اِنَّ اِلٰى رَبِّكَ الرُّجْعٰىؕ
“Oysa, dönüş Rabb’inedir. Her canlı eninde sonunda ölümü tadacak, imtihan nedeniyle kendisine verilen mal-mülk, güç-kuvvet, iktidar ve saltanatı bırakıp Rabbinin huzuruna çıkacak ve Büyük Mahkemede bu dünyada yapıp ettiklerinin hesabını verecektir. Böylece hiçbir iyilik mükâfâtsız, hiçbir kötülük cezasız kalmayacaktır.Orada insanlar iki guruptur: Bir tarafta müminler, diğer yanda zalimler, kafirler..O hâlde, ey insan! Hak ile bâtılın mücâdelesinde tarafsız kalma, müminler cephesinde yerini almak konusunda çekimser davranma! Gözlerini aç, gaflet uykusundan uyan ve olup bitenleri anlamaya çalış! Birbiriyle mücâdele eden iki taraf göreceksin: Bir tarafta dürüstlüğü, erdemliliği kendilerine prensip edinen müminler, öte yanda hak hukuk tanımayan, çıkarları uğruna her türlü sahtekarlığı, yolsuzluğu rahatlıkla yapan, inananlara en ağır baskı ve işkenceleri revâ gören zâlimler!” (Alak/8)
Hani şu Mevlana hazretlerinin meşhur “Demedim mi?” şiirini bilirsiniz. Hz Pir şöyle der o şiirinde;
Oraya gitme demedim mi sana,
Seni yalnız ben tanırım demedim mi?
Demedim mi bu yokluk yurdunda hayat çeşmesi ben’im?
Bir gün kızsan bana,
Alsan başını,
Yüz bin yıllık yere gitsen,
Dönüp kavuşacağın yer ben’im demedim mi?
Demedim mi şu görünene razı olma,
Demedim mi sana yaraşır otağı kuran ben’im asıl,
Onu süsleyen, bezeyen ben’im demedim mi?
Ben bir denizim demedim mi sana?
Sen bir balıksın demedim mi?
Demedim mi o kuru yerlere gitme sakın,
Senin duru denizin ben’im demedim mi?
Kuşlar gibi tuzağa gitme demedim mi?
Demedim mi senin uçmanı sağlayan ben’im,
Senin kolun kanadın ben’im demedim mi?
Demedim mi yolunu vururlar senin,
Demedim mi soğuturlar seni.
Oysa senin ateşin ben’im,
Sıcaklığın ben’im demedim mi?
Türlü şeyler derler sana demedim mi?
Kötü huylar edinirsin demedim mi?
Ölmezlik kaynağını kaybedersin demedim mi?
Yani beni kaybedersin demedim mi? Söyle, bunları sana hep demedim mi?
Aslına bakılırsa bu şiir Anadolu Selçuklu sultanı Rükneddin Kılınçarslan’ın Hz. Mevlana’nın sözünü dinlemeyip Aksaray’a gitmesi ve orada öldürülmesi üzerine yazılmıştır. Şiirin arka planı bu. Biraz tarih kokacak ama Şemsabad (Kitabü usul-i’l aşk) romanımdan Hz. Mevlana ile Rükneddin Kılınçarslan’ın bu durumuna bir göz atalım:
IV. Rükneddin Kılıç Arslan, 1260-1265 yılları arasında tek başına iktidara geldi. 1261 yılında, Konya’yı ele geçirdi. Silifke’yi Ermenilerden, Sinop’u ise komutanı Muiniddin Pervane tarafından Trabzon Rum Devleti’nden aldı.
