(Toplumsal İlişkiler 696)
قُلْ يَا عِبَادِيَ الَّذٖينَ اَسْرَفُوا عَلٰٓى اَنْفُسِهِمْ لَا تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللّٰهِؕ اِنَّ اللّٰهَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ جَمٖيعاًؕ اِنَّهُ هُوَ الْغَفُورُ الرَّحٖيمُ
“Ey Müslüman! İnsanlığın kurtuluş müjdesi olan şu ilâhî fermanı duyurmak üzere de ki: “İnsanlar; bakın Rabb’imiz ne buyuruyor:
“Ey kendilerine yazık eden günahkâr kullarım; sakın Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin! Unutmayın ki Allah, tövbe edildiği takdirde bütün günahları bağışlar! Çünkü O çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.” (Zümer/53)
Ümitvar olmak belki de Müslüman’ın en önemli karekteristik özelliğidir desem abartmamış olurum. Umutsuz olmak mü’minin kitabında yazmaz.
Hz. Mevlana; “asla umudunu kaybetme sevgili kalbim. Mucizeler görünmezin içinde yaşar” derken konuyu çok güzel özetlemiş. Gerçekten de öyle değil midir değerli dostlar herşeyin bitti sanıldığı anda her şey yeniden başlamaz mı ümitvar olanlar için? Zira ümit; inatçıdır beklemeyi en iyi o bilir. Bu yüzden kimsenin umudunu kırmamak lazım.
Thales; “herşeyin yok olduğu anda bile umut vardır” demekle yerden göğe haklıdır. Hiçbir şey öyle kolayca bitmez. Bir şeyler bir yerlerden, küllerinden, birden yeniden doğabilir. Bu yüzden hiç kimsenin ümidini kırmamak lazım. Belki de tek dayandığı, hayata tutunduğu tek şey, o umudu idi. Biz de o ümidini yıkmayalım. Doktorlara hastaya ümit vermek maksadıyla yalan söylemeleri caiz biliyorsunuz. Hasta belki hayata yeniden bağlanabilir, hastalığa karşı direnç gösterebilir diye. Neden olmasın belki daha yaşayacak günleri vardır kimbilir?
İran’ın dev şairi Hafız; “en büyük felaketler içinde bile ümidini kaybetme! Unutma ki ilik bile en sert kemikler içinden çıkar” der. Bunun anlamı zor zamanlarda ajandan da mutlaka ümit ilk sırayı alsın demektir.
Gönlü geniş ruhu gezginlerin sekizinci kuralı şöyle der:
“Başına ne gelirse gelsin karamsarlığa kapılma. Bütün kapılar kapansa bile, O sana kimsenin bilmediği gizli bir patika açar.
Sen şu anda göremesen de, dar geçitler ardında nice cennet bahçeleri var. Şükret! İstediğini elde edince şükretmek kolaydır. Dileğin gerçekleşmediğinde de şükret.” Bu aşk usulü ŞEMSABAD (Kitab-ü Usul-i’l AŞK) adlı tarihi romanımızda nasıl işlenmiş bir görelim:
Baturalp Hamza, sultanın kendisine verdiği yeni görevle Selina ‘ya uygun bir aile aramaya başladı. Hükümet konağına giderek, defatir-i nüfus-u ahali kayıtlarına baktı. Görevli nüfus kâtibi, aradığı özellikte birinin bulunmasının, hayli zor olduğunu umutsuzca dile getirdi:
“– Yiğidim! Senin işin Allah’a kalmış”
Baturalp Hamza;
“-İşimiz Allah’a kalmışsa o zaman bu işi olmuş bil!” deyince kâtip, Baturalp Hamza’nın yüzüne okkalı bir nazar fırlattı.
