ORUÇ KUYUSUNDA SABRET Kİ YUSUF GİBİ AŞKIN MISIR’INA SULTAN OLASIN

(Toplumsal İlişkiler 676)

وَجَٓاءَتْ سَيَّارَةٌ فَاَرْسَلُوا وَارِدَهُمْ فَاَدْلٰى دَلْوَهُؕ قَالَ يَا بُشْرٰى
هٰذَا غُلَامٌؕ وَاَسَرُّوهُ بِضَاعَةًؕ وَاللّٰهُ عَلٖيمٌ بِمَا يَعْمَلُونَ
“Şam diyârından Mısır’a doğru gitmekte olan bir kervan, Yûsuf’un atıldığı kuyuya yakın bir yere gelip konakladı. Kervan sahipleri, her zamanki gibi su görevlisini kuyuya gönderdiler. Su görevlisi, 
kuyunun başına gelip kovasını daldırdı. Kuyunun içinde bir çocuk olduğunu görünce, “Yaşasın! Mısır’da köle olarak satabileceğimiz 
bir erkek çocuk bu!” diye sevinçle bağırdı. Sonra onu kervan sahiplerinin yanına getirdi. Böylece kervancılar, Yûsuf’u ailesine teslim etmek yerine, onu satmak amacıyla, onu köle kabul edip 
sakladılar. Oysa Allah, ne çirkin bir iş yaptıklarını gâyet iyi biliyordu.” (Yusuf/19)

Sabır öyle bir iptir ki sen kopacak sanırsın o gittikçe güçlenir, sen bitecek sanırsın o gittikçe çoğalır” derken Hz. Mevlana sabırlı davranmanın insana neler kazandırdığını gözler önüne serer. Sabır aslında bazılarının sandığı gibi hareketsizlik, eylemsizlik davranışı asla değildir. Olsa olsa sabır mücadeledir.

Hz. Mevlana’nın; “oruç kuyusunda sabret ki, Yusuf gibi aşkın Mısır’ına sultan olasın” demesindeki hikmet de budur. Yusuf Peygamberin mücadelesidir kuyuda olmak. Erzincan yöresine ait bir türküde Aşık Daimi sabrı çok güzel işler:

Ne ağlarsın benim zülfü siyahım
Bu da gelir bu da geçer ağlama
Göklere erişti figanım ahım
Bu da gelir bu da geçer ağlama

Bir gülün çevresi dikendir hardır
Bülbül har elinde(n) ah ile zardır
Ne de olsa kışın sonu bahardır
Bu da gelir bu da geçer ağlama

Daimi’yem her can ermez bu sırra
Gerçek aşık olan yeter (erer) o nura
Yusuf sabır ile vardı Mısır’a
Bu da gelir bu da geçer ağlama.

Sabır yorulmak nedir bilmeyen bir at gibi koşar da koşar. İçin avaz avaz bağırıp, çağırıp kan ağlarken, dışın lal olmuş kopkoyu sessizliktir sabır. Sabır suskunluk değil, işitilmeyen feryattır aslında. Gönlü geniş ruhu gezginlerin dokuzuncu kuralı ne der?
“Sabretmek öylece durup beklemek değil, ileri görüşlü olmak demektir. Sabır nedir? Dikene bakıp gülü, geceye bakıp gündüzü tahayyül edebilmektir. Allah aşıkları sabrı gülbeşeker gibi tatlı tatlı emer, hazmeder. Ve bilirler ki, gökteki ayın hilalden dolunaya varması için zaman gerekir.” Bu usül romanımızda nasıl işlenmiş gelin bir görelim:

SIĞ SULARI EN HAFİF RÜZĞARLAR BİLE COŞTURABİLİYOR. DERİN DENİZLERİ İSE, ANCAK DERİN SEVDALAR. ANLADIM Kİ, DERİN VE ESRARENGİZ OLAN HER ŞEY SUSUYOR. ANLADIM Kİ, SUSAN HER ŞEY DERİN VE HEYBETLİ.

Seyyid Burhaneddin Muhakkık Tirmizi, Mevlana’nın babasının has talebesiydi. Hz. Hüseyin’in torunlarından olup, değerli düşünce ve hoş hal ehli olduğu için, kendisine “Seyyid-i sırdan” deniliyordu. Hocası çoktan Konya’ya göç etmişti. Buhara ve Horasan âlimleri arasında otoriteydi. Tebriz’de âlimler arasında derin bir sohbete dalmışken birden ayağa kalkarak:

– Eyvah! Üstadım gitti. Sultan’ül Ulema efendim vefat etti. Bizi terk ederek beka âlemine göç eyledi.” Diyerek ağlamaya başladı.