Ancak ne olduysa bundan sonra oldu. Muiniddin Pervane, Sinop’un resmen kendisine temlik edilmesini Sultan IV. Rükneddin Kılıç Arslan’dan istedi. Sultan buna pek yanaşmadıysa da İlhanlı tahtına çıkan Abaka Han’ın desteğiyle ve bilhassa İbn-i Bibi’nin kaleme aldığı temlikname ile şehri ona vermek zorunda kaldı. Bu olay sultan ile Pervane arasındaki iplerin kopmasına neden oldu. Daha önce büyük dedesi 1. Alaeddin Keykubat’a emiri Seyfeddin Ayaba ‘nın yaptığı ihanetler şimdi de kendisi için olacaktı. Moğollar da artık muhatap olarak Muiniddin Pervane’yi alıyorlardı. Hatta daha ileri giderek, sultanın Memluk sultanı Baybars ile Moğollara karşı sefere hazırlandığını söyleyerek Moğolları kışkırtıyordu.
Bir akşam Muiniddin Pervane, evinde büyük bir merasim tertip etti. Sultan IV. Rükneddin Kılıç Arslan’da dâhil olmak üzere, bütün ileri gelenler oradaydı. Hatta Ertuğrul Gazi bile, küçük oğlu Osman’ı da alıp, Mevlana’nın hayır duasını almak için, oraya getirmiş bulunmaktaydı.
Uzun süre sema yapıldı. Nihayet sultan, belinde bir ağrı hissetti. İçinden de, ‘artık şu sema bir bitse…’ diye geçirdi. Mevlana’da, anında semaı bitiriverdi.
Ancak Şeyh Abdurrahman Seyyad, trans halinden bir türlü çıkamadı. Bu hale sultan Rükneddin çok fena bozuldu. Ev sahibi Pervane’ye dönerek, kulağına fısıldadı:
“-Bu ne utanmaz kişidir. Bir türlü oturmuyor.”
Bunu üzerine Mevlana, hemen sultana dönerek;
“-Siz içinizde oynayan ve sizi kulağınızdan tutup aşağılık âlemine çeken küçük bir kurt sebebiyle böyle kaynaşıyor, huzur bulamıyorsunuz. Bir kimsenin içinde ağzı açık bir ejderha bulunursa ve onu yücelik âlemine yükseltmek isterse, o kimse nasıl rahat edebilir?” dedi.
Mevlana’nın kerametiyle, çok mahcup olan sultan Rükneddin, hemen oracıkta ona bağlandı. Ancak çok geçmeden bir pot daha kırdı.
‘Şeyh Baba Merendi’ adlı yaşlı bir zahidin, methini duymuş ve bu zatın sohbetinden faydalanmak için, sarayına davet etmişti. O günde, Şeyh Baba Merendi’yi, başköşeye oturtmuştu.
Sema, Kur’an okunarak nihayete erince, sultan Rükneddin Mevlana’ya dönerek şöyle söyledi:
“-Bilginiz olsun ki, bu halis kul, Şeyh Baba Merendi hazretlerini baba edindi. O muhterem de beni oğulluğa kabul etti.”
Mevlana hazretleri, tebessüm edip, şu cevabı verdi:
“-Duydum ki, bizi bırakmaya azmediyorsun, etme! Başka bir yar, başka bir dosta meylediyorsun, etme!” dedikten sonra, Ertuğrul Gazi’nin yanında bulunan, küçük Osman’ın omuzlarından elleriyle tutarak;
“-Eğer sultan, onu baba edindiyse, biz de bu küçük çocuğu kendimize oğul ediniriz. Şayet sultan kendine bir baba bulduysa, biz de kendimize bir oğul bulduk.” Dedi. Küçük Osman’ı sevdi, sevdi, ona hayır dualarda bulundu ve şöyle dedi:
“-Bizim oğlumuz, ileride büyük ve daim kalacak bir devlet kuracak. Soyu da, bize bağlı kaldığı sürece devletleri de daim olacak. Allah Osman’ımın yolunu açık etsin” dedi ve sonra da meclisi terk etti. Herkes arkasından bir Mevlana’ya, bir küçük Osman’a bakakaldı. Kimse dönüp de sultan Rükneddin’e bakmadı.