Nihayetinde aradığını bulunca, sevincinden dört köşe oldu. Bir anda aranılan aile, kalın nüfus kütüğünün içinden yer altında gizli kalmış bir hazine gibi gün ışığına çıkmıştı. Nüfusa bakan görevli, bu deftere bakmasına, sultandan yazılı bir emir getirmesiyle, buna izin vermişti:
“-İlginç, ailenin Müslüman babaları, İranlı bir halı tüccarı! Ama şu an yeni ölmüş. Eşi Gera, sonradan Müslüman olmuş, adı da Kerra Hatun olmuş. Kızları Kimya Hatun, 1 Kasım 1229, İsnikea doğumlu Linda kazasına mensup, birde ondan da daha küçük bir erkek çocuk var. Evet, evet, Selina ‘da oralı, bu iş, Allah’ın izniyle tamamdır, yaşasın” diye nerdeyse nara atıp, nüfus dairesini başına toplayacaktı.
Hızlı adımlarla hükümet konağından çıktı. Doğruca ailenin yaşadığı, Alaeddin tepesinin güneyindeki Rumların yaşadığı mahalleye gitti. Kilisenin karşısındaki taşlı sokağa saptı. Dar bir sokağın iki yanı boyunca, sohbet eden kafadarlar gibi dizilmiş, demir ve taştan yapılma bu evler, insanda bu evlerin fısıltılarını duyma arzusunu uyandırıyordu. Avlusu olmayan bu Rum evlerine bir buçuk iki metrelik bir merdiven aracılığıyla giriliyordu. Özellikle pencereler taş şöveli ve demir korkulukluydu. İki kanatlı kapının ikisinde de demir halka vardı. Sessiz ve kararlı adımlarla, dört beş sıra taş merdiveni çıkarak, kapıyı çaldı. Bir iki dakika içinde meraklı gözlerle etrafına bakan, orta yaşlarda güzel, bakımlı ve başında bir örtü bulunan bir kadın;
“– Buyurun, kimi aramıştınız?” dedi.
Baturalp Hamza içinden, “Kerra Hatun bu olmalı” diyerek:
“– Kerra Hatun ile konuşacaktım, biraz zamanınızı alabilir miyim?
“-Benim Kerra Hatun. Buyurmaz mısınız?”
“-Teşekkür ederim. Fazla zamanınızı almayacağım.”
Ev sahibi kadın, onu bir odaya aldı. Misafir odası sandığı oda, gayet mütevazı döşenmişti. Yerde de nefis bir İran halısı vardı. Baturalp Hamza elindeki sultanın fermanını kadına uzattı:
“-Sultanımızın sizlerden ricası var” diye ağır ağır söze başladı. “Dün buraya bir kervan geldi. Kervan ta Angelacoma civarından geliyor. Kervan sultanımıza savaş ganimetleri ve içinde İsnikea Linda doğumlu Angelacoma tekfurunun yakın akrabası olan Selina isimli genç bir kızı da getirdi.
Kerra Hatun biraz şaşırarak:
“-Selina mı? Güzel kız, Méros tou mina. Kapı komşumuz zengin Gekasların kızı. Kimyam orada doğdu. Aman tanrım! Hani şimdi nerede? Onu da getirseydiniz ya. Ama unuttum saraya cariye olur herhalde böyle güzel kız vermezler” deyince, Baturalp Hamza;
“-Evet, dediğiniz gibi, ama sultanımız onu azat etti. Ayrıca Selina Müslüman oldu.”
“-Müslüman mı oldu?” diye ikinci kez şaşırdı Kerra Hatun ve “Allah’ıma şükürler olsun” diye elleriyle yüzünü sıvazladı. Sonra da “onu buraya getirebilirsin, evim çok geniş, annem ve iki çocuğumla yaşıyorum, burada kalabilir” dedi.
Baturalp Hamza:
“-İşte bende tam bunu söylemek için geldim. Bundan böyle sürekli burada sizin yanınızda kaldığı sürece tarafımdan ödeme yapılacak. Sultanımızın fermanı böyledir. Sizden ricamız, Müslümanlığı ona da öğretmenizdir.”
“-Ne demek, bir Müslüman olarak, bu benim de vazifem.”
“-O zaman, müsaadenizle ben şimdi gidip, Selina’yı getireyim. Şimdilik hoşça kalın.”
Baturalp Hamza doğruca Şeker furuşan hanına indi. Kız onu görünce, neredeyse boynuna sarılacaktı. Baturalp Hamza:
“-Haydi gidiyoruz. Sana bir sürprizim var” dedi.
Selina:
“-Ne sürprizi? Gerçekten çok merak ettim.”