Hâlbuki hocasının bulunduğu yer ile kendisinin bulunduğu yer arasında binlerce kilometrelik yol vardı. Kalp gözü açık olan bu mübarek insan, hocasının vefatını sezmişti.

Günler kederli ve mahzun geçerken, bir gece rüyasında hocası, bilginler sultanını gördü. Hocası ona:

– Konya’ya git! Oğlum Mevlana’nın terbiye ve yetişmesi ile meşgul ol!” diyordu.

Hocasından bu manevi işareti alan Seyyid Burhaneddin, Konya yollarına düştü. Yol çok uzundu. Konya’ya gelirken yolda Horasan ile Irak arasında bulunan, Beyaban adlı kasabaya uğradı. Onun geldiğini haber alan halk, karşılamak için yollara çıktı. O kasabada bulunan ilim sahibi bir kişi, insanların ona teveccühünü, alakasını kıskandı ve karşılamaya da gitmedi. Seyyid Burhaneddin, bu beldede birkaç gün kaldı. Son olaraktan o kişinin mahallesini gezince, kıskanç ilim sahibi: “- Pişmanım, sana haset ettim, senden özür diliyorum” dedi.

Seyyid Burhaneddin:

-Madem tövbe istiğfar ettin. O halde, bende sana çok mühim bir haber vereyim. Ramazan ayının üçüncü günü seni hamam yolunda öldürecekler. Ramazan’ın üçüne kadar olan bu birkaç günlük zaman içinde, ölüm hazırlığı ile meşgul ol!” dedi. O şahıs bu söze çok hayret etti. Gerçekten de bildirilen günde, bildirilen yerde, o âlim zat öldürüldü.

Yolda giderken, kaftanının eteği, bir tarafa hafiften de olsa eğilmişti. Bunu gören bir genç;

-Hey derviş! Bu ne biçim kaftandır?” diye dalga geçti.

Seyyid Burhaneddin;

-Kaftana ne olmuş? Nesi var kaftanın?” deyince,

Genç;

-Ne olacak eğrilmiş.” Dedi. Gencin dalga geçtiğini, kendisiyle alay ettiğini anlayan Seyyid hazretleri;

-Bu önemli değil, sen benim kaftanın eğriliğine bakacağına, kendi ağzının eğriliği ile meşgul olsan iyi edersin.” buyurdu. Genç tam bu sırada ağzının eğrildiğini hissetti. Sanki felç olmuş gibi oldu. Hatasını anlayıp, derhal Seyyid’in huzuruna koştu.

Kendisinden özür dileyip affını istedi. Hazreti Seyyid, gencin özrünü kabul edip ağzına şefkatle bakınca, gencin ağzı düzeldi. Eskisinden iyi oldu. Yani ağzı, maddi ve manevi bakımdan düzeldi.

Seyyid Burhaneddin Hazretleri, nihayetinde bir sene sonra Konya’ya ulaştı. Ancak Mevlana’yı bulamadı. Çünkü Mevlana babasını kaybetmenin verdiği hüzünle, acısını biraz olsun hafifletmek, ilmini geliştirmek için, kayınpederinin bulunduğu Karaman’a gitmişti. Derhal Konya’ya gelmesi için, Mevlana’ya mektup yazdı.

Mektubu alan Mevlana, merhum babasının bu değerli öğrencisinin, sırf kendisiyle meşgul olmak için Konya’ya geldiğini görünce, sevinçle yola çıkıp Konya’ya geldi.

Mevlana Celaleddin;

-Hocam! Hoş geldiniz.”

Seyyid Burhaneddin;

-Hoş bulduk ya Celaleddin! Başın, başımız sağ olsun. İlim ve irfan ve evliyalık yolunda ilerlemen için, merhum şeyhim bilginler sultanı Bahaeddin Veled’in bildirmesiyle seni tasavvuf yolunda ilerletmek için geldim evladım. Seni küçüklüğünden beri iyi tanırım. Çalışma azmin ve yeteneklerin çok iyi. Zahiri ve batıni ilimlerde kemale ermen, maddi ve manevi olgunluğa ulaşman ve tasavvufta çok yüksek derecelere kavuşman gerekiyor.” Dedi.

Mevlana Celaleddin, başını önüne eğerek tam bir kararlılıkla;

-Hocam, tam olarak size teslim oldum. İnşallah beni bu hususta daim bulacaksınız.” Dedi.

Mevlana artık öğrenme açlığını, hocası Seyyid Burhaneddin ile gideriyordu. Hocası devamlı olarak riyazet ve mücahede yani nefsinin arzularını yapmıyor, nefsin istemediği, ona zor gelen şeyleri yapıyor, on beş gün ağzına lokma almadığı günler oluyordu. Mevlana’ya da:

-Karnınızı aç bulundurunuz! Bunun için de oruç çok tutunuz. Çünkü oruç, hikmet hazinelerinin anahtarıdır. Oruç tutmak, kalp gözünün açılmasına, kalbin incelmesine sebep olur. Ayrıca oruçlunun duası da, Allah katında makbuldür” diye tembihlerde bulunuyor, nefsinin isteklerini yapmamak için de, kapıda köpekler için hazırlanan, yemek artıklarının yanına gidiyor, nefsine karşı;

-Ey nefs, bana isteklerini yaptırıp, ruhumu emrin altına almak mı istiyorsun? Arzunun yerine gelmesini istiyorsan, önce yemek artıklarını yemen lazım. Ya ye veya beni bu halimle kabul et!” diyordu.

Günlerden bir gün Bağdat evliyalarının en büyüklerinden Şihabüddin Sühreverdi, talebeleriyle çıkageldi. Seyyid Burhaneddin hazretlerini ziyaret etti. Huzuruna vardığında ona hürmeten yanına tam yaklaşmadı ve biraz uzakta karşısına oturdu. Aralarında hiç konuşma olmadı.

Daha sonra, öğrencileri Şihabüddin hazretlerine;

– Bu halin hikmeti nedir?” deyince, Hazret;

-Hal ehli önünde, hal lisanı lazımdır. Konuşma lisanına ne ihtiyaç var?” deyince öğrencileri;

– Onu (Seyyid Burhaneddin’i) nasıl buldunuz?”

-Hakikat ve marifet deryasının çok usta bir dalgıcı, manalar âleminin parlayan bir yıldızı ve gizli sırların kaynağı olan yüksek bir zattır,” dedi.

Mevlana Sühreverdi ile hocasının sabırla olgunlaştırdıkları bu suskun konuşmaları görünce;

– Anlaşılan, sığ suları en hafif rüzgârlar bile coşturabiliyorken, derin denizleri ancak bunlar gibi derin sevdalar. Anladım ki, derin ve esrarengiz olan her şey susuyor. Anladım ki, susan her şey, derin ve heybetli,” diye fikir yürüttü. Hocasına karşı olan saygı ve sevgisi, okyanuslar gibi daha da derinleşti, derinleşti, derinleşti…

Seyyid Burhaneddin, Mevlana’nın yetişmesi için çok uğraştı. Yıllarını verdi. Sabretti, durup beklemedi, ileriyi gördü, dikene bakıp gülü, geceye bakıp gündüzü hayal etti. Mevlana’nın psikolojik gelişimindeki sosyolojik süreci çok iyi okudu. Sonunda halini Şeyh Selahaddin adındaki öğrencisine, kalini de Mevlana’ya verdiğini fark etti.

Artık Mevlana’ya kendinden katabildiğinin ancak bu olduğunu anlayınca kararlı bir şekilde Konya’dan ayrılma vaktinin geldiğini söyledi. Mevlana ayrılığa tahammül edemeyeceğini, gitmemesi için istirham etmesine rağmen ısrar etti:

– Gitmeliyim çünkü” dedi. “Öyle anlıyorum ki, yakında buraya Şems-i Tebriz’i gelecek. Senin bundan sonraki yükselmen, onun vasıtasıyla olacak. Sen artık ona havale olundun. Onun şefkat kanatları altında aşamadığın engelleri aşar, daha yüksek manevi hallere kavuşursun. O seni, tasavvufun en mahrem noktalarına çeker. Sende ona ayni âlemi anlatırsın. Bu şekilde birbirinizi tamamlar ve yeryüzünün en büyük iki dostu olursunuz. Bende Kayseri’ye gidip ömrümün sonlarını orada geçiririm.” Diye sırrını ifşa edince Mevlana Kayseri’ye gitmeye kesin kararlı olan hocasını, hürmet ve muhabbetle uğurladı. Onu ziyaret etmeyi de, ihmal etmedi.

Şemsettin ÖZKAN

27.04.2022 GÜZELYALI

KAYNAKLAR

1-kuran.diyanet.gov.tr

2-kuranmeali.com

3-pixabay.com

4-turkudostlari.net

5-Şemsettin ÖZKAN, ŞEMSABAD (Kitab-ü Usul-i’l AŞK) henüz basılmamış tarihi romanımdan alıntı

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.