AŞK NEDİR YA MEVLANA? BENİM GİBİ OL DA BİL

(Toplumsal İlişkiler 310)

The sarcophagus of Mevlana is located under the green dome


وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَتَّخِذُ مِنْ دُونِ اللّٰهِ اَنْدَاداً يُحِبُّونَهُمْ كَحُبِّ اللّٰهِۜ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اَشَدُّ حُباًّ لِلّٰهِۜ وَلَوْ يَرَى الَّذ۪ينَ ظَلَمُٓوا اِذْ يَرَوْنَ الْعَذَابَۙ اَنَّ الْقُوَّةَ لِلّٰهِ جَم۪يعاًۙ وَاَنَّ اللّٰهَ شَد۪يدُ الْعَذَابِ 
İnsanlardan öyleleri vardır ki, en büyük tanrı kabul ettikleri
Allah’la birlikte, O’nun katında sözünün geçtiğine inandıkları, her emrine kayıtsız şartsız boyun eğdikleri ve
tıpkı Allah’ı sever gibi sevdikleri birtakım tanrılar edinirler.
İnananların Allah sevgisi ise, bütün sevgilerin üzerindedir. O zâlimler, cehennemde kendilerini bekleyen
azâbı gördükleri zaman, onlara geçici olarak verilmiş olan servet ve saltanatın ellerinden alınarak
bütün güç ve kudretin yalnızca Allah’a ait olduğunu
ve o gün
Allah’ın azâbının çok çetin olduğunu
bir bilselerdi!”
(Bakara/165)

Aşk Allah’ı (c.c) doya doya sevmektir. O’na bağlanmaktır. O’na varmak ve O’nda kaybolmaktır. Aşk anlatılmaz, yaşanır. Bu yüzden olsa gerek Hz. Mevlana aşkın ne olduğunu sorana; “benim gibi ol da bil!” demiştir.

Geliniz aşka mübtela olan şu iki Allah dostunun hikayesine bir kulak verelim. Şems, Celâleddîn-i Rûmî’ye kendi özünü, sahip olduğu değerleri tanıtarak ayağındaki zincirleri kopardı. Çünkü Mevlânâ uçmaya hazır bir kartaldı. Şems, onun ayağındaki bu bağları çözdü. Ona gönül penceresinden öteleri gösterdi.Bundan sonra Hazret-i Mevlânâ, ışık etrafındaki pervâneler gibi Şems’teki tecellînin câzibesine kapılarak yanmaya başladı. Hazret-i Mevlânâ, Dîvân-ı Kebîr’inde Şems’le başlamış olan bu macerasını şu şekilde anlatır:

Şems Mevlânâ’ya;

“–Âlimsin, başsın, rehbersin; saltanat sahibisin!..” dedi.

Mevlânâ da ona;

“–Bundan sonra zâhir âlemin âlimi değilim; başı değilim; rehberi değilim.. Senin yaktığın meş’alenin aydınlattığı akıl üstü bir âlemde fakir ve garip bir seyyahım!..” dedi.

Şems tekrar;

“–Sende hâlâ akıl var! Bu sebeple dîvâne olamadığın için bu evin mahremi değilsin!..” dedi.

Mevlânâ da;

“–Bundan sonra aklıma gönlümle örtü örttüm… Dîvâne oldum. Himmetinle artık bu âlemin mahremiyim!..” dedi.

Şems yine;

“–Sende hesap var!.. Sekr hâlinde değilsin! Bu âlemin dışındasın!.. Bu âlemi aydınlatan akıl değil, aşktır. Önünü göremiyorsun!..” dedi.

Mevlânâ Şems’e;

“–Bundan sonra himmetinle baştanbaşa ateş kesildim. Her yanımı aşk ve sekr kapladı!..” dedi.

Şems bu sefer;

“–Sen bir cemaatin meş’alesisin! Yerin yükseklerde!..” dedi.

 Mevlânâ ise;

“–Bundan sonra artık o meş’alem söndü. Gözümde onların, mayısböceklerinin yanıp sönen parıltısından bir farkı yok!.. Artık başka meş’alelerin aydınlığında yürüyorum!” cevabını verdi.

Şems;

“–Sen ölü değilsin; Sen zâhirî diriliğini muhafaza ediyorsun! Bu kapıdan öteye böyle geçilmez! Fânî varlığını, bütün ihtişam ve debdebesiyle terk etmen gerekir…” dedi.

Mevlânâ;

“–O eskidendi!.. Seni tanıdıktan sonra insanların bildiği mânâda diri değilim. Başka bir dirilikle buluşarak öldüm!..” dedi.”

Şems O’na;

“–Hâlâ nefsânî istinatların var! Makamın, mansıbın bâkî! Bunlardan kurtul!” dedi.

Mevlânâ da;

“–Bundan böyle senin beni çekip götürdüğün ledün âleminde mevkî ve mansıp aramaktayım… Evvelki varlığıma ait her şeyi terk ettim; onları aştım!..” dedi.

Şems;

“–Kolun kanadın var! Ben sana kol-kanat veremem!..” dedi.

Mevlânâ;

“–Bundan sonra senin kolun kanadın olmak için, kolumu ve kanadımı kırdım…” dedi.

Şems de, bu ikrar karşısında vazifesinin bittiğine kanâat getirip ona ilâhî tecellîler ile dolu ebediyet ufuklarında yanması için bir kanat taktı… Çünkü onu vuslatın rehavetinden büyük bir firkate düşürerek hasretin bereketli ikliminde yalnız başına bırakmıştı.

İşte bundan sonra Celâleddîn-i Rûmî, Hazret-i Mevlânâ oldu ve asıl vazifesi başladı: İnsanlara aşkı talim etmek… Gönülleri sevda ile tutuşturup olgunlaştırmak… Tıpkı bir pervâne gibi… Mevlânâ takipçisi olan Muhammed İkbâl anlatır:

Bir gece kütüphânemde bir güvenin pervâneye (ışık etrafında dönen kelebeğe) şöyle dediğini duydum:

“–İbn-i Sînâ’nın kitapları içine yerleştim. Fârâbî’nin eserlerini gördüm. (Onların bitmek bilmeyen satırları ve o satırlardaki bütün harflerin arasında yattım. Fakat) bu hayatın felsefesini bir türlü anlayamadım. Bir güneşim yok ki, günlerimi aydınlatsın…”

Yarı yanmış pervânenin şu güzel ve ince cevabını hiçbir kitapta bulamazsın. Dedi ki:

“–Çırpınıştır hayatı daha canlı yapan; yanış ve çırpınıştır hayatı kanatlandıran!..”

Gönlünde sonsuz bir sevda yangını olan Hazret-i Mevlânâ –kuddise sirruh– aşk, vecd ve istiğrak dolu hayatını üç kelime ile ve üç merhale olarak şöyle ifade eder: “Hamdım, piştim, yandım!..”

Bu itibarla onun bütün derdi, kâmil/olgun insandır. Yani kâinat sayfalarını çevirip okuyabilen insan… Yani; “Hamdım, piştim, yandım!..” sırrıyla kemâle ermiş yanık insan… Çünkü yanarak olmuş kimse, bozulma ihtimali çok az olan kimsedir. Bu gerçeği şöyle anlatır:

Hiçbir ayna, tekrar demir olmadı. Hiçbir ekmek dönüp de yeniden buğday olmadı. Hiçbir üzüm tekrar koruk hâline dönmedi. Piş ve olgunlaş da, bozulmaktan kurtul!”

İnsanı pişirecek olan ateş ise, ayrılık ve hasret ateşidir. Hazret-i Âdem de bu sebeple cennetten çıkarılmış, yani pişip olgunlaşması için bu ayrılıklar yurduna gönderilmiştir. Bu bakımdan insan, burada aşk ile en güzel şekilde eğitilmelidir.

Aşk nedir?

Böyle bir suâle Hazret-i Mevlânâ’nın cevabı;

Aşkın ne olduğunu bilmek istiyorsan, benim gibi ol!” şeklindedir.

Çünkü aşk, anlatılınca anlaşılacak bir bilgi değil, yaşanınca kavranacak bir hakikattir. Yaşamaksa, takvâ ölçüleri içerisinde olduğu gün aşkın sırları açılmaya başlar.

Şemsettin ÖZKAN

07.04.2021 KONYA

KAYNAKLAR

1- kuran.diyanet.gov.tr

2-kuranmeali.com

3-islamve ihsan.com (Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Yüzakı Dergisi, Sayı: 10)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.