Baturalp Hamza:
“-Sürprizler söylenirse, sürpriz olmaktan çıkar.” dedi.
Selina çok mutluydu, bu adamla dünyanın öbür ucuna bile gidebilirdi. Çünkü ona gönülden bağlanmıştı. Günlerdir, kaçırıldığı günden beri, büyük bir ormanda kaybolmuştu sanki. Ama Allah onun karşısına, bu ormanda, kimsenin bilmediği, kestiremediği bir patika yol açmış, o dar geçidin tam ortasında, önce gönlünü hidayet ışığıyla aydınlatmış, gönlü sükûn bulmuş, sonrada beyaz atlı prensini altın tepsi içinde değil ama sonunda bahşetmişti. Bin yıl düşünse, böyle bir şeyin olacağı kesinlikle aklına gelmezdi. “Sana minnettarım Allah’ım” diyordu.
Selina;
“-Tamam, hemen hazırlanıyorum, az bekler misin?”
Baturalp Hamza:
“-Ne demek, mahşere kadar beklerim” dedi, gayri ihtiyari olarak. Gözleri sevinçle parlıyordu. Devamla; “Şair Şems’ül aşk (Aşk güneşi) , GEL! Adlı gazelinde şöyle seslenir” dedi ve aşağıdaki mısraları terennüm etti:
Bir aşk yağmuru yağsa inceden ince, Yağmur değildir yağan, gözyaşıdır gel! Sunsalar bana aşk şerbeti bir kâse Sevgi değildir sunulan, zehirdir gel!
Sen bir ahu olsan, bende bir canavar Kovalarım seni hep, mahşere kadar. Dilimden düşmez, “hasret çeken” şarkılar, Neşe değildir çalınan, hüzündür gel!
Selina:
“-Şems’ül Aşk’ın kavuşamadığı bir sevgilisi var galiba. Çok, kederli anlaşılan. Ama şiirine bayıldım doğrusu.”
Baturalp Hamza:
“-Sahi mi?” diye cevap bekledi.
Selina:
“-Hı, hı” diye başını salladı.
Baturalp Hamza: “-Şems’ül Aşk’ın çok hüzünlü bir hikâyesi var. Sevdiğinin adı da Cüz’ül Kamer, ‘Ay Parçası’ demek ” Selina: “Anlatsana merak ettim şu aşk güneşini,” diye üsteledi. Baturalp Hamza: “- Genç delikanlı elinde bir demet çiçekle Alaiye (Alanya) , sahiline koşarak geliyor. Gözleri şöyle bir sahilde geziniyor, aradığını göremeyince sahilde kendisi gibi tek olan bir ağacın altına oturup sevdiğini bekliyor, bekliyor, bekliyor.
Sevgilisinin en sevdiği çiçekler bunlar; kırmızı, kan kırmızısı güller… Sanki dalından yeni koparılmış gibi tazeler. Buram, buram kokuyorlardı; sevgi kokuyor, aşk kokuyor en önemlisi de özlem ve hasret kokuyordu güller. Hepsinin üzerinde damlalar var. Sanki ağlıyor gibiydiler. Genç delikanlı güllere baktı, sanki onlarla konuşuyormuş gibi: “Niçin ağlıyorsunuz, bakın ben ne kadar mutluyum,” dedi.
Az sonra sevdiğini göreceği için, kalbi yine deli gibi atmaya başladı. Ne zaman onu düşünse, onunla buluşacağını hayal etse, kalbi yine böyle yerinden çıkacakmış gibi oluyordu.
Senelerdir birbirlerini sevmelerine rağmen ikisi de sevgisinden hiçbir şey kaybetmemişti. Onları hiçbir şey ayıramazdı. Ne özlem, ne ayrılık ne de ölüm. Genç adam telaşla güneşe baktı. Ona göre sevdiği, yine geç kalmıştı. Birazcık geç kalmıştı. Ama aşk güneşi, sevdiğini bekletmemek için saatlerce önce koşarak geliyor, onu beklemeyi bile seviyordu. Ama sevdiği her zaman bunu yapıyordu. Devamlı kendisini bekletiyordu. Herkesin bir kusuru olurmuş gibi düşündü.
