kuyu kazdın, hazineye girdin. Hem ateş ve neft olasın, hem yakmayasın, buna imkân var mı?

                Ey ateş! Senin tabiatın yakmaktır. Bir şeyi yakmaman mümkün değil! Allah seni yakıcı bir hale getirmiş, bütün hırsızların üstadı yapmıştır. İşte lanet budur: ‘ Allah ile yüz yüze konuştum.’ Diyorsun. Ey düşman, senin hilene karşı, ben kim oluyorum?

                Nuh’un kavmi senin hilenden feryada düşmüşler, gönülleri yanmış, göğüsleri paramparça olmuştur. Cihanda Ad kavmine rüzgârı sen yolladın, onları azaplara, mihnetlere sen düşürdün. Lut kavminin başına taş yağmasına sen sebep oldun. Nemrut’un beyni, senin yüzünden döküldü binlerce fitneler meydana getiren Şeytan!

                 Filozof, zeki Firavun ’un aklı körleşti, senin yüzünden bir şey anlamaz oldu. Ey bu satrançta nam için yüz binlerce ustayı mat eden! Ey zor oyunlarıyla gönülleri yakan ve gönlüne merhamet gelmeyen! Sen hile denizisin, halk bir damladan ibaret. Sen dağ gibisin, selim kalpli insanlara ancak bir zerre!

               Ey düşmanlık edip duran Şeytan! Senin hilenden kim kurtulabilir? Hepimiz tufanda boğulmuşuz. Ancak Allah’ın koruduğu müstesna. Nice saadetli yıldız, senin yüzünden güneşle aynı burçta bulunma durumuna düştü, yandı ve tutuştu. Nice askerler, nice topluluklar, senin yüzünden darmadağın oldu.”

              Şeytan Muaviye’ye dedi ki:

         “-Bu bağı çöz. Ben sahteyle orijinal için, ölçüyüm. Hak beni aslanla köpeği imtihan etmek için yarattı. Halisle sahteyi ayırt etmek için yarattı. Ben sahtenin yüzünü ne zaman karartmışım? Kuyumcuyum ben, ona daima değerini verdim.

          İyilere yol gösteririm, kuru dalları keserim. Kurt ceylandan bir yavru doğursa, onun kurt yahut ceylan oluşundan şüphe edilir. Önüne otla kemik koy. Bakalım hangisine tezce adım atacak? Hangisine meyledecek? Eğer kemiğe gelirse kurttur, ota meylederse şüphe yok,  ceylan cinsindendir.

           Kahırla lütuf, birbirine eş oldu. Bu ikisinden bir hayır ve şer âlemi doğdu. Sen otla kemiği göster, nefis ve can gıdasını arz et. Nefis gıdasını isterse, aşağılıktır. Ruh gıdasını isterse, önder olur. Gerçi bu ikisi birbirine aykırı, hayır ve şerdir ama ikisi de bir iş başındadır.

           Peygamberler ibadetlerini arz ederler, düşmanlarsa şehvetlerini. Ben iyiyi nasıl kötüleştirebilirim? Allah değilim ya! Ben bir davetçiyim, onları yaratan değil! Güzeli çirkin yapabilir miyim? Rab değilim ki. Güzele çirkine aynayım.

           Ben şahidim, şahidi zindana atmak nerede görülmüş? Zindan ehli değilim. Allah şahidimdir. Ben de nerede meyveli bir ağaç görürsem onu dadı gibi besler, yetiştiririm. Fakat nerede bir acı ve kuru ağaç görürsem fışkı, miskten kurtulsun diye keserim.

            Kuru ağaç ‘Ben doğruyum, eğri değil. Niçin suçum yokken beni kesiyorsun der?’ der. Bahçıvan der ki: ‘Kutlu bir şey olsaydın da keşke eğri olsaydın, fakat yaş olsaydın! Öyle olsaydın abı hayatı çeker, dirilik suyu ile karışır, hayat bulurdun.”

               Emir şeytana dedi ki:

“-Ey yol kesici, delil getirme. Beni kandırmaya yol bulamazsın, yol arama. Kâfirlik edip pılımın pırtımın etrafında dolaşma. Sen hiç kimsenin malına müşteri değilsin. Dolandırıcı müşteri olamaz. Müşteri gibi görünse bile bu, hileden düzenden ibarettir. Allah’ım bu düşmanın elinden bizi kurtar, feryadımıza yetiş!

        Ey Allah’ım! Elimi tut, yoksa kilimim elden gider. Bir kanıt getirmekle Şeytan’a üst olamam. Çünkü o, her yüce, her aşağılık kişinin fitnecisi, imtihancısıdır. ‘Aileme! Esma’ya’ bey olan Âdem bile bu köpeğin yıldırım gibi koşusuna karşı yaya kalmıştır. Şeytan, onu bile cennetten yeryüzüne atmıştır. Âdem bile balık burcundayken, balık gibi onun oltasına düşmüş.