Ertuğrul Gazi, bu kadar açık bir şekilde Mevlana hazretlerinin hayır duasını alan oğlu Osman için kendisi de çok dualar etti. Onu en güzel şekilde, maddi ve manevi yönden, geleceğe hazırlamak için, ertesi gün Söğüt’e döndü.
Vezir Muiniddin Süleyman Pervane, sultandan kurtulmanın gizli planlarını yaparken, Moğol kumandanını isteği üzerine Aksaray’a hareket etti. Planını devreye koyan Pervane, sultan Rükneddin’i de, Moğollar istemeden onu da Aksaray’a çağırdı.
Sultan Rükneddin kuvvetli, yakışıklı, cesur, neşeli, ata binmeye, kılıç ve mızrak kullanmaya meraklı, içki ve eğlenceye düşkün biriydi. Türkmen babalarını ve Mevlana hazretlerini de çok seviyordu. Bu yüzden Mevlana’nın yanına uğrayıp hayır duasını istedi. Ondan kendisine, nasihatte bulunmasını rica etti. Ancak Mevlana hazretleri gitmemesini istedi:
“-Ben sana ne diyeyim şimdi? Önce kendine bir çeki düzen vermelisin. Şu yaşadığın bohem bitkisel, ot hayatından kurtulup silkinmelisin. ‘Yaşadığım şu hayatı değiştirmeye, kendimi dönüştürmeye hazır mıyım?’ diye sormak için, hiçbir zaman geç değil. Kaç yaşında olursak olalım, başımızdan ne geçmiş olursa olsun, tamamen yenilenmek mümkün. Tek bir gün bile öncekinin tekrarıysa, yazık! Her an, her nefeste yenilenmeli. Yepyeni bir hayata doğmak için, ölmeden önce ölmelisin. Sen ölmeden diriliği bulamazsın. Sen oraya Aksaray’a gitmemelisin.” Dedikten sonra bir hikâye anlattı:
“- Sufinin biri, bir bağda neşelenip açılmak için suficesine yüzünü dizine dayamış, varlığının ta derinlerine dalıp gitmişti. Boşboğazın biri onu bu derin düşünmesinden uyandırdı. Dedi ki;
“-Ne uyuyorsun yahu? Bir başını kaldır da, şu üzümlere, şu güzel ağaçlara, Allah’ın rahmet eserlerine, yeşilliklerine bir bak! Allah emrini dinle! Yüzünü şu rahmet eserlerine bir çevir bir seyret!”
Sufi dedi ki:
“-Sen ne diyorsun be yahu? Bağlar, bahçeler gönüldedir. Onların letafetinin aksi, şu suya toprağa vurmuştur. O neşe selvisinin yansıması olmasaydı, Allah bu âleme aldanış yeri demezdi. Bütün aldananlar cennet budur sanarak, bu yankıya gelmiştir. Asıl bağlardan, bahçelerden kaçarlar da, bir hayalle eğlenir kalırlar.
Fakat bu gaflet uykusu başa geldi de uyandılar mı doğruyu görürler. Ama o görüşte ne fayda var? Kıyamete kadar bu yanılmalarına özlem duyup dururlar. Ne mutlu o kişiye ki, ölümden önce öldü. Yani bu üzümün aslından bir koku elde etti.”
Hz. Mevlana, sultan Rükneddin’in ta gözlerinin içine bakarak, onu ta gönülden yakaladı:
“-Ey bu dünyanın sultanı! Her yanını eşya, mal, mülk, makam ve sana kul olanlar çevirmiş. Sen eşyaya egemen olduğunu sana dur. Onlar seni esir almış. Sana senin dilinden Ömer Hayyam’la konuşacağım:
Mal, mülk düşkünleri rahat yüzü göremezler
Bin bir derde düşer, canlarından bezerler.
Öyleyken ne tuhaftır, yine de övünür
Onlar gibi olmaya adam demezler.
