İNCİTME İNCİTTİĞİN YERDEN İNCİNİRSİN

(Toplumsal İlişkiler 682)

وَلَمَّا دَخَلُوا عَلٰى يُوسُفَ اٰوٰٓى اِلَيْهِ اَخَاهُ قَالَ اِنّٖٓي اَنَا۬ اَخُوكَ فَلَا تَبْتَئِسْ بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
Böylece, kardeşleri huzuruna çıktıklarında,Yûsuf öz kardeşi
 Bünyamin’igizlice odasına aldı, gözyaşlarıyla onu kucaklayıp 
bağrına bastı ve “Ben senin bir zamanlar öldü zannettiğin 
kardeşinim! Üvey kardeşlerimiz çok büyük günah işlediler.
Fakat sen onların yaptıklarına üzülme!” dedi Sonra Yûsuf, başından geçenleri ona bir bir anlattı. Daha sonra, onu Mısır’da alıkoymak için şu plânı hazırladı:” (Yusuf/69)

Şu incitmek, kalp kırmak ne kötü bir huydur. Kabe’yi yıkmaktan bile tehlikelidir denilmiş hadislerde. Gönül erenleri de bu hususa sürekli dikkatlerimizi çekmiştir ve “aman ha gönül yıkmayın” demişlerdir. Çünkü…

Çünkü gönül Allah’ın Kabe’sidir. Allah yapısıdır. Mekke’deki Kabe’miz ise insan yapısıdır. Hz. İbrahim (a.s) ve oğlu İsmail’in (a.s) bizzat elleriyle yükseltttikleri yapıdır.

Hz.Mevlana; “incitme, incittiğin yerden incinirsin” derken bu konuya değinir. Kalplere gönüllere yapılacak yatırımın ne denli önemli olduğuna işaret eder. Eskiler düşmanına bile incitecek sözler söylemeyin demekle yerden göğe haklıdırlar. Belki yola imana gelecek azılı, acımasız ve şerli biri. Fussilet suresi 34. ayeti de bu mevzuya değinir:

“Her insan yaratılıştan bilmeli ki, iyilik ile kötülük asla bir olmaz. O hâlde, ey Müslüman! Sana kin besleyen insanlara sen kin duyma; aksine, onlara şefkat ve merhametle yaklaş; sana kötülük yapana iyilikle karşılık ver; gönül incitmeden, rencide etmeden, tatlı dille ve yapıcı bir üslupla, yani en güzel şekilde kötülükleri bertaraf et; işte o zaman, aranızda kin ve düşmanlık bulunan kişinin sanki birdenbire sımsıcak bir dosta dönüştüğünü göreceksin.”

Güzel Türkçemizde bir organ veya dokudaki hücrelerin düzensiz olarak bölünüp çoğalmasıyla beliren kötü urların yol açtığı hastalık, amansız hastalık olan kanser için kulanılan ifade ne biliyor musunuz? “İncitmebeni.”

Hacı Bektaş Veli; “incinsen de incitme” der. İşin içinde incelik gösterip incinmek olsa bile kimseyi üzmemeli insan. Sevgi ile yaklaşımlar, sevgi dolu sözlerin ne gibi zararı olabilir ki? Gönlü geniş ruhu gezginlerin yirmiyedinci kuralı şöyle der:
“Şu dünya bir dağ gibidir. Ona nasıl seslenirsen o da sana sesleri öyle aksettirir. Ağzından hayırlı bir laf çıkarsa, hayırlı laf yankılanır. Şer çıkarsa, sana gerisin geri şer yankılanır.
Öyleyse kim ki senin hakkında kötü konuşur, sen o insan hakkında kırk gün kırk gece sadece güzel sözler et. Kırk günün sonunda göreceksin her şey değişmiş olacak.Senin gönlün değişirse dünya değişir.” Bu aşk usulü Şemsabad (Kitab-ü Usul-i’l AŞK) adlı tarihi romanımızda nasıl işlenmiş bir görelim:
Şems Konya’ya geldiğinde altmışlı yaşlarda, Mevlana ise, kırklı yaşlardaydı. Bir gün Şems birdenbire ona erişmiş, ona maşukluk yani sevilen, sevgili olmanın hallerini anlatmış böylelikle sırrı yücelerden yüceye varmıştı. Şems onu gerçekten şaşılacak bir âleme çağırmıştı. Öyle bir âlem ki, onu ne Türk görmüştü ne de Arap.

Mevsim bahara erişmiş, Mevlana tomurcukları belli bir kıvama gelmiş, uçları hafif yarılmış ama havalar biraz soğuk ve yağışlı gittiğinden bir türlü açamamıştı. Ama şimdi güneşli Şems’li havalar gelmiş, birkaç gün içinde açılmış, inşirah etmiş içindeki güzellikleri ve esrarı ilahiyi göstermeye başlamıştı. “Hamdım, piştim, yandım” diye çevresine güzelliklerini, kokularını yansıtıyor ve aydınlatıyordu. Mevlana çocukluğunda ham iken, babası ve Seyyid Burhaneddin ile gençliğinde pişmiş şimdi de, Şems’le bu kırklı yaşlarda yanıyordu. Dünya edebiyat tarihine nasıl ki; gül ile bülbülün, Leyla ile Mecnun’un aşkları konu olmuşsa şimdi de Mevlana ile Şems’in ilahi aşk litera-

türüne konu olacak, çağları aşacak, yüzyıllar sonrasına ilham kaynağı olacak, dostluğa ve arkadaşlığa dair en güçlü referans gösterilecek muhabbetleri başlamıştı.

Hazreti Mevlana bir gün Hz. Şems’e ilginç bir soru yöneltti:

-Sultanım, pek çok şehir gezdin. Pek çok yerlere uğradın. Acaba gezdiğin bunca yerlerde, irşat edecek insanlar bulamadınız da, ta buralara kadar zahmet ettiniz.”

Hazreti Şems, derin bir ah çekti:

-Evet bulamadım. Gittiğim yerlerde maalesef haşa Allah’lık davasında bulunanlara rast geldim. Hiç “kul” olana rastlamadım. İlk defa bir kul olana rastlıyorum. O da sensin.”

Mevlana hazretleri:

-Bunun anlamı nedir?” dedi.

Şems hazretleri:

-Yani herkes tasavvuf yapıyorum, tarikat kuruyorum derken, cemaatleşiyorum derken veya dindarım derken, kendisini ilahlaştırmış. Her şeyi ben biliyorum, ben yapıyorum, ben, ben, ben… Bu benler var ya, bu benler, gönlün önünde, parçalanması gereken putlardır. Bunların az sayıda olması, ancak bir kula nasiptir ki, sen öyle bir kuldun, o yüzden seni tercih ettim.” dedi.

Mevlana’yı, hakiki kulluğa götürmek istiyordu. Bu nedenle, Mevlana’nın gönlündeki nefsin, bütün siluetlerini kaldırmak istiyordu. Böylece, Allahü Teâlâ’ya hazır hale gelmiş olacaktı. Onun gönlünü tamamen saf, tertemiz hale getirme ve bu hale getirilen, gönlün korunması eğitimiydi.

Mevlana nihayetinde, dünya tutkusu olarak niteleyebileceğimiz medrese hocasıydı. Tabiri caizse üniversite rektörüydü. Her ne kadar İslam adına ders veriyorsa da, nihayetinde dünya makamıydı. Bu da, nefsin siluetlerinden sayılırdı. Şems Mevlana’ya, nefsin tezkiyesi için, onun etrafındaki dünya tutkularını, bu eğitimle, yakıp kül ediyor, tamamen Allah’a hazır bir kul, dini yalnız Allah’a has kılarak yaşayan bir kul haline getiriyordu. Mevlana’nın ilk yaptığı iş medrese hocalığını bırakmak oldu.

Bir gün Mevlana, baharın gelişiyle, seher vakti evinin bahçesinde çıkmış, havuzunu ve gül bahçesini seyrediyordu. Her yerde kuş cıvıltıları vardı. Su ve güller, insana neşe ve mutluluk veriyordu. Mevlana ilim adamıydı. Nihayetinde okumayı çok seviyordu. Bu yüzden yarı döner vaziyette bir kütüphane yaptırmıştı. Kütüphane geceleri evinin odasına çevriliyor, gündüzleri de bahçesine çevrilebiliyordu. Bahar da yavaş yavaş kendini hissettirdiği için, Mevlana o sabah kütüphanesini bahçeye doğru çevirmişti. Kitaplıkta sekiz yüz yıllık nadide eserler vardı. Kitapların hem maddi anlamda, hem de manevi (ilmi, bilgi birikimi) anlamında değerlerine paha biçilemiyordu. Mevlana bu eserleri okumuştu okumasına da, sürekli onlara müracaat ediyordu. Hâsılı çok seviyordu bu değerli dostlarını.

Birden kitaplara dalmışken Şems beliriverdi yanında. Geldiğini bile sezmemişti. Bir süre Şems onu sessizce seyrettikten sonra selam vererek yanına oturdu ve

-Sen bunlarla mı meşguldün? Bunlar da ne?” dedi.

Mevlana:

-Evet, bunlarla meşguldüm. Bunlar kaal ,söz” dedi.

Şems;

-Ya, öyle mi?” der demez, bütün kitapları havuza attı. Havuzun içi bir anda, kitaplarla doldu. Kitaplar suyun içinde yüzüyordu. Paha biçilemeyen, bu el yazması eserler, Mevlana’nın, bir başka dünya tutkusuydu. Onların hiçbiri, feda edilebilecek ki-

taplardan değildi. Mevlana’nın üstüne, hafif de olsa, bir mahzunluk çöktü. Şems onu, keskin gözleriyle, takip ediyordu. Ne gibi bir tepki vereceğini, jest ve mimiklerinden anlamaya çalışıyordu. Ama Mevlana’daki üzüntü, gözünden kaçmamıştı:

-Niye üzüldün?” dedi.

Mevlana:

-Sizin emirleriniz başım gözüm üstüne. Bizim için, sizin emirleriniz, üzüntü vesilesi asla olamaz. İçlerinde bir kitap vardı ki, Feridüddin Attar’ın imzaladığı bir kitap…”dedi.

Şems:

-Ha, Pendname mi?”

Mevlana sadece kederli, kederli başını salladı.

Şems;

-Demek hatıra değeri taşıyor anlaşılan. O zaman onu sana verelim” dedi ve Pendname’yi çıkarıp Mevlana’ya verdi.

Mevlana, hepten şaşırdı. Pendname, hiç ama hiç, ıslanmamıştı. Hâlbuki suya batmıştı. Mürekkebi bile, suda dağılmamıştı. Hayretle sordu:

– Bu ne böyle?”

Şems;

-Bu da haal” dedi.

Bu olaydan sonra Mevlana, mesajların artık satırlarda değil, sadırlarda yani gönüllerde olduğunu anladı. Öyle ki, Mevlana daha düşünmeden Şems anlatıyordu. Mevlana’nın aklından geçeni Şems sohbet konusu yapıyor, anlatıyor anlatı- yordu. Mevlana’da anlatılanları hemen anlıyor ve ezberliyordu. Değişik bir sistemle, gönülden gönle eğitim yapıyorlardı.

Allah’a daha yakın olmak için Şems, onun her yerde hazır ve nazır olan yüce kudretini herhangi bir varlığın ya da eşyanın bir noktasından Mevlana’ya gönül ekranından seyrettiriyordu.

Mevlana:

-Hani, bir gün âlemleri seyretmek, Allah Teâlâ’nın hikmetlerini öğrenmek için, senden niyazda bulunmuştum da aniden timsah oluvermiştik. Timsahın gözlerinden deryaları seyrettirmiştin bana. Ben de hayretler içerisinde kalmıştım. Çünkü timsahın gözünde deryanın bir bardak su kadar küçüldüğünü bilmiyordum.” Diyordu.

Mevlana çoktandır medreseye gidemiyordu. Kitaplarından da uzak kalmıştı. Dostları da, onu özlemişti. Bir gün aniden nasıl olduysa Mevlana’ya ziyarete geldiler:

-Ne oluyor acaba?”

-Mevlana niye yok?”

-Çoktandır göremiyoruz.”

-Hasta falan mı?”

-Özledik kendisini.” Gibi serzenişlerde bulundular.

Mevlana, hepsine tebessümle cevap vererek, gayet iyi olduğunu söyledi. Onlara ikramlarda bulundu. Sonra da gelenler, bir konu açtılar. Tartışmaya başladılar:

-O hadis, şu cümle ile açıklanmış.”

-Şu hadis kitabında, metne rastladım.”

-Ben daha çok, falan hadis kitabındaki cümleye inanırım.”

Tartışmaların en hararetli yerinde, içlerinden biri, Mevlana’ya dönerek;

-Üstadım, sen hadisler konusunda uzmandın.” Dedi.

Bir diğeri;

-Bu konuda ne buyurursunuz ?” dedi.

Mevlana iyice daralmış, doğrusu cevap veremeyecek bir pozisyondaydı. Birden Şems’le göz göze geldiler. Şems, diz çökmüş oturuyordu;

-Bana ne bakıyorsun? Git kendisine sor” dedi.

Bir anda, Mevlana’nın gönül ekranında, Asr-ı Saadet açıldı ve orada, Peygamber Efendimizi, o hadisi söylerken, seyretti. Daha sonra da;

-Doğrusu budur.” Dedi.

Hz. Şems, Hz Mevlana’ya bugünün insanın yabancısı olduğu, anlamakta aciz kalacağı, bir eğitimden geçiriyordu. Bu mübarek ikilinin, arasındaki dostluğun, aşk kelimesiyle ifade edilen, bir sevdanın boyutlarını, “ye, iç, yat, uyu. Tuvalete git gel” formülüyle yaşayan bugünün insanının, anlaması mümkün değildi, anlayamazdı ve anlamayacaktı da.

Hz. Şems insanların sözlerine pek itibar etmiyor, eğriyi doğruyu dobra dobra, söylemekten çekinmiyordu. Bu ikili Allah’ı terennüm eden, Allah’ı konuşan ve Allah’ı yaşayan bir birliktelikleri vardı. Allah sohbetinin lezzetini almayan insanların ne düşünürlerse düşünsünler, o ikisi Allah sohbetinin lezzetini alıyorlardı. İnsanların ne düşündükleri çok önemli değildi. Onlar hep iyi sesler çıkarıyordu. Çünkü Şems;

-Şu dünya bir dağ gibidir. Ona nasıl seslenirsen, o da sana sesleri, öyle aksettirir. Ağzından hayırlı bir laf çıkarsa, hayırlı laf yankılanır. Şer çıkarsa, sana gerisin geriye, şer yankılanır. Öyleyse kim ki, senin hakkında kötü konuşur, sen o insan hakkında 40 gün 40 gece, sadece güzel sözler et! 40 günün sonunda, göreceksin her şey, değişmiş olacak. Senin gönlün değişirse, dünya değişir.” Diyordu.

Şems, Mevlana’ya gönül eğitimi yaptırıyordu yaptırmasına da, güzelim Konya’da, fitne kazanları çoktan kaynamaya başlamıştı bile. Şems’in Konya halkına, tepeden bakma gibi bir derdi yoktu. Aslında böyle bir lüksü de yoktu. Onun bütün derdi,’ insan-ı kâmil’ denilen, insan modeliydi. Bu yüzden de, çok seçici bir tavır takınarak Mevlana’yı seçmişti. Niye Konya’ya kadar gelip, Mevlana’yı seçtiğini, etrafındakilere şöyle açıklamıştı:

-Biz kıyamete kadar Mevlana’nın %1’i kadar kabiliyetli bir kul bulursak, mutlaka teşrif eder, kendisini irşat ederiz.”

Hayata tepeden bakanların, sadece insanların tepelerini gördüğünü, onlara, aynı mesafeden bakılması gerektiğinin farkındaydı. Eğer aynı mesafeden, hayata bakılırsa, insanların hem yüzünün, hem kalplerinin, görüleceğinin bilincindeydi. Önemli olanın, yükseklere çıkıp hayata tepelerden bakmak olmadığını, mühim olanın, ne kadar yükselirsen yüksel, istersen Arş-ı Ala’ya çık, her şeye, eşit mesafeden bakmak olduğunu, söylüyordu. Esas mesele; hayatta her şey olunabileceğini, ancak önemli olanın, hayatın içinde “insan” olabilmeyi kavramaktı. Bu yüzden, gözü yükseklerde değildi. Gözü hep ‘en güzel şekilde yarattık’ denilen, yaratılmışların en şereflisi, insan üzerindeydi.

Hz. Mevlana Hz. Şems’le tanışmadan önce o kadar dolmuştu ki, nerdeyse taşmak üzereydi. Hz. Şems, taşmak üzere olan bu ilim ve irfan deryasının önüne çok sağlam, çok dayanıklı ve muhteşem bir baraj yaparak, önüne santral kurdu. Böylece onu sadece Konya halkının değil, tüm dünyanın istifadesine sundu. Bunun için, Şems’in amacı, Mevlana’yı Konya halkından kesinlikle uzaklaştırmak değildi. Halk onu anlayacaktı anlamasına da, Şems’in illa ki, ortadan kaybolması mı gerekiyordu?

Bu arada Mevlana Şems sohbetlerinde, kulluktan ilahi rakslara geçen, o akıl almaz titreşimler meydana gelirken, bu sevdalaşma operasyonlarında, Mevlana’nın ilerideki görevleri açısından, dayanmasında bir zorlama olduğunu, Şems hissetti ki, bir dinlenme molası verilmesi gerekiyordu, bu yüzden olsa gerek, ortada hiçbir şey yok iken;

-Bize yol göründü, murad-ı ilahi bizim Şam’a gitmemizi istiyor” dedi.

Hakkındaki olumsuzlukların boyutunu, çok iyi fark eden Şems, bu sözü, iki yönlü söylemişti. Bu sözün hem Konya halkına bakan yönü vardı, hem de Mevlana’ya bakan yönü.

1246 yılının Mart ayında ansızın ortadan kayboldu. Konya’ya nasıl geldiği bilinmiyordu, nasıl gittiği de bilinemedi.

Şemsettin ÖZKAN

03.05.2022 GÜZELYALI

KAYNAKLAR

1-kuran.diyanet.gov.tr

2-kuranmeali.com

3-pixabay.com

4-Şemsettin ÖZKAN, ŞEMSABAD (Kitab-ü Usul-i’l AŞK) adlı henüz basılmamış tarihi romanımdan alıntı

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.