KAZANMAYA MUHTAÇ BIRAKILAN BİREY, NASIL BİR BEN İNŞA EDER?

(Toplumsal İlişkiler 79)


اَلْهٰيكُمُ التَّكَاثُرُۙ (Tekasür/1)
Daha çok mal, servet, makam, şöhret elde etme tutkusuna kapılarak dünyanın gelip geçici zevklerini çoğaltma yarışı ve bunlarla birbirinize karşı üstünlük taslama hastalığı, sizi öylesine derin bir gaflete düşürdü, insani ve ahlâkî değerlerden uzaklaştırarak o kadar oyaladı ki,”

Dünya iktisadının ve siyasetinin yön vericisi olacaksınız, bilimde olmasa bile teknolojide önderliği elinizde tutacaksınız, bu kadarı yetmiyormuş gibi, sanatta da, felsefede de dünya çapında söz sahibi olacaksınız. İyi de bunun bir bedeli yok mudur? Her şeyin bir fiyatı vardır. Bize bir şeyler verdiğini söyleyenler, bizlerden neleri alıp götürdüklerini de söylesinler bakalım. Kimden söz ediyorum elbette ABD’den… Nasıl bir insan tipi çıkar böyle bir atmosferde?     Yarışmacı, çatışmacı, kazanmak için kişinin muhtaç olduğu hırsın sınırını tayin etmesini beklemeksizin azdırılan ve megalomaniye evrilen bir özgüven aşısı nasıl bir narsizme tırmanır? Kazanmaya bu kadar muhtaç bırakılan bir birey, nasıl bir ben inşa eder acaba? Ve nasıl bir öteki? Nasıl bir dünyada yaşadığını kabullenir? En önemlisi de nasıl bir gerçeklik algısı olur? Ve gerçekle ilişkisi bunca sıkıntılı bireylerden müteşekkil bir toplumda insanlar arası etkileşim ve iletişim nasıl seyreder acaba?

        2018’in ilk filmlerinden olan adı çok da önemli değil, çünkü vasat bir film… Sadece konusu beni ilgilendirdiği için bu meseleye eğiliyorum. Garsonluk eden ve kendi kariyerini kızının buz patenindeki şöhreti üzerine inşa edecek denli narsistleştiğini fark edemeyecek kadar ‘farklılaşmış’, elbette kocasından da ayrılmış, sürekli eş değiştiren bir annenin ürettiği Amerikan tarzı bir başarı hikâyesinin arka plânı film. Kendisinde kızının her ânına müdahale hakkı gören ama bu arada kızını kendisine bağımlılaştırdığını göremeyen anne, hastalıklı, iletişim kuramayan, ama başarılı bir genç kız yetiştirdiğinde bile doymak bilmez. Annesinden gördüğü şiddeti, işine kocasına ve vakti geldiğinde de meslektaşlarına yansıttığını fark edemeyen Tonya’nın nasıl bir ben, nasıl bir öteki, nasıl bir gerçeklik algısı vardır acaba? Hem, gerçek ile hakikat birbirinin aynı mıdır yoksa gayrı mı? Ayrı ise gerçeğin sınırı nerede biter, hakikatinki nereden başlar?

      Gerçek de ne ki! İyi de gerçek ne diye bu kadar kaypak? Ve ne diye ufuk çizgisi gibi sürekli değişmek zorunda? İyi de gerçek anlamıyla gerçek, aranan ama neredeyse hiç bulunamayacak bir şeyse Tanrı bizi niçin hem gerçeği hep arayan ama bulamayacak varlıklar diye yarattı? Bu yoksunluk üzerinden kendi gerçeğimizi bulalım ve oradan da O’nun gerçeğini lâyığınca idrak edebilelim diye mi? 

      Gerçeğin mahiyeti de, görünümü de, görüntüsü de, örüntüsü de değişir. Hem de sürekli. O yüzden gerçeği anlamak, sanıldığından zor, gerçek üzerine anlaşmak ise handiyse imkânsızdır. Çünkü yalnızca herkesin gerçeği kendine göre değildir; aynı zamanda herkesin o gerçeği de şişede durduğu gibi durmaz. Hep kendine benzeyen, bir başka şeye de evrilir durur. Öyleyse insanların birbiriyle bir biçimde ilişkiye girmelerini ve iletişim kurmalarını yahut çağdaş dünyayı hesaba katarak söyleyelim, iletişim kurduklarını sanmalarını sağlayan şey ne? Haydi diyelim ki üzerinde ittifak sağlanamayacağını kabullendiğimiz için olayları bir tarafa bıraktık, nesneler ve olgular mı?

      Bilimde de, belli bir yerden sonra felsefede de bulamayacağınız boyuttaki derinliği, çokanlamlılığı, çok katmanlılığı mümkün kıldığı için insanın sanatla ilişkisi başka türden bir ilişki. Şöyle de söyleyebiliriz: (Elbette hakiki anlamıyla) sanatla ilişki kurmuş insan bir başkadır artık. Söz konusu film, muhatabına bunu hissettirdiği için önemli zaten.

     Öyle ya, insan zihninin gerçeği algılama ve algıladıklarını belli kurallar çerçevesinde ifade etmesinin üç yolunun arasında öznelliğe, yani gerçeği her nasılsa öyle tespit ve ifade iddiası yerine, daha baştan o gerçeği öznel bir biçimde ama gerçeğe muhatap insanı merkeze alarak ifade anlamına gelen sanatın kudreti de bu vasfı. Bütün bu değişken gerçekler ve hatta gerçekliklere rağmen yaşantımıza tutarlı bir biçimde devam etmemizi mümkün kılan sabiteleri veyahut sabite fikrinin kendisini nerede buluyoruz peki? Değişmeyen gerçekte! Biz bu gerçeğe, hakikat diyoruz.

     Hakikat, insanın insanlığı gereği asla kuşatamayacağı, ama kuşatmak için gayret sarf etmekten başka kendisine bir imkân bahşedilmeyen bir mahiyette. Anlar gibi de yapılmaz! Yapılmamalı. Hakikati anlar gibi yaptığınızda bizzat hakikatin kendisi tarafından çarpılırsınız. Evet, hakikatle ilişki kurma sorumluluğunu yitirmiş varlık türüne çağdaş insan diyoruz. Fakat insana kuşatması için bahşedilen şey, gerçek dediğimiz, hakikatin yansıması. Doğru, bir anlamda Platon’un idea fikrine atıfla söylüyorum. Biz hakikatin görüngülerinden bazılarını, gerçek kılığında görüp tanıma yeterliliğindeyiz ancak.

     Asıl adı Leopolde Weiss olup 1926 yılında Müslüman olan Muhammed Esed’in “Kuran Mesajı” isimli meal tefsirinin önsözünde anlatılan hidayet öyküsünde Tekâsür Suresi’ne şöyle işaret edilmektedir:
    “1926 yılının sonbaharında bir gün Berlin metrosunda seyahat ederken gördüğü yüzlerin istisnasız hepsinin derin ve gizli bir acıyla kasılı olduğunu müşahede etti. Duyduğu sarsıntıyla bunu yanındaki eşi Elsa’ya açtı. Elsa şaşkınla “bir cehennem azabı çekiyorlar sanki… Acaba kendileri bunun farkındalar mı?” cevabıyla onu tasdik etti. Esed bu acıları ve ıstırapları insanların hakikatsiz, inançsız ve fasılasız refah peşinde olmalarına bağlar. Eve döndüklerinde masada açık kalmış Mushaf’ı gördü. Kapatıp kaldırmak için uzandığında gözü Tekâsür suresine ilişti.
      Birden surenin o gün metroda yaşadıklarının tam bir yankısı olduğunu hissetti ve şunları düşündü: “Bütün çağlarda insanlar tamahı, açgözlülüğü tanımışlardır; ama tamah ve açgözlülük başka hiçbir çağda bugün olduğu kadar ciğer sökücü bir hırs halinde kendini açığa vurmamıştı… İnsanların boyunlarına binmişti ifrit; kamçısını tam yüreklerinin başına indiriyor ve uzaklarda alayla göz kırpan yalancı hedeflere doğru dehliyordu onları…”
Tekâsür’ün panzehiri şükür, hamd, elindekiyle yetinmek, diğerkâmlık, paylaşmak, başkalarının hayrı için çalışma gibi erdemlerdir.

      Kazanmaya muhtaç bırakılan bireyler ve toplumlar, hakikatin yabancısı, çok kötü ben merkezli feodal bir yapı inşa ediyorlardı. Böylece hakikatle ilişki kurma mesuliyetini kaybetmiş çağdaş insan, batının tüketen hayvanları konumuna indirgenmiş, bir “BEN” imparatorluğu kuruyordu.  

Şemsettin ÖZKAN

   26.07.2020 KONYA

KAYNAKLAR

1-kuran.diyanet.gov.tr

2-kuranmeali.com

3-gercekhayat.com (Hasanali Yıldırım (Gerçek fani, Hakikat Baki, 11 Şubat 2018)

4-milliyet.com.tr (Yrd. Doç. Kamil Yaşaroğlu 09.06.2016 tarihli daha çok kazanma  tutkusu ‘Tekasür’ yazısı)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.