Keşfü’l Hafa’da geçen bir hadiste, gerçi İbn-i Hacer Askalani, bu hadise senedli vesikalı bir hadis değil diyor, ama Ali el-Kari, manası doğru diyor şöyle buyuruluyor:
“-Ölüm gelip çatmadan evvel, şehvani ve nefsani hislerinizi terk etmek suretiyle bir nevi ölünüz.”
İnsan kendisinin aciz ve zelil, dünyanın aldatıcı ve fani, ahiretin ise, çok yakın olduğunu, tam olarak, ancak ölünce anlar. Bu söz ile ölmeden önce uyanmamız, hayatımıza bir çeki düzen vermemiz, ihtar ediliyor.
Ölmeden önce ölmeyi başarmak, seçkin insanlara özgüdür. Bu emri dinleyen insan, dünya bir misafirhanedir der. Bedeninin de, kendisine geçici olarak emanet verildiğinin bilinciyle, hareket eder. Ruhunu ve kalbini, bu fani dünyanın çarkına kaptırmaz. Beden mahpushanesinin hırs, tamah, açgözlülük, şehvet, şiddet, saldırganlık ve benlik anaforunda kir, küf ve rutubet kokan dehlizlerinde ruhunu ve gönlünü boğmaz.
İnsan, iradi bir ölümle ölünce, hayatının da hesabını kuruşu kuruşuna vermeye başlar. Manevi bir ölümle, daha ölmeden evvel ölen, yani dünyasını değiştirmeden, bu hayatın muhasebesini yapanlar, ahirete hazırlandıkları için, kazançlı çıkacakları muhakkaktır.
Şimdiye kadar yaptığımız hatalardan tövbe etmek, pişman olmak için, hiç de geç değil şu zaman. Kendimizi yenilemek ve dönüştürmek için geç kalmış sayılmayız.
Hz. Mevlana anlattıkça anlatıyor, coştukça coşuyor rubailer söylüyordu. Bu dünyada algı yanılmalarından başka bir şey olmadığını, illüzyonlarla geçen bir ömrün aldanışlarına dikkat çekiyordu:
Denize gemiyle açılıp giden kimseler
Kıyıdaki kamışlığı da yürür zanneder.
Bunun gibi biz de cihandan göçüp giderken,
Zannederiz ki, bu cihan da bizimle gider.
Sultan Rükneddin gizlice tövbe ediyor, yaptıklarına pişmanlık duyuyor, Allah’tan af diliyordu. Tam bir trans halindeydi. Mevlana devam ediyordu şiirlerine;
Hem küfrüm, hem dinim, hem duruyum, hem tortulu
Hem ihtiyarım, hem genç, hem de bir çocuk uslu!
Şayet ben ölürsem, “öldü!” demeyiniz bana,
“Ölmüştü, dirildi, dost aldı!” deyin o kulu!
Sultan Rükneddin adeta günah çıkarıyordu. Varlığından soyutlanmış, Hz. Mevlana’nın okuduğu gazellerle kendinden geçmişti. Hele son okuduğu şu rubai onu bir başka boyuta götürdü:
Bu ben, ben değilim, peki kimdir ben dediğim?
Söyleyen ben değilim, dilimden söyleyen kim?
Baştan ayağa, bir gömlekten çok şey değilim,
O halde söyle bana, ben kimin gömleğiyim?
Sultan Rükneddin, Hz. Mevlana’nın yanından ayrıldığında, Aksaray’a gitmemekten yanaydı. Ancak tuzağın okkalısını kuran, Muiniddin Pervane idi. Araya dostlarını ve adamlarını da koyarak, sultan Rükneddin’i ikna ettiler.
