SEN KİM, PEYGAMBER KİM? SEN KİM, EVLİYA KİM?


( Mesnevi’den 14. Sohbetimiz. Bakkal         
      ve Papağanı hikâyesi 2. Bölüm)  

“Bütün âlem bu kıyas sebebiyle sapıttı da Allah’ın bu seçkin kullarından pek az kimse haberdar olabildi. Peygamberlerle eşitlik davasına kalkıştılar. Velileri de kendileri gibi sandılar. İşte biz de insanız, onlarda. Biz de yemeye ve uyumaya mecburuz, onlar da dediler. Onlar körlüklerinden aralarında uçsuz bucaksız bir fark olduğunu bilemediler. Her iki arı bir yerden yediği halde birinden zehir olur, diğerinden ise bal. Her iki çeşit ahu da ot yet ve su içer. Lakin birinden yalnız gübre, öbüründen halis misk meydana gelir. İki çeşit kamış bir dereden su içtiği halde biri boştur, diğeri şekerle doludur. Böyle yüz binlerce örnek vardır ki, sen aralarındaki yetmiş yıllık farkı gör. Bu temiz yer, o çorak ve pis yer. Bu temiz melektir o şeytan ve canavar. Her iki suretin birbirine benzemesi caizdir. Acı su da tatlı su da berraktır. Bilesin ki, farklarını zevk sahibinden başka kimse anlayamaz. Zevk sahibi olmayan sihri mucizeyle karşılaştırarak her ikisinin de esası hile sanır. Musa ile savaşan sihirbazlar, inatlarından ellerine onun asası gibi asa aldılar. Bu asa ile o asa arasında çok fark vardır. Bu işle o işin arasında pek büyük bir yol vardır, bilmezler. Sihir işinin sonunda Allah’ın laneti, mucize işinin sonunda ise, Allah’ın rahmeti vardır. Kâfirler inatlaşmada maymun tabiatlıdır. Bu tabiat gönülde tam bir afettir. İnsan ne yaparsa maymun da yapar. Maymun her zaman insandan gördüğünü yapar durur. O ‘bende onun gibi yaptım’ sanır.   Arif olmayan o inatçı ve iddiacı kişi aradaki farkı nereden bilecek? Bu emirden dolayı yapar, o ise inat ve savaş için. İnatçı kişilerin başlarına toprak saç. O münafık gerçek müminlerle beraber namaza gelirse de, ibadet için değil, gösteriş için gelir. Namazda, oruçta, hacda, zekâtta müminler münafıklarla kazanıp kaybetmektedir. Müminler için nihayet kazanç vardır, münafıklara da, ahirette mat olma. Birine mümin desen bundan hoşlanır, amma velakin münafık deseler, birden sertleşir ve ateş kesilir. Mümin lafzının sevilmesi, onun zatı yüzünden sevgilidir. Münafık kelimesinin sevilmemesi ise afetleri yüzünden, nifakla nitelendirilmiş zatından dolayıdır. O kötü adın çirkinliği harften dolayı değildir. Nitekim deniz suyunun acılığı da konulan “kap”tan değildir. Harf kaptır ondaki mana su gibidir. Mana denizi ise Allah’ın yanında sabit olan “Ümmü’l kitap”tır. Dünyada acı ve tatlı denizler vardır. Aralarında bir perde vardır ki, birbirine taşmaz ve karışmazlar. Fakat şu var ki, bu iki denizin her ikisi de bir asıldan akar. Sahte altınla halis altın ayarda belli olur. Allah kimin ruhuna mihenk korsa ancak o kişi yakini şüpheden ayırt edebilir. Diri bir kişinin ağzına bir çöp girse, o adam onu dışarı çıkarıp attığı zaman rahatlar. Binlerce lokma arasında ağzına ufacık bir çöp girdi mi, diri kişinin hissi onu duyar ve sezer. Dünya hissi bu cihanın merdivenidir, din hissi de göklerin merdiveni. Dünya hissinin sağlığını hekimden isteyiniz, din hissinin sağlığını ise, Habib (Peygamberimiz)’den. Dünya hissinin sağlığı vücut sağlamlığındandır, din hissinin sağlığıysa vücudu harap etmekten geçer. Can yolu mutlaka cismi harap eder ve onu yıktıktan sonra da yapar. Ne mutludur ve kutludur o can ki mana aşkıyla evini, barkını, malını ve mülkünü bağışlamıştır. Biri deriyi yarar, saplanmış oku çekip çıkarır. Ondan sonra iyileşir ve yepyeni bir deri çıkar. Biri de mesela bir hükümdar kaleyi yıkıp kâfirden almış, ondan sonra oraya yüzlerce burç ve hendek yapmıştır. Hikmetinden sual edilmeyen Allah’ın işini kim anlayabilir? O işin gerçeğine kim erişebilir? Bu söylediğim sözler ancak anlatmak için söylenmiş zaruri sözlerdir.  Kâh böyle gösterir, kâh bunun aksini. Din işinin künhünü anlamaya imkân yoktur. Ona ancak hayran olunur. Fakat din işinde hayrete düşen, arkasını ona çevirmiş, ondan haberi olmayan bir hayran değil, sevgiliye dalmış, onun yüzünden sarhoş olmuş, kendisinden geçmiş bir hayrandır. Her ikisinin yüzünü de hatırında tut. Hizmet dolayısıyla yüz tanır olman mümkündür. Zira nice insan suratlı şeytan vardır. Onun için her ele el vermek uygun değildir. Kuş tutan avcı kuşu avlamak için ıslık çalar ve ötme taklidi yapar. Aşağılık kişi dervişlerin sözlerini, bir selim kalpli kişiye efsun okumak, onu büyülemek için çalar. Erlerin huyu açıklık ve sıcaklık, aşağılıkların işi hile ve utanmazlıktır. Dilenmek için yünden aslan yaparlar. Müseyleme’ye Ahmet lakabı verirler. Ebu Müseylim’in lakabı yalancı olarak kaldı, Muhammed (s.a.v)’e de akıllar sahibi dendi. O Hak şarabının mührü, şişesinin kapağı, halis misktir. Adi şarabın mührü, şişesinin kapağı ise pis koku ve azaptır.” (261-320. Beyitler)