Ve gözlerini uçsuz bucaksız denize dikti. Denizin sonu yok gibiydi. Tıpkı sevdiği kıza olan aşkı gibi denizin de sonu yoktu. Sonsuzluğa uzanıyordu.
Aslında bugün onlar için özel bir gündü. Kendi aralarında sözleneceklerdi. Genç adam önce bunu sevdiğine açmış, sonra da gidip iki tane yüzük almıştı. Bu kadar önemli günde bari onu bekletmemeliydi.
Ama alışmıştı artık beklemeye, zararı yok biraz daha beklerim diye düşündü. Güllerin yaprakları, nedense hala ıslaktı. Bir türlü anlamıyordu onları. Her şey bu kadar güzelken neden ağlıyorlardı ki? İşte az sonra sevdiği gelecek, ona sarılacak ve kucaklaşacaklardı.
Sonra söz yüzüklerini takıp, evliliğe ilk adımlarını atacaklardı. Delikanlı öyle heyecanlıydı ki, sevdiğine kavuşmak için can atıyordu. Martılara baktı, birbiriyle oynaşıp, uçuşan martılara. Ne kadar güzel dans ediyorlardı havada. Tekrar güneşe baktı delikanlı. Endişelenmeye başlamıştı. Sevgilisi yine geç kalmıştı, hem de çok. Bu kadar geç kalmaması gerekiyordu. İşte her gün burada buluşmak için sözleşmiyorlar mıydı? Her gün sahile, martılara bakarak denizin onlara anlattığı masalları, onlar için bestelediği şarkıları dinleyerek ve birbirlerine sarılıp hasret gidereceklerine söz vermiyorlar mıydı? O zaman neden gelmemişti yine? Aklına kötü düşünceler gel- meye başladı. Hayır… Hayır… Olamazdı. Sevdiğine bir şey olamazdı. Onsuz hayat yaşanmazdı ki… O ölse bile devamlı yaşar diye düşündü delikanlı. Bunun düşüncesi bile hoş değildi. Gözlerini yere indirdi. Gözyaşlarını kimsenin görmesini istemiyordu. Zaten etrafındaki adamlar ona sanki kaçık gibi bakıyorlardı. Bakışlardan rahatsız olmaya başladı.
Yine sevgilisi düştü aklına. ‘Neden gelmedi acaba?’ diye düşünmeye başladı. Gözlerini kapattı. On sene oldu, dedi.
On senedir her gün bu sahillerde ‘beklerim her gün bu sahillerde, mahzun böyle ben./ Gün batar, kuşlar döner,/ dönmez bu yoldan beklenen’ diye şarkılar mırıldanarak sevdiğini bekliyordu. Daha fazla dayanamadı. Kalbi parçalanacak gibi oluyordu. Gözlerinden bir damla daha yaş güllerin üzerine damladı.
Yine gelmeyecek galiba, en iyisi ben onun evine gideyim diye mırıldandı. .hiç olmazsa gülleri her zamanki gibi yanına koyar, ona vermiş olurdu.
Şems’ül aşk ayağa kalktı. Sevdiğiyle buluşmak üzere Alaiye kalesinin arkasındaki yeşil tepedeki mezarlığa doğru yürümeye başladı.
Selina:
“-Hikâye bitti galiba. Merak ettiğim kız niye gelmemiş?” dedi.
Baturalp Hamza:
“– Çünkü kız ağır bir hastalığa yakalanmış, on yıl önce ölmüş. Yoksa niye gelmesin?” diyerek batmakta olan güneşe bakarak;
“-Haydi, gidelim Selina!” dedi. Beraberce Konya sokaklarına daldılar. Nerden bilebileceklerdi ki, Aşk güneşi’nin yaşadığı o kaderi, kendilerinin de bir benzerini, bir gün yaşayacaklarını?
Şemsettin ÖZKAN
17.05.2022 DOĞANŞEHİR
KAYNAKLAR
1-kuran.diyanet.gov.tr
2-kuranmeali.com
3-pixabay.com
4-ŞEMSABAD (Kitab-ü Usul-i’l AŞK) adlı henüz basılmamış tarihi romanımdan alıntı