       ‘Rabbena, zalemna’ biz zulmettik diye ağlayıp feryat etmiştir. Onun hilesinde, düzeninde nihayet yoktur. Onun her sözünde bir şey vardır. Her sözünde yüz binlerce sihir gizlidir. Ey halkı yakıp yandıran fitneci Şeytan, niçin beni uyandırdın? Doğruyu söyle!

            Şeytan:

“-Kötü zan sahibi olan kişi, yüz nişan da olsa doğruyu işitmez. Bir gönül hayale düştü mü kanıt getirsen bile hayali artar. Söz o gönülde hastalık haline gelir. Gazinin kılıcı hırsıza alet olur. Bu takdirde, öyle adama  verilecek cevap susmaktan ibarettir. Ahmakla konuşmak deliliktir. Ey ahmak, benim şerrimden Allah’a ne ağlayıp sızlanıyorsun? Sen o aşağılık nefsinin şerrinden ağla, sızlan!

          Sonra da Şeytana suçu yokken lanet edersin. Niçin o şeytanlığı kendinde görmezsin? Ey azgın, bu Şeytan’dan değil, sendendir. Tilki gibi kuyruk peşinde koşup durmaktasın. Sevdiğin şeyler seni, kör ve sağır eder. Düşmanlığa kalkışma, bu cinayeti kara nefsin işledi.

          Bana suç bulma, aykırı görme. Ben, kötülükten de bıkmışım, hırstan da, kinden de. Bir kere kötülük ettim, hala pişmanım, gecem gündüz olsun diye bekleyip duruyorum. Halk arasında suçlu, şüpheli oldum. Herkes kadın olsun erkek olsun kendi işini bana dayandırıyor” dedi.

                Muaviye dedi ki:

“-Seni doğruluktan başka bir şey kurtaramaz. Hile savaşımın tozunu yatıştıramaz.”

                Şeytan:

“-Ey hayal kuran, düşüncelere dalan, doğruyu, yalanı nasıl anladın? Dedi.

                Muaviye şöyle dedi:

“-Peygamber nişanesini izini, alametini bildirmiş. Sahteyle sağlamı anlamak için, mihenk, ölçü vermiş; ‘Yalan kalplerde şüphe uyandırır, doğru kalplere emniyet ve neşe verir’ demiştir.

          Gönül yalan sözden istirahat bulmaz. Doğru söz kalbe istirahat verir. Doğru sözler, gönül tuzağının taneleridir. Gönül hasta olur, ağzı kokarsa ancak o vakit doğruyla yalanın tadını almaz. Fakat gönül ağrıdan, hastalıktan kurtulmuş olursa, yalanla doğrunun lezzetini adamakıllı bilir, anlar. Âdem’in buğdaya hırsı artınca bu hırs, gönlünden sıhhati, selameti kapıp götürdü.

         Senin yalanına işvene kulak astı. Aldanıp öldürücü zehri içti. O anda akrebi buğdaydan ayırt edemedi. Hevesle mest olan kişinin iyiyi kötüden ayırma melekesi, uçup gider. Halk arzu ve heva sarhoşudur. Onun için senin yalanını dinler. Fakat hevadan vazgeçen, gözünü sırlara aşina etmiştir.

        Söyle hele, sen beni niçin uyandırdın? Be hilebaz, sen uyanıklığa düşmansın. Haydi, doğru söyle! Ben doğruyu bilir, anlarım, hileye sapma! Ben herkesten, tabiatında, huyunda ne varsa, neye sahipse onu ararım.

        Sirkeden şeker lezzetini aramam. Fışkıdan misk kokusunu istemem. Irmak içinde kuru kerpiç araştırmam. Rakip olan Şeytan’dan beni hayır için uyandırmayı ummam.”

         Şeytan birçok hileye, düzene kalkıştıysa da Emir, onun inadını, inkârını dinlemedi. Bunun üzerine ağzının içinde geveleyerek dedi ki:

“-Ey Muaviye! Ben seni şunun için uyandırdım: Cemaate yetişesin, devletli Peygamber’in ardında namaz kılasın. Eğer namazı kaçırsaydın, vakit geçseydi bu dünya sana nursuz, kapkaranlık kesilecekti. Bu ziyandan, bu dertten dolayı ağlayacak, gözlerinden adeta kâselerle yaş dökecektin. Herkes ibadetten bir zevk alır, bu yüzden de bir an bile sabredemez, ibadette bulunur. Fakat o dert, o gam, keder yüzlerce namaza değer. Nerde namaz, nerede o duanın ışığı?”

         Hüsameddin Çelebi bir taraftan sessizce ağlayarak dinliyor, bir taraftan da anlatılanları not ediyordu.

Şemsettin ÖZKAN

20.05.2024 GÜZELYALI

KAYNAKLAR

1-kuran.diyanet.gov.tr

2-kuranmeali.com

3-pixabay.com

4-suskunduvar.com

5-Şemsettin ÖZKAN, ŞEMSABAD (Kitab-ü usul-i’l Aşk) adlı tarihi romanımdan alıntı

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.