Muiniddin Pervane ile Moğollar arasında su sızmıyordu. Moğollar sultanı değil, Pervane’yi adam yerine koyuyorlardı. Bunu fırsat bilen Pervane Selçuklulara güvenmemeleri gerektiği tezini sürekli işliyor, sultanın Memluk sultanı Baybars’la işbirliği yaparak saldıracağını ama buna kendisinin engel olduğunu Abaka Han ve komutanlarına anlatıyordu.
Bu ikiyüzlü hareketiyle, Uluborlu kalesinden çıkartıp, saltanat makamına getirdiği sultanı şimdi de ortadan kaldırıp tam iktidarını kurmak istiyordu.
Sözde Moğollara karşı yapılacak bir savunma için sultan Rükneddin Aksaray’a gidiyordu. Ama kazın ayağı hiçte öyle değildi. Muiniddin Pervane oraya Moğol kumandanının isteği üzerine gidiyordu. Pervane zaten önceden Moğolları sultana karşı doldurmuştu. Kendi emellerine uygun sultanı orada kim vurduya getirecekti. Aslında Pervane bütün yetkileri üzerinde toplamış, sultanı da bir kukla durumuna düşürmüştü. Fakat bu durum ona yeterli gelmiyordu.
Sultan Rükneddin, aslında Mevlana hazretlerinin dediğini yapmamış, güvensiz ve tehlikeli limanlara demir atmıştı. Suikast girişimi kaçınılmaz gözüküyordu. Sultanın yanında sadece veziri Fahreddin Ali vardı. Sultanla Süleyman Pervane arasında gerginlik patlak verdi. Muiniddin Pervane sultana karşı çok ağır sözler söyledi. Dışarıdan ziyafete dâhil olan Moğol komutanlarda sultana;
“-Pervane’yi duyduğumuza göre öldürecekmişsin. Ona bir şey yaparsan senin ….” Deyip küfrettiler.
Sultan Rükneddin;
“-Hayır, benim böyle bir düşüncem yok! Kim uyduruyor bütün bunları?” dedi.
Bu sefer söze Pervane karıştı. Bunun üzerine sultan;
“-İci Atabeg, sen sarhoş musun?” diyerek karşılaştığı bu münakaşada şaşkınlığını dile getirdi.
Pervane;
“-Evet, senin hareketlerin yüzünden sarhoş gibiyim. Seni Uluborlu kalesinden çıkarıp saltanat makamına getiren benim. Fakat sen benim, bütün hizmetlerimi unuttun.” Dedi.
Bu arada bu tartışma esnasında gizli bir el içeceğine zehir attı. Kimse farkına varmadı bile. Sonrada etrafındakiler dağılınca, dışarıda bekleyen Moğol askerleri içeri girerek, sultanı yayının kirişiyle boğmaya başladılar.
Mevlana hazretleri tam bu esnada birden iki şehadet parmağını kulaklarına tıkayıp, şu gazeli okumaya başladı:
“-Demedim mi sana: ‘Oraya gitme, seni belalara uğratırlar. Onların elleri çok uzundur, ayağını bağlarlar.’
“-Demedim mi: ‘Orada tuzak içinde tuzak var, tutulursan nereden kurtaracaklar seni!”
Bu şiir nihayet bulunca, Mevlana feracesini sırtından çıkarıp, mihraba atarak;
“-Cenaze namazını kılalım.” Dedi. Yanındakiler de ona uydular.
Namazdan sonra Mevlana oradakilerin merakını giderdi:
“-Çaresiz sultan Rükneddin’i boğuyorlardı. Takdir böyleydi. Adımızı seslendi. Sesi kulaklarımı tırmaladığı için, kulaklarımı tıkamak zorunda kaldım. Fakat öteki âlemde Rükneddin’in durumu iyidir.”
Şemsettin ÖZKAN
04.10.2021 GÜZELYALI
KAYNAKLAR
1-kuran.diyanet.gov.tr
2-kuranmeali.com
3-antoloji.com
4-Şemsettin ÖZKAN,ŞEMSABAD (Kitabü usul-il aşk) romanımdan alıntı