           Hatırlarsanız,Bakkal ve Papağanı” hikâyesinin birinci bölümünü, dükkân sahibinin papağanının kafasına vurmasıyla, onun başındaki tüylerinin döküldüğünden, bir daha konuşmadığından, ancak dükkânın önünden ne var ki kafası tamamen cascavlak bir derviş geçtiyse, papağanın birden dillenerek;‘a senin kafana da, birisi vurdu da, saçların,(tüylerin) ondan mı döküldü?’ diye sorması,  bu benzetmeyi duyan, oradaki ahalinin de bu duruma çok güldüğünden söz etmiş, papağan gibi kendini insanın asla ümmetin seçkinleri Peygamber, Peygamberler ve velilerle karşılaştırma yapmaması gerektiğinden  zira Farsçada şir kelimesinin hem aslan hem de süt manasına geldiğinden söz ederek kapatmıştık.      

             “Bütün âlem bu kıyas sebebiyle sapıttı. Allah’ın bu seçkin kullarından pek az kimse haberdar olabildi. Peygamberlerle eşitlik davasına kalkıştılar. Velileri de kendileri gibi sandılar. İşte biz de insanız, onlarda. Biz de yemeye ve uyumaya mecburuz, onlar da dediler. Onlar körlüklerinden aralarında uçsuz bucaksız bir fark olduğunu bilemediler.”

           Yani; Peygamberler ve Evliya’nın da beden ve kıyafetinin görünüşte diğer insanlara benzediğini görünce basit olanlar gerçeği anlayamadılar. “Peygamber, evliya ne demek işte onlar da bizim gibi insanlar!” dediler. Bu yüzden büyük hataya, aptallığa düşmüş oldular. Değil bütünüyle ayrı ve başka olan ruhanî büyük zatlar, zeki bir insan ile bir ahmak arasında bile külliyen fark vardır. Elbette zeki olanın saygıdeğer, ahmak olanın basit ve değersiz olması tabiidir.

 Açıklandığı üzere ahmaklar şekille ilgili ve maddi olan, beden, uyku, yemek gibi şeylere bakıp Peygamberlerin, evliyanın kendileri ile benzerlikleri olduğu görmüş, sonra “hepimiz eşitiz” demişlerdir. Böylece manevî feyizlerin işaret ve iradesi olan Peygamberlere itaat etmemiş oldular. Büyük hatalara, büyük tehlikelere düştüler. Ebedî mutluluktan mahrum oldular.

 Körlük aslında maddî bir hastalık, noksanlıktır. Bunun gibi akıl ve kalbin de uzaktan neticeleri görememesi manevî körlüktür. Akıl ve kalbin körlüğüne en çok sebep olan şeyler; haset, garaz, gazap, şehvet, tamah, havf gibi şeylerdir. Manen kör olmamak isteyen insan bu gönül gözlerini zehirleyen sebeplerden sürekli kaçınmalıdır. Emredilen görevleri yerine getirmeli, Hak Teala Hazretleri’ne ibadet etmelidir.

     “Her iki arı bir yerden yediği halde birinden zehir olur, diğerinden ise bal. Her iki çeşit ahu da ot yet ve su içer. Lakin birinden yalnız gübre, öbüründen halis misk meydana gelir. İki çeşit kamış bir dereden su içtiği halde biri boştur, diğeri şekerle doludur. Böyle yüz binlerce örnek vardır ki, sen aralarındaki yetmiş yıllık farkı gör.”

Yani; Bu iki cins arının durumu herkes tarafından bilinir. İşte insanlar da böyledir. Yani bir iklimde, bir memlekette, bir mektepte, bir ailede, bir terbiyede yaşayan ve büyüyen iki insan arasında bütünüyle fark görünür. İki adam aynı okulun talebesi, aynı ailenin çocuklarından iken biri akıllı diğeri ahmak, biri doğru, dürüst ve Allah’tan korkar, diğeri günâhkar ve iddiacı, biri insaflı ve adil diğeri zalim ve batıl olur. Fertler itibarıyla insanların birinci esası yaratılışında olan hâlleridir. Terbiye ve öğretim ikinci derecededir. Bununla beraber daima terbiye ve öğretimin ilerleyip yükselmesine çalışmalıdır. Çünkü yaratılışın değişmesi insanların çalışmasına bağlanmadı. Amma terbiye ve öğretimin Allah-u Teala’nın izniyle ilerletilmesi insanlara emredildi. Mukaddes vazifelerden sayıldı.

 İnsanlardan da iki kişi bir mürşit ve âlime giderler. Fakat yaratılışlarından dolayı biri insanı kâmil, diğeri taklitçi ve batıl olur. Siyasette de aynı memuriyette iki memur bulunur. Biri akıllı ve düzgündür. İdare ettiği adamlar rahat eder. İşleri misk gibi güzel kokular yayar. Diğeri hem ahmaktır, hem görevini kötüye kullanır. Aldığı tedbirler, yaptığı bozuk, uygunsuz işler ahaliyi bezdirir. Düzen, disiplin, güzellik veren iş yerinde şikâyet, uğursuzluk meydana gelir. Gübrenin kokusu bir iki dakikalık yerle sınırlı iken, kötünün duyulan kötü kokusu yakın ve uzak her yere ulaşır. Birçok adamların zihinlerine ağırlık, işlerine perişanlık ve fenalık getirir.

 İki talebe de bir mektepte bir okulda bir hocadan okudular. Ama yaratılışları nedeniyle biri bilgisiz ve cahil, diğeri hünerli ve kâmil oldu.

Yetmiş yıl buyurmalarından maksat olağanüstü, çok fark var demektir. Bu hakikati ispat edecek arı, ceylan ve kamış gibi, yüzbinlerce birbirine benzeyen örnek bulunabilir. Bu büyük ve son derece lüzumlu olan gerçeğe aklın kanaat getirmesi, derinliğine ve inceliklerine varabilmesi için,  örnekler daha çoğaltılmaktadır:

Temiz ve pis yiyecekler, Musa Peygamberin asa mucizesi ve sihirbazlar, suyun yüzey gerilimi kanununa göre birbirine bitişik olduğu halde asla birbirine karışmayan acı ve tatlı sular, (merace’l Bahreyn) insan ve taklitçisi maymun, inandık diyen mümin ve münafıklar, sahte ve halis altınlar, Hz. Muhammed (s.a.v) ve Hz. Ebubekir döneminde Hz. Vahşi tarafından  öldürülen, ben de Ahmed’im, Peygamberim diyen, sahte yalancı Müseyleme… Peygamberimizin lakabı; ulü’l elbab (akıl sahibi), Müseyleme’nin lakabı ‘bende peygamberim deyip, bir gözü ama olan adamın sözde gözünü açacağını söylemesiyle beraber adamın diğer gözünü de kör etmesinden’ ötürü kezzap (yalancı) lakabını almasıyla bakkal ve papağanı hikâyesine son veriliyor.

          Bu hikâyeyi niye seçtim? Hâlâ günümüzde akılsız papağan gibi kıyas yaparak, Peygamberimizin ve onun hadislerinin üzerine çizik atmaya çalışan, kendini kâinat imamı zanneden ve ona özenenleri, taklitçileri ülkemizde, İslam dünyasında ve dünyanın dört bir köşesinde cirit atmaktadır. Hz. Peygamberi devre dışı bırakmak isteyenler var. Kur’an’ın İslam’ı diyenler var. İyi güzel de, Kur’an’ı, bu dini bize kim açıkladı? 610 yılından 632 yılına kadar insanlara öğretmek için, Kur’an’ın anlaşılıp uygulanabilmesi için, kim didindi, uğraştı? Peygamber olmayacaksa ne gerek vardı buna? Bir çırpıda indirilebilirdi. Evet, Peygamber de önce bizim gibi bir insan abdühü (Onun kulu) ama o özel, seçilmiş insanlar arasından süzülüp çıkarılmış, Allah’ın rasulüdür. (Onun elçisidir.) Allah’ın veli kulları evliyalarıyla kimse boy ölçüşemez. Ladik’li Ahmet Ağa okul bile bitirmemiştir, ama bir ordinaryüs profesör onunla asla karşılaştırılamaz. Onları bizim gibi sıradan insanlardan veya vasıflı insanlardan ayıran birçok özelliği vardır. Örneğin velilerin en büyük özelliği olan feraset, basiret ve keşif sahibi olmaları her insanda olan bir durum değildir. Veliye baktığınızda size Allah’ı hatırlatır. Paraya pula mala önem vermez. Dağları denizleri yarar gider. Her insan bu velilere benziyor mu? Peygamberi ve evliyayı diğer insanlarla eşitleyenlere Hz. Mevlana gibi biz de;

“-Sen kim Peygamber kim? Sen kim evliya kim?” diyoruz.

Şemsettin ÖZKAN

05.01.2020

SEN KİM, PEYGAMBER KİM? SEN KİM, EVLİYA KİM?” için 1 yorum

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.