AYNA BİR’DİR SIR DA SENSİN CAM DA BENDE GÖRDÜĞÜN NE VARSA O SENSİN CANCAĞIZIM

(Toplumsal İlişkiler 679)

وَلِلّٰهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُ فَاَيْنَمَا تُوَلُّوا فَثَمَّ وَجْهُ اللّٰهِؕ اِنَّ اللّٰهَ وَاسِعٌ عَلٖيمٌ
Doğu da Allah’ındır, batı da. Müslüman için yeryüzü, bütünüyle mescittir. Dolayısıyla, ibâdete elverişli her yerde ve her durumda, hatta kıble yönünü tayin edemediğinizde bile namazınızı kılabilirsiniz. O hâlde, hangi tarafa yönelirseniz yönelin, Allah’ın yüzü, yani hoşnutluğu ve sevgisi oradadır. Çünkü Allah’ınkudret ve şefkati sınırsızdır ve O, her şeyi en iyi bilendir.” (Bakara/115)

Yeryüzünde ve gökyüzünde her ne varsa herşey Allah’ın eseri değil midir? Herşey O’nun bir yansımasından ibaret değil midir? Sevgilerin menbaı ana kaynağı da O değil midir dostlar?

Hz. Mevlana; “ayna bir’dir. Sır da sensin, cam da… Bende gördüğün ne varsa o sensin cancağızım” derken bu meseleyi çok güzel özetler. Varlık aleminin asıl öznesi Allah’tır. Diğerleri O’nun tezahürleridir, yansımalarıdır. O zaman aşkta meşk de O’dur.

İnsan bu alemde birilerini, birşeyleri sever durur. Ama nihai hedef Allah sevgisidir. Çünkü Erich Fromm Sevme Sanatı adlı eserinde sevgileri kategorize ettiği gibi asıl sevgi Tanrı Sevgisidir. Her sevgi O’ndan doğmuştur. Gönlü geniş ruhu gezginlerin dördüncü kuralı şudur:
“Kainattaki her zerrede Allah’ ın sıfatlarını bulabilirsin, çünkü O camide, mescidde, kilisede, havrada değil, her yerdedir.Allah’ı

görüp yaşayan olmadığı gibi, O’ nu görüp ölen de yoktur. Kim O’ nu bulursa sonsuza dek O’ nda kalır.” Bu aşk usulü ŞEMSABAD (Kitab-ü Usul-i’l AŞK) adlı tarihi romanımızda nasıl işlenmiş bir görelim:

GEL BAKALIM, ATEŞLE NASIL OYNANIR GÖSTEREYİM. GÖR BAKALIM ATEŞ Mİ SENİ YAKAR? SEN Mİ ATEŞİ?

Söğüt Domaniç yaylalarından gelen kervan, günlerdir yollardaydı. Sabırla yol alıyorlardı. Yol boyunca geçtikleri yerlerde önlerine çıkan Argıthan’da ve Kadınhan’da sadece bir gün sabahtan akşama dinlenebilmişlerdi.

Konya bozkırlarının bakır rengi akşamlarında havada dönen kuşları gören, Dündar bey;

– Şu tepenin ardında inerken bir han vardı bildiğim. Daha önce uluğ sultanın yeni tahta çıktığında gelmiştim. Hanın adı da, Dokuzun hanı olacaktı galiba. Geceyi burada geçiririz inşallah!” deyince, Samsa Çavuş;

– Hayvanlar çok yoruldu. Mola vermemiz çok iyi olacak” dedi. Sülemiş:

– Hayvancıkların iyice dili çıktı boğazından be yaa “diye serzenişte bulundu.

At arabasını süren silahlı muhafızlardan biri:

– Hava kararmak üzere, hem de ters esen poyraz sanki bir fırtına çıkacakmış izlenimi veriyor” diye akıl yürüttü.

Asker haklıydı. Önlerindeki tepeyi tam aşmışlardı ki, bardaktan boşanırcasına bir yağmur başladı. Sanki fırtına çıkmıştı. Öyle delicesine yağıyordu ki, birden önde giden muhafızın fırtınayla gelen sesiyle herkes yüzünü o tarafa çevirdi:

-Han gözüktüü…”diye bağırdı. Bu haberle herkesin yüzünde fırtınayı takmayan bir tebessüm belirdi. Beş dakikada hana ulaştılar. Fırtına Han duvarlarını insafsızca kamçılıyordu. Selina devenin üstünde sağlam bağlanmış kafesin yağmurdan sırılsıklam olmuş kalın perdesini aralayınca on adım ötesinde fırtınanın sarstığı han kapısının önünde duran iri yarı hancıyı ve uşağını zor seçebildi.

Bu han, uçsuz bucaksız Konya steplerinde, etrafında bir derbent binası, bir çeşme ve bir köprüden başka bir şey olmayan meskûn bir yere benziyordu. Hava düzelinceye dek muhtemelen ertesi sabaha kadar, hanın önünden akan dereden geçmelerine imkân yoktu. Zaten havada iyiden iyiye kararmaya başlamıştı.

Samsa Çavuş’un sesiyle kendine geldi:

– Geceyi burada geçireceğiz Selina “

Yanındaki muhafızlarla gelip, onu devenin üzerinden hızla indirdiler. Hanın, kanatlı iki kapısı, büyük bir gıcırtıyla açıldı. Uşak, Selina’nın bindiği deveyi, açık ve kapalı bölümlerini bir arada barındıran hanın, ahır kısmına sundurmaya çekince, diğerleri de, atları ve develeri buraya götürüp bağladı. Avlunun doğu ve batı kanatları istikametinde ilerleyince, revaklı olduğu hemen göze çarpıyordu. Kuzey ve güney yönüne dikdörtgen planlı olan hanın girişi, doğuda dar bir cephedeydi.

İçeri girdiklerinde, kapalı kısmın öne doğru taşırılmış ve bezemesiz oluşundan, kapısından adımlarını atar atmaz görünce, şatafatsız bir bina olduğunu hemen anladılar. Gecenin karanlığı çökmek üzere olduğundan, kapının üzerindeki kitabeyi okuyamadılar. Samsa Çavuş sadece 1210 rakamını okuyunca “-handa eski değilmiş ama” diye hayıflandı. Hanın ortasında, daha geniş ve yüksek bir kubbe, yanlarında da, tonozlu üç bölüm göze çarpıyordu. Hancı, koridorlarda bulunan meşaleleri yakmakla meşguldü. İçerideki odalarda ise Alâeddin’in sihirli lambasına benzeyen içi yağ dolu kandiller, çoktan yanmıştı bile.

Samsa çavuş atını bağlarken, handa yabancı bir misafirin de olduğunu fark etti. Kafilede olmayan buralarda da pek bulunmayan iri cins bir beyaz at sundurmada bağlıydı. İçinden “ne güzel at amma” dedi. “Hepey pahalı olsa gerek” diye iç geçirdi. Atını sundurmaya çekerken, gemini ağzından çıkardı, yularını gevşetti ve üzerinden eyerini aldı. Elleriyle atını sevdi.

Selina yarı ıslak elbiseleriyle içeri girince, birden handa masasında yemek yiyen bir adamla, göz göze geldi. Bir anda ikisinin de gönüllerine aşk yıldırımları düştü. Saatler durdu, hