YAHUDİ HÜKÜMDARIN DÜZENBAZ VEZİRİ 2

( Mesnevi’den 17. Sohbetimiz)

METİN“Yavaş yavaş mezhebine girmek suretiyle yüzbinlerce
Hristiyan, vezirin başına toplandı.”
İZAH Yani; düzenbaz vezir, sürgün edildiği Hristiyanların
bulunduğu şehre geldi. Daha önceden Yahudi Hükümdarla
gizlice tarif edip anlaştığı hile saçan dilini kullanmaya
başladı. Hristiyanlara dinlerinde nasıl sadık biri olduğunu,
hilekârca, riyakârca hikâye etti. Onlar; “İşte” dediler,
“Dinimizin yolunu bize gerektiği gibi anlatacak ve
öğretecek, fedakâr, mükemmel bir adam aramıza ulaştı.”
Böylece o hilekârın söylediklerine uymaya başladılar.
METİN “Vezir o cemaate İncil’in, zünnarın (bele bağlanan haçlı
kuşağın), namazın esrarını gizlice anlatıyordu.”
İZAH Söyleyeceklerini gizlice anlatması, hem Yahudi
Hükümdardan korkusunun devam ettiğini bildirmek hem de
sonradan her birine vereceği birbirine aykırı öğütlerle
İsevîler arasına fesat sokabilmek içindi. Birçok hilekâr ve

riyakâr, düşüncelerinin önemli olduğunu göstermek için
gizlice söylerler. Zavallı halk ise, gizli olan şeylerde özel bir
önem olduğunu zanneder.
METİN “Vezir görünüşte din hükümlerini anlatıyordu. Lakin bu
anlatış hakikatte onları avlamak için ıslık ve tuzaktı.”
İZAH Hilekâr Vezir dış görünüşte temiz bir nasihatçiydi.
İsevi dinine samimi olarak bağlı gibi görünüyordu. Ama
içyüzünde, onlara ve inançlarına hasımdı, kara yüzlü bir
düşmandı. “Islık” çalıcılık meselesine gelince; bazı avcılar
bir yerde gizlenir, ıslık çalarak kuş gibi ses çıkarır, zavallı
kuşlar kendi cinslerinden bir kuş zannederek yanına
gelince avcının kurduğu tuzağa düşüp tutulurlar.
Hilekârların saf olanları kandırabilmek için, kurdukları
tuzaklara düşürebilmek için söyledikleri sözler, avcının
kuşa ıslık çalması gibidir. Bu hileye aldananlar da
yakalanan ve her şeylerini kaybeden kuşlara benzer.
METİN “Bundan dolayıdır ki, ashaptan bazıları, Resul-ü Ekrem
(s.a.v)’den, insanı azdıran nefsin hilesine dair malumat isterlerdi.”
İZAH Nefsi emmâre hep geçici zevk ve hazları ister. Bu
yüzden dost gibi görünür. Gerçekte insanı en büyük
tehlikelere düşüren düşmandır. İşte bu yüzden akıllı
olanlara nefsin hilelerini öğrenmek vaciptir.
METİN “Nefis ibadetlere ve ruhi samimiyetlere ne gibi bozucu ve
gizli garazlar (kötülük etme isteği) karıştırır diye sorarlardı.
İZAH Nefis ve şeytan kötü insanları adi ve maddi günahlarla
kandırır ve yok eder. Ama akıllı ve takva sahibi olanları
yasaklanan şeylere sevk etmeye muktedir olamayacaklarını
bildiklerinden ibadet ve ihlas içinde kandırmaya çalışırlar.
Mesela Şeytan; takva sahiplerinin zihinlerine “Siz her
yönüyle ahiretten eminsiniz. Çünkü namaz, oruç ve bu gibi
ibadetlerinizi yapmaktasınız. Günahkâr insanlardan
uzaksınız,” düşüncesini sokar. Zihnine bu tarz bir düşünce
gelen takva sahibi, eğer yaptığı ibadetlerin Cenabı Hakk’ın

bir ihsanı olduğunu unutur da velev ki, gizliden gizliye bir
kibre kapılırsa itibardan düşer, yüksek ruhanî
mertebesinden uzaklaştırılır. Nefsi emmare(kötülüğü
emreden nefis) ile şeytanın farkı şudur: Nefsi emmarenin
lezzetli gösterdiği şeyler insanın bedensel zevklerine aittir.
Şeytanın kandırma alanı genellikle maddi olmayan
şeylerdedir. Mesela Şeytan “Ahiret yoktur. İnanma. İbadetin
faydası olamaz. Düşmanlarından intikam al. Çok para
biriktir. Harcama sakla gibi zararlı düşünceleri fısıldar.
Bunlardan nefsi emmare bir lezzet his edemez.
METİN “Ondan (Efendimizden) ibadet ve taatin fazilet ve
sevabını aramazlardı. Bize görünen ayıpları anlat demezlerdi.”
İZAH Aslında sahabe; taat ve ibadetlerin faziletlerini, hangi
işlerde ne gibi ayıplar olduğunu bilmeyi canı gönülden arzu
ederdi. Ama bütün bunları zaten biliyorlardı. Allah-u
Teâlâ’nın merhamet ve ihsanı olan Kuranı Azimü’şşan’ın
yüce hükümlerini, Hadisi Nebevîleri işitiyorlardı. Fiilleri
doğru olduğu için düşünceleri de doğruydu. Bu doğru
düşünceleriyle, akıllarıyla hayırlı işlerin üstünlük ve
faziletlerini, günahların zararlarını biliyorlardı. Bu yüzden
bu konularda her zaman sorular sorma ihtiyacı
duymuyorlardı. Lakin nefis ve şeytanın gizli hilelerini
devamlı sormak zorundaydılar. Daha önce geçtiği gibi,
nefis ve şeytan bazı takva sahibi insanları bile kibre,
büyüklenmeye düşürebilir. “Biz takva sahibi, din
konularında bilgili büyük adamlarız. Diğer adi insanlar gibi
maddi hizmetlere tenezzül edemeyiz,” gibi bir düşünceyle
böbürlenebilirler, ailesinin geçimini temin etmek için, ziraat,
ticaret ve benzeri hayırlı işleri bırakıp, gece gündüz ibadet
edeceğim hülyasıyla bir yere kapanabilirlerdi. Din ve devleti
korumak için cansiperane hizmetlerden kaçınıp böylece
kendilerini yıkık dökük bir duruma sokabilirlerdi. Bu gibi
tavırların şeytan ve nefsin aldatmasından doğduğu açıktır.
Halbuki, anlatılan bu tür çalışmaların en fazla yüce
Peygamberlerimiz tarafından yapıldığı ilim adamlarınca
bilinen apaçık gerçeklerdendir. Burada şu da

açıklanmalıdır: Namaz ve oruç gibi ibadetler gereklidir.
İnsan ibadetleri yerine getirdikçe şükür ve kulluk borcunu
ödemiş olur. Bundan başka, ibadetlerin yerine getirilmesi
nedeniyle, ruhu feyiz alır, bedeni kuvvet kazanır,
davranışları güzel ahlâka dönüşür. Lakin ibadetlerin her
durumda emredilen diğer çalışmalarla, ticaret, ziraat, sanat,
askerlik, memuriyet ve benzeri görevlerle bağlantılı olması
gerekir. İnsan ne ibadetleri ne diğer yapmaya gücünün
yettiği görevleri terk edemez.
METİN “Kılı kırk yararlar, gül ile kerevizi ayırt eder gibi nefsin
hilelerini bilirlerdi.”
İZAH Sahabeler, Hazreti Peygamber Efendimiz
Hazretlerinden nefis ve şeytanın hile ve desisesini
sormuşlardı. O’nun kurtuluş sebebi olan açıklamalarıyla
konuyu noksansız anlamışlardı. Yine de bu derin konuyu
ne zaman dinleseler, hayran kalırlardı.
METİN “Ashabın araştırıcı olanları, nefsin hilesi konusundaki
peygamberin açıklamaları karşısında hayran kalırlardı.”
İZAH Nefis ve şeytan insanların akıllarına göre öyle
vesveseler verir ve telkinlerde bulunur ki, ağzın açık kalır.
Ahmaklara adi, orta akıllı olanlara biraz daha zorca, çok
zeki olanlara olağanüstü ince ve hassas vesveseler verirler,
bütün güçleriyle aldatmaya çaba harcarlar. Bunlardan
kurtuluşun tek çaresi, Cenabı Hakk’a tevekkül, O’nun
emirlerini, farzlarını yerine getirme, Kuranı Kerim ve Hadis-i
Şerifleri okuma, bir kâmil bir insanı mürşit edinip,
bağlanmaktır.
METİN “Hristiyanlar tamamıyla vezire gönül verdiler. Zaten
halkın taklidinin ne kadar kuvveti olabilir ki?”

İZAH Zavallı halk Allah-u Teâlâ’nın yolunu ve dünyada da
her mutluluğu ister ve çabalar. Ama şeytan sıfatlı bir
bozguncu halkı doğru yoldan şaşırtmak isterse kolaylıkla
fırsat bulur. Halk, sadece farzları hakkıyla yerine
getirebilirse bahtiyar sayılır. Daha fazlasına, mesela,
eşyanın hakikatini bilmeye gücü yetmez. Tıpkı bunun gibi
bozguncuyla dürüst arasındaki farkı ayırabilmesi de zordur.
Bu yüzden çoğunlukla aldatılır, zor duruma düşürülür.
Avam; bozguncu, riyakâr (ikiyüzlü) birisini gerçek bir şeyh
zannedebilir. Siyaset işlerinde de avam çok kolay kandırılır.
Bir yalancı, bir asi çıkıp, sizi çektiğiniz sıkıntılardan
kurtarırım, rahata mutluluğa kavuştururum gibi bir yalan
vaatte bulununca halk bu saçmalığa kolaylıkla inanır ve
peşine takılır. Tabi daha sonra bin bir türlü belaya düşer.
Bu hem dünya hem ahiret için acıklı hâlin çaresi;

  • Allah’ın farzlarını yerine getirmek,
  • Bilgi düzeyini yükseltmek, bilgiyi yaygınlaştırmak,
  • Kaliteli eğitimi çoğaltmak,
  • Haber ve bilgi araçlarını genelleştirmek,
  • Genel terbiyeyi genişletmek,
  • Görev verilirken dürüst ve güçlülerin seçilmesine çaba ve
    gayret sarf etmektir.
    METİN “Kalplerinin içine onun sevgisini ektiler. Onu İsa’nın
    halifesi sandılar.”
    İZAH O hilekâr vezir Hazreti İsa Aleyhi’s Selam’a olan
    muhabbetinden, O’nun dinine vakıf oluşundan,
    maharetinden, derin bilgisinden bahsedince, İsevîlerin
    avamı o noksanı, o alçağı mükemmel ve yüce zannettiler.
    Sonunda kendilerini perişan ettiler. Bir karmaşanın içine
    attılar.

METİN “O ise gerçekte tek gözlü lanetlenmiş Deccal idi. Ey
Allah’ım! Feryadımıza yetiş, sen ne güzel yardımcısın.”
İZAH Görünüşü, Hazreti İsa Aleyhi’s Selam’ın dininden,
güzel yoldan bahseden, anlatan vezirin gizlisi, Deccal
gibiydi. Tek gözlü şeytan gibi hileci ve gaddar idi. Şeytan
için “Tek gözlü” tabiri onun yalnız maddi ve kötü olanı
görmesinden, manevi ve güzel olanı görmemesinden
kinayedir. “Ey Feryat edene yetişen Allah’ım!” diye dua ve
seslenmekten maksat, vezirin hile ve oyununun
büyüklüğünü tarif ve hikâye edebilmektir. Şeytanın ve
şeytan sıfatı olan insanların şer, fesat, hile ve inadından
kurtulabilmek için Allah’ın ismini, daima sığınma ve
korunma yeri olarak tekrar etmelidir.
METİN “Ey Allah’ım! Yüzbinlerce tuzak ve yem var, bizler de
yemsiz kalmış halis kuşlar gibiyiz.”
İZAH “Yüz bin tuzak ve taneden” maksat dünyada mevcut
olan belalar ve tehlikelerdir. Her zaman insanlar onlara
yakalanır, acı çekerler. Açgözlü ve terbiyesiz bir kimse
“tane” ye benzeyen hırsızlığa meyledince günah tuzağına
ve zindana yakalanır. Her çeşit günah “tane” dir, ve
onlardan ortaya çıkacak vahim sonuçlar tuzaktır.
METİN “Her an yeni bir tuzağa tutuluyoruz, istersek her birimiz
birer doğan ve Zümrüdüanka olalım.”
İZAH Dünyada yalnız avam değil en akıllı olanlar bile her
zaman bir çukura düşebilir. Zamanın her şeyi bir başka
duruma çeviren gücü karşısında çaresiz kalabilir. Acı
çekeceği tuzaklara yakalanabilir. Bundan dolayı kimse akıl
ve kuvvetine güvenip de kibir ve inat etmesin. Şu kadar var
ki avam; adi, hileci ve aldatıcı olanların tuzağına düşer,
aldanır, onların oyuncağı olur. Akıllı olanlar ise o gibilerin
şiddetinden zararından Allah’ın izni ile korunmuştur. Ama
burada “akıllı”dan maksat Allah’ın emrine uyanlardır.
Yoksa görünüşte zeki ve fakat günaha batmış olanlar

avamdan beterdirler. Zekâları sürekli hayırsızlığın içinde
olmalarını engelleyemez.
METİN “Sen bizi her an tuzaktan kurtarmaktasın, lakin biz yine
diğer bir tuzağa doğru gitmekteyiz.”
İZAH İnsan her an binlerce kötülük düşünür. Fakat güzel
ahlaka meyli olunca Cenabı Kadiri Mutlak olan Allah, o
bozuk düşünceyi yapmasına fırsat vermez. İnsana yakışan,
artık ondan sonra hastalıklı davranışlarda bulunmaması ve
Allah’a şükretmesidir. Bununla beraber, yine de insan,
nefis ve şeytana yenilir, kendini teslim eder, günah
tuzağına doğru yola koyulur.
METİN “Ey can, önce farenin şerrini defet, sonra buğday
biriktirmeye çalış, çabala! O büyükler büyüğünün haberlerinden
birini dinle: “Kalp huzuru olmadıkça namaz tamam olmaz.” Eğer
bizim ambarımızda hırsız bir fare yoksa kırk yıllık ibadet buğdayı
nerede? Her gün azar azar kazanılan ibadet taneleri, niçin bu
ambarımızda toplanmıyor?”
İZAH “Ambardan” maksat kalp ve akıl, “buğdaydan” meram
ibadet ve taattan ortaya çıkan zevk ve ruhanî kuvvettir.
“Toplanmış buğdayı kaybetmek” ibadetlerden elde edilmesi
gereken feyiz ve kuvveti nefis ve şeytanın verdiği arzular ve
vesveseler nedeniyle kaybetmek demektir.
İfa edilen ibadetlerden zevk ve irfan elde edilmesi
gerekirken tam aksi, ambardan buğday aşıran fareye
benzeyen nefis ve şeytan ibadetin zevk ve irfanını çalar.
Biçare insanın akıl ve kalbini çeşitli hile ve aldatmacayla
berbat eder.
Şeytan kalp ve aklımıza vesveseler vererek yaralar açınca,
ruhanî zevkimizin sermayesi olan ambar, boşalır. Yıkılır,
viran olur. Benliğimiz vehimler ve hayallerle dolu ve
perişandır.

Ey can gibi sevgili olan insan! Öncelikle şeytanın şer ve
vesveselerini uzaklaştırmaya acele et. Daha sonra zevk ve
irfanı iste. Çünkü vesveseler veren şeytanın çirkini güzel
gösteren hilesi durdukça ruhanî zevk ya hiç olmaz veya çok
az olur.
Bu beyti şerifin anlamına çok dikkat etmek gerekir. Zira
şeytan burada bir vesvese daha verebilir. Bir insan “Ben
vesveseler içindeyim. Namazı, niyazı ve bu gibi ibadetleri
ne yapayım. Öncelikle vesveselerden kurtulmaya bir çare
bulayım da sonra ibadete başlayayım” diyebilir. Aman ha,
bu boş ve anlamsız düşünceden sakınmalıyız. Zira bu fikir
aslında vesvesenin ta kendisidir. Şeytanın aldatmasıdır. Hz.
Mevlana’nın beyan buyurduğu “buğday”dan yüce
maksatları da ruhanî zevktir. Vesvese olunca ulaşılamaz.
Yoksa namaz ve diğer ibadetlerden elde edilen sevap
değildir. Bir kimsede ne kadar vesveseler olursa olsun,
yapacağı ibadetlerden yine mutlaka sevap kazanır. Hatta
vesvese içinde yaptığı ibadetlerden kazanacağı sevabı
diğer zamandan daha çok olur. Böyle ince vesveseler
ibadetleri terk etmek için şeytanın saldırısıdır. Bu şeytanî
saldırıyla karşılaşan ve yine bırakmayıp ibadete devam
eden insan, düşman hücum edip sıkıştırdıkça sebat ve
gayret eden, bulunduğu yeri koruyan ve kollayan cesur
kumandana benzer. Amiri ise bu saldırıyı ve sebatı bilince o
kahraman kumandandan gayet memnun olur. Fazlasıyla
mükâfat verir. Ama sevap kazanmakla beraber ruhanî zevki
arzu eden insanlar, geçici dünyanın arzu ve emellerini terk
etmeli, tamamıyla Kuran’a tâbi olmalıdır.
Burada geçen hadisi şeriften de anlaşılıyor ki namazın hem
sevabı hem büyük ruhanî zevki vardır. Allah-u Teâlâ
Hazretlerinin rızası için namaz kılındığında –velev ki kalp ve
akılda huzursuzluk olsa bile- yine sevap kazanılır. Fakat
namaz tamam olmaz. Çünkü namazın tamamlanması için
sevaptan başka ruhanî zevk de lazımdır. Zevk ise kalp
huzuru elde edilir. Dikkat edilsin, hadisi şerifte huzursuz
namaz kabul olmaz buyurulmuyor. Huzursuz namaz tamam

olmaz buyuruluyor. Demek ki namaz kılan huzursuz olsa
bile yine borcunu eda etmiş olur. Şu kadar ki namazı
tamamlama vesilelerinden sayılan ruhanî zevkten mahrum
olur. Mesela; “Bir insanın aklı kırk yaşına vardığında tam
olur” denir. Bundan yirmi yaşında iken akılsız olduğu
anlaşılmaz. Kırk yaşında aklı olgunlaşır demektir. Burada
son derece dikkat edilmesi gereken bir keyfiyet ve büyük
önemde bir hikmet var; insanın içindeki kuvvet ve
özelliklerinin en muteberi düşünce ve fikir gücü değildir.
İradesi, isteme, dileme gücüdür. Mesela namaz esnasında
insanın düşüncesi parçalanmış ve dağınık olsa da namazı
yine kabul edilir.
Çünkü namaza giren insan, Hak Teâlâ’ya itaat ve ibadet
etmek için dilemesi, istemesi, iradesi ile harekete geçmiştir.
Namazı kılmış ve tamamlamıştır. İradesinin somut delili,
namazı kılmaya başlamasıdır. Onun kanatsız kuş gibi bir
taraftan diğer tarafa uçuşan düşüncelerinin veya bu
düşüncelerinin karmaşasının namaz kılma iradesinin
üzerinde bir etkisi olmamıştır. İradesini namaz gibi bir
hayırlı bir emre bağlayan insanın düşüncelerinin dağınıklığı
o irade üzerinde ne zararı olabilir? İrade gücü düşünce
gücünden önce gelir. Yalnız zorunlu olarak böyle bir insan;
manevî zevklerin birçok derecesinden mahrum kalacaktır.
“Kırk yıldan” maksat, bunca senelik ibadetlerimizin zevki
nerededir, demektir. Ariflerde bulunan ruhanî zevk her
ibadet eden adamda görülmediğinden yapılan ibadetlerin
bir hırsızı olduğu anlaşılır. O hırsız, nefsi emmare(kötülüğü
emreden nefis) veya şeytan sıfatlı bazı insanlardır. Buğday
gıda verici mısır, çavdar, arpa gibi ürünlerin en lezzetlisi
olduğundan ruhanî zevk buğdaya benzetilmiştir.
Riyakârca değil, doğruluğun son derecesiyle, her gün,
gücü yettiğince, azar azar ibadetler yaptığımız halde bizde
ruhanî zevk neden yok? Bu sorunun cevabı önce ki beyitte
geçtiği gibi ruhanî zevk kalp huzuruyla elde edilir. Kalp
huzuruyla kalıcı olur. Biz ise gerçi riyakâr değil isek de

kalbimizin huzuru olmadığından manevî lezzetten mahrum
kalırız. Fakat yine borcumuzu eda eylediğimizden bahtiyar
sayılırız.
METİN “Ama karanlıkta bir hırsız gizlice kıvılcımlara parmak
basmakta, onları felekte bir çırağ parlamasın diye, birer birer
söndürmektedir. İlahi sen bizimle beraber olup bizi muhafaza
edince, ayakaltında yüzbinlerce tuzak olsa da ehemmiyeti yoktur.
Yardımların bizimle oldukça ve o aşağılık hırsızdan yani
şeytandan nasıl korkumuz olabilir ki?”
İZAH “Demir”den maksat, ibadetinle toplanan ruhanî
kuvvettir. İçinde nur gizlidir. “Yanmış gönül” ise, Rabbanî
farzları yapmak için fikir ve zikir ile hazırlanmış kalptir. Bu
halde bulunan insanın aleyhine şeytanın nasıl çalıştığı
gelecekte izah edilecek ve haber verilecektir.
Allah yolunda çalışma, çaba ve gayret sarf etme “çakmak
taşına”, ibadetler önceden açıklandığı gibi “demire”
benzetilir. Gayret ve çabayı ibadete ayırıp, bağlayınca
kurulan bağlantıdan nuranî kıvılcımlar meydana gelecektir.
Bu kıvılcımlar kalpte hidayet meşalesini tutuşturur.
Kıvılcımların, hidayet meşalesinin var olması emeliyle
yapılan ibadetlerden oluşan yıldızlar daha kalbe düşer
düşmez, o yıldızlar ruhanî feyizleri insan kalbinin çırasında
tutuşturmasın diye, lanetli, kin dolu Şeytan, hemen vesvese
ve hile parmağını kalbe uzatıp, o kıvılcımı söndürür. Onun
bütün gayreti; hile, bozgunculuk, aldatma parmağını kalbe
sokup, insanı hidayet nurundan mahrum bırakmaktır.
Bu beyti şerifin manası, geçen şerhle anlaşılır. “Felek:
Dünyadan” maksat, hem ruhanî cihan, hem aklın yeri olan
insanın başıdır. Yani şeytan, ne ruhanî cihan ne insan aklı
hidayetle aydınlanmasın, hiçbir keyfiyet, hiç bir gerçek
ortaya çıkmasın diye çalışır. Geçen beyitlerde şeytanın
insan kalbine koyduğu zararlar açıklandıktan sonra
buyurulur ki: Ey İnsanlar! Sakın üzülüp inleme. Sen hemen
kusursuz bir edeple ibadetlerini yerine getir. Yüceler yücesi
olan Allah-u Teâlâ’dan ihtiyacın olanı iste ve şöyle dua ve

niyaz et: “Ey Allah’ım! Her ne kadar lanetli şeytan
bozguncu tuzağıyla beni kendine oyuncak etmek ve
kederlere atmak isterse de senin merhametin benimle
beraber olunca ben yine affına mazhar olabilirim. Ebedî
saadetine erebilirim. Merhametinin gül bahçeli sarayına
ulaşabilirim.”
Bu istek ve duayı, bu fikir ve ümidi olanlar, Cenabı Hakk’a
bağlı olan insanlar edebilir. Yoksa imansız olan kimse
böyle bir duayı etmez. Etse de adi harflerden basit
kelimelerden ibaret, ruhsuz, anlamsız, içi boş kalır.
Asıl hüner Allah’ın emrine uymak ve o mutlak hüküm
sahibinden devamlı razı olmaktır. Ondan sonra ne kadar
şeytanlar ve şeytan sıfatlı insanlar aleyhinde bulunurlarsa
bulunsunlar. Korkma ve endişe etme. Çünkü sonunda
mutlaka kurtulursun, mutlu olursun.
METİN “İlahi sen her gece ruhları, ceset tuzağından kurtarır ve
onu bağlayan levhaları bağları koparırsın.”
İZAH Beden ruhun tuzağı gibidir. Her gece Allah’ın
merhametiyle ruhlar, beden tuzağından kurtulur. Ruhanî
âlemde asıl lezzeti ve tadı bulur. O durumdayken, zihinlerde
ki vesveseler, yorgunluk veren levhalar görünmez olur. Bir
ruhanî rahatlık görünmeye başlar.
METİN “Ruhlar her gece ten kafesinden kurtulurlar. Kimsenin
hâkimi ve mahkûmu olmaksızın azat olurlar.”
İZAH İnsanda iki ruh vardır: Biri, hayvanî ruh; kan, sinirler
ve daha birçok bedeni meydana getiren birimlerin
düzeninden meydana gelen his ve keyfiyettir. Bir de manevî
ruh vardır. Onun gerçeğini Allah-u Teâlâ’dan başka kimse
bilemez. Şayet bilen varsa, onlar da Peygamberler ve
evliyadır. O yüce zümre de bu hakikati herkese tarif etmez
ve açıklamazlar. Çünkü bu sırrın insanların geneline
söylenmesi caiz olsa Cenabı Hak, Kuranı Azimü’ş Şan’da

ferman ve beyan buyururlardı. Manevî Ruh hakkında İsra
Suresi’nin 85. ayeti kerimesinde buyurulur ki:
“Ey Muhammed! Sana ruhtan soruyorlar. De ki: “Ruh
Rabbimin bildiği bir iştir ve size ilimden ancak az bir şey
verilmiştir.”
Manevi ruh -ki ruh-u revan dendiği gibi bazı başka isimlerle
de söylenir- sözle veya kalemle anlatılmanın uzağında ve
dışındadır. Şu kadar ki manevî ruhun saadet saçan eserleri
zekâ sahibi olanlar için her zamanda ve durumda açık ve
aşikârdır. Kâinat içinde insan gibi akıllı, konuşabilen,
bunlar gibi daha nice binlerce yüksek hasletler, Rabbanî
nimetler verilmiş bir başka varlık yoktur. Aklın,
konuşabilme yeteneğinin ve diğer manevî güç ve
özelliklerin ruhun eseri olduğu yaratılışı yüksek olanlar için
ispata ihtiyacı olmayan bir gerçektir. Güneşin de meydana
getiren unsurlarını bilemeyiz. Ama ışığını, ısısını ve diğer
eserlerini gördüğümüzden varlığını inkâr edemeyiz. İnkâr
edersek bu körlüktür, cinnettir. Manevî ruh da bu misale
dâhildir. Yani manevî ruhun hakikatini bilmez isek de
insana bahşettiği çeşitli feyizlerini ve sonuçlarını
bildiğimizden varlığını kesinlikle bilmemiz gerekir.
Şu uyarı da önemlidir: Manevî ruhun feyzinin, eserlerinin
ortaya çıktığı yer, insanın bedenidir. Bu yüzden bedenin
düzeninin korunması ve sağlıklı olması gerekir. Manevî Ruh
bir ustaya veya bir mahir süvariye benzetilebilir. Ustanın
kullandığı aletler, araçlar, koşturduğu at iyi ise onun
becerisi ve eserleri görülebilir. Değilse kapalı kalır. Hem
farzları yerine getirerek ruhanîyeti ve hem beslenmeye,
zararlı etkenlerden korumaya, hareketlerine dikkat ederek
bedeni sağlam tutmalı. Manevî Ruh, Hayvanî Ruha mürşit
gibidir. Hayvanî Ruh, bu mürşide itaat etmez ve bedeni kötü
yolda kullanırsa “nefsi emmare” denir. Bazen itaat eder ve
bazen etmezse “nefsi levvame” adını alır. Tamamen itaat
ediyorsa “nefsi mütmainne” şeklinde isimlendirilir. Nefsin o
derecesi son derece büyük ve yüksek bir derecedir. Bu

beyti şerife dönecek olursak; “Her gece ruhların kafesten
kurtulması” insanın uykuda iken Manevî Ruhun insan
bedeninden ayrılmasıdır. Dünyevî düşüncelerden
kurtulduğundan, ne kimseye hükmeden ve ne kimsenin
hükmü altına giren olmamasıdır. Rahat ve hür
bulunmasıdır.
METİN “Zindandaki mahpuslar, gece uyuyunca zindanda
olduklarından habersizdirler. Devlet ve hükümet erkânı da
uyuyorken vazife ve memuriyetlerinden habersizdirler.”
İZAH Uykuya daldıktan sonra ne mahpuslar düştükleri
halden acı çekerler. Ne de devlet sahibi olanlar
nimetlerinden haberdar olurlar. Uyku hâlinde her sınıf insan
eşittir.
METİN “Uykuda ne kazanmak ne de kaybetmek endişesi vardır.
Ne de şu filan şu feşmekân düşüncesi vardır.”
İZAH Uyku beden tuzağından kurtuluştur. Oradan
kurtulduktan sonra Ruhlar; dünya işlerinde kâr, zarar, bu
adam lehimizde veya aleyhimizde gibi gam ve endişe
sebebi olan düşünceler ve hayallerden uzaklaşır, rahatlık
nimetiyle hoştur. Uykudayken insanlar bazı rüyalar görürler
de acı çekebilir, denirse; bu gibilere ızdırap verecek rüyalar
pek azdır. Özellikle rüyanın süresi birkaç saniye veyahut
dakikadan ibarettir. Ayrıca rüyaların vereceği pek az ızdırap
devlet sahipleri için de zindana düşmüş olanlar, eziyet
çekenler için de eşit gibidir.
METİN “Arif olanların hali uyanıkken de böyledir. Cenabı Hak
Ashabı Kehf hakkında (hüm rükud: onlar uykudadır) tabirini
kullanmıştır. Bundan ürkme!”
İZAH Bu ayeti kerime Kehf Suresinin on yedinci ayetidir :
“Bir de onları mağarada görseydin uyanık sanırdın. Halbuki
onlar uykudadırlar. Biz onları sağa sola çevirirdik.
Köpekleri de girişte ön ayaklarını ileri doğru uzatmıştı. Eğer

onları görseydin, arkana bakmadan kaçardın ve için korku
ile dolardı.”
Bu beyti şerifin ikinci mısraında geçen “bundan korkma”
tabirinden bir insanın hatırına, “Arif olan, gamlar, kederler,
dünyevî düşüncelerden bütünüyle nasıl kurtuldu? Nasıl
uykuda olanlar gibi uzak ve rahat oldu? Uyanık olan irfan
sahipleri nasıl ashabı kehfe benzetildi?” gibi sorular
gelebilir. Evet hepsi anlatıldığı gibidir. Sen bu sırların
ortaya çıkmasından korkma. Çünkü bu anlatılanların hepsi
olağanüstü, yüce hâllerdir, manevî âleme aittir.
METİN “Arif dünyaya ait işlerde gece gündüz uykudadır; yani
uyuyan bir adamda nasıl irade ve tasarruf kalmazsa arif de
öyledir. O kalem gibi Allah’ın kudret elindedir.”
İZAH Kalem, katibin elinde iradesiz, manalar yazdığı gibi
arif de İlahî kudrete karşı tamamıyla bağımlıdır. Allahu
Teala ne emrettiyse onu yapmaya çaba ve gayret sarfeder.
Böylece kendini iki cihan saadetine erdirir. Bu ifadeden
“cebir: zorlama inancı” olduğu zannedilip, düşünülmesin.
Çünkü arifin teslimiyeti Rabbanî irade ve emirlerin yerine
getirilmesi anlamındadır. Eğer maksat “cebir” mânâsı
olaydı beyti şerifte “hal-i arif: Arifin hâli” tabiri yerine “hal-i
insan: İnsanın hâli” şeklinde söylenirdi.
METİN “Yazı yazan eli görmeyen kimse kalemin hareketine şahit
olmayınca yazma işini kalemden sanır.”
İZAH Allah-u Teâlâ Hazretleri’nin yaptığı daima hayırlı
olandır. Dolayısıyla ariften her ne zaman bir hayırlı davranış
görünürse, onun Allah-u Teâlâ’dan geldiği güneş gibi
apaçıktır. Hayırlı fiilin görünüşte ariften olması yazının
kalemden meydana gelmesi gibidir. İnsandan meşru
olmayan bir fiilin meydana gelmesi cüretkârların şeytana
uymasındandır. Şeytana uyup hırsızlık yapmayı isteyenin,
ahlak ve düşüncesindeki bozukluğun cezası olmak üzere,
hırsızlığı işlemesi manen engellenmiyor. Hırsızın hırsızlığı
kendisine cezadır. Çünkü ondan sonra azaba müstahak

olacaktır. Burada akıllara şu gelebilir. “Hırsız hak ettiği
cezayı görmesi için manen hırsızlığı engellenmiyor. “Peki
malı çalınanın kabahati nedir?” Şüphesiz, malı çalınan
insanların da o hale düşmüş olmasında birçok hikmetler
vardır. O hikmetlerden bir miktarı bile yazılsa birçok
sayfalar doldurulmuş olur.
METİN “Halkın uykuya dalmasıyla yani uyuyup istirahate
çekilmesinde Allah arifin hallerinden bir örnek göstermiştir.”
İZAH Arif sadece görünüşte uyanık iken dünyanın gam ve
kederinden rahattır. Uykudaymış gibi, bütün eza ve eziyet
veren şeylerden, hatta bunların düşüncelerinden bile
kurtulmuştur. Bu çeşit uyku ve rahatlık hâli ruhani
olduğundan daimidir. Diğer uyku ve rahatlık gibi değildir.
Uyuyan uykudan uyanınca yine kendini aynı gam
zindanında otururken bulur. İlk göreceği şey hapishanenin
duvarlarıdır. Arif ise, tam aksi şeklen uyanık lakin
uykudadır buyrulması dünyanın gamlarından,
kederlerinden, havadisinden rahat ve kurtulmuş
olmasındandır. Yoksa Allah’ın emirlerini yerine getirmek,
ruhanî dereceleri görmek veya gerekenleri yapmak için
elbette daima uyanıktır. Onun durumu ve konumu ne ise
onu korumaktadır. Adi insanlar ise dünyanın gam ve
kederini hissetmek ve Allah-u Teâlâ’nın emirlerini kabul
etmemek üzere gaflet uykusundadır. Zillet çirkefine bulaşık
durumda yaşar, giderler.

METİN “Halkın canları, niçin ve nedeni olmayan bir sahraya,
yani ruhlar âlemine gider. Orada ruhları, yattıkları yerde de
bedenleri istirahat eder.”
İZAH “Sahra-ı Bîçûn: Neden ve niçin ovası” teriminden iki
mana anlaşılır. Biri insanlar uykudayken ruhların Allah’ın
geniş arzına (Ruhlar âlemine) gitmesidir. Diğer anlamı;
insanın uyanık olduğu zamanlarda sorup durduğu “bu iş
niçin böyle olmuş, ne için bana bu hâl gelmiş?” gibi
sorulardan uyurken kurtulmuş olmasıdır. Uykuda insan,

bütün soru ve sorgulamalardan, dediydim, dediydi,
azabından kurtulmuş olur.
METİN “İlahi bir işaretle bütün ruhları tekrar tuzaklarına, yani
cesetlerine getirir ve hepsini adalet ve hükümle kaydedip bağlar.”
İZAH Adaleti ve doğruluğu gerçekleştirsinler diye,
seslenmeye benzer bir duygu ve duyumla insanlar,
uykudan uyandırılır. Uykudan uyanmak, bir ikaz ile olur. Bu
ikazı hem “uyan” hem “her bir fert sorumlu olduğu bir fiili
yapsın, yapması gerekenleri düşünmeye başlasın” şeklinde
anlamalıdır. Adalet ve doğruluk her şeyin hakkını vermek
demektir. Yoksa gece ve gündüz bütün vaktini zikir ve
ibadete ayırıp diğer emredilmiş görevlerini ihmal etmek
dinen ve aklen caiz değildir. Tıpkı bunun gibi gece ve
gündüz ticaret, sanat, ziraatla meşgul olup da ibadetleri
terk etmek geleceğini, ahiretini yıkmak olur. Bu da cehalet
demektir. Saadet daima orta yolda, dengeleri kurabilmekte,
adalette bulunur.
METİN “Vaktaki seherin nuru görünür, felek akbabası altın
kanatlarını çırpar, yani sabah olur, güneş doğar. Sabahın fâlık
(açan, çatlatan) ve Halikı (yaratanı) olan Allah, İsrafil gibi bütün
ruhları, ruhlar âleminden suret âlemine getirir.”
İZAH Bu ibareden maksat seher vaktinde güneşin kanat
gibi olan ışıklarını yayarak ortalığı aydınlatmasıdır. Ne
edebî tarif ediştir!
Hazreti İsrafil aleyhi-s selam emredildiği üzere kıyamet
gününde ölüleri kaldırdığı gibi güneşin doğuşuyla Hak
Teâlâ Hazretleri; insanları uyandırır. Bu uyanışı sağlayan
Rabbanî kuvvet “İSRAFİL-VAR” tabiriyle ifade edildi.
METİN “Yayılan ve soyut olan ruhları ten eyler, yani cesetle
bağlar. Bedenleri de tekrar ruhlara yüklü kılar.”
İZAH Uykuda manevî ruh bedenden ayrılmışken, insan
uyanınca Allah-u Teâlâ’nın emriyle ruh tekrar bedene gelir.

“Bedenin yüklenmesi” tabirine gelince; İki mana verilebilir.
Ya insan uyandığında ruh ile yüklenmiş anlamına gelir.
Veya ruh dönünce beden insanî görevlerini yapma teklifi ile
yüklenmiş demektir. Bu beyitteki mana Zümer Suresinin 42.
ayet-i kerimededir:
“Allah, o canları öldükleri zaman, ölmeyenleri de
uyuduklarında alır. Sonra haklarında ölüm hükmü
verdiklerini alıkoyar, diğerlerini de takdir edilmiş bir süreye
kadar salıverir. Şüphesiz ki bunda düşünecek bir kavim için
nice ibretler vardır.”
METİN “Can atlarını eğersiz koyar. Bu “en-nevmü ehul mevt:
Uyku ölümün kardeşidir,” hadisinin sırrıdır.”
İZAH Kardeşin kardeşe birçok hususta benzerliği olduğu
gibi uykunun da ölüme benzerlikleri vardır. Ölüm hâlinde
insan; dünyanın gam ve fikrinden kurtulmuştur, görmeden
ve duymadan uzaktır. Bunun gibi uykuda da bu böyledir.
Beytin birinci mısraında ruhu ata ve bedeni eyere
benzetmelerinde ki sebebe gelince; uyku halinde ruh, tıpkı
bir at gibi yürüyüp, gitmektedir. Uyanıkken beden atın
sırtındaki eyer gibi ruhu, kendine bağlamış olduğundan
ruha “at” bedene “eyer” benzetmesi yapılmıştır. Bundan
önce ruh usta ve süvariye ve beden at ve alete
benzetilmişti. Ancak orada uyku halindeyken ruhun
bedenden ayrılıp gidişi söz konusu değildi. Bedenin uyanık
hâlinde iken, ruhun bedeni yönetip yönlendirmesi
anlatılıyordu.
METİN “Lakin sabahleyin tekrar gelmeleri ve cesetle alakadar
olmaları için ruhların ayağına uzun bir ip bağlar.”
“O çayırdan ve meradan, yani âlemi manadan sabahleyin tekrar
çekip getirmek için.”
İZAH Manevî Ruh uykuda bedenden ayrılmış olur,
uyanıklıkta yine bedene döndürmek ve bağlamak için
manevi bir bağ koyulmuştur “yük altına” girmesi uy

Ruhların uykuda bedenlerden ayrılmaları, ruhların ata,
bedenin eyere benzetilmesi, daha önce tarif edildi ve
açıklandı. Mademki ruh ata benzetildi, onların yerinin de
çayıra benzetilmesi tabiidir. Ruhun “yük altına” girmesi
uyanıklık halinde insanî görevlerle meşgul olmasıdır..
METİN “Keşke Cenabı Hak, bu ruhu da Ashabı Kehf gibi yahut
Nuh’un gemisi gibi muhafaza edeydi de, bu uyanıklık ve algı
tufanından şu kalbi, şu gözü ve şu kulağı kurtarmış olsaydı
İZAH Allah-u Teâlâ, Ashabı Kehf’i hikmeti gereği mağarada
çok uzun müddet düşmanın şerrinden muhafaza etmişti.
Hazreti Nuh’un gemisini de birçok fırtınalardan korumuş ve
selamete ulaştırmıştı. Dünyada ruhların fırtınaları,
hadiseler, meydana gelen olaylar, şeytanın hile ve tuzakları,
nefsin arzu ve istekleridir. Ruhun bunlardan kurtuluşu olan,
ölüm veya uyku, Ashabı Kehf’in mağarası, Hazret-i Nuh’un
gemisi gibidir. Ölüm ve uyku vasıtasıyla dünya şerrinden
kurtulur, dedim dedi çekişmesinden uzaklaşır.
Önceden AÇIKLANDIĞI üzere Hz.Mevlana olayları ve dünya
hâllerini tufana benzettiklerinden buyururlar ki; Keşke
insan daima uykuda kalıp iki cihan da azabı gerektiren
olaylara ve fiillere düçar olmasaydı. Bu yüzden bu kadar
acılar çekmeseydi. Müslümanlar için ibadet ve güzel
ahlâkın kurallarını içinde toplamış olan Kuranı Azimü’ş
Şan’ın, Nuh’un gemisinden bin kat fazla koruyucu olduğu
ve selamete ulaştırdığını açıklamaya ve tekrar etmeye
gerek yoktur.
METİN “Bu dünyada nice Ashabı Kehf vardır ki senin yanı
başında ve önündedir.”
İZAH Daha önce açıklandığı üzere arif olanlar uyanıkken
bile dünya gamından, kederinden, vehminden kurtulmak
için ashabı Kehf gibi uykudadırlar. Bu hâlleriyle Allah’ın
merhamet ve koruması altındadırlar. Ashabı kehf gibi olan
arifler şu anda yanımızda bulunurlar. Ama yalnız dış

görünüşüne bakanlar, o yüce zümrenin mutluluk dağıtan
hâllerinden habersizdirler.
METİN “Mağara da yar da onunla nağmeler terennüm etmekte,
lakin ne fayda ki, senin gözün ve kulağın gafletle mühürlü olduğu
için göremiyorsun, işitemiyorsun.
İZAH Burada mağaradan maksat dünya veya arifin
bedenidir. İkisi de arife aykırı, çatışma hâlinde değildir. Tam
aksi arifle beraber manen zikir ederler, sevinç içindedirler.
Ama cahillikler ve günahlar insanların göz ve kulağına
mühür ve kılıf olunca ne arifi, ne zikri, ne fikrini işitip
göremezler. Arifler şu anda dünyada var olduklarına göre,
onların sahip olduğu saadetten yararlanıp mutlu olmak
mümkün iken Allah’ın emirlerine muhalif olanlar bu
nimetten mahrum kalırlar. Kör ve sağır olurlar.
Şemsettin ÖZKAN
10.02.2020 KONYA
KAYNAKLAR
1-Mevlana, Mesnevi,(Türkçesi Tahirü’l Mevlevi), İst. 2006, Kırkambar kitaplığı
2-Mevlana Celaleddin Rumi,Mesnevi-Tam Metin-Ankara, Panama yay.
3-www.mevlanavakfi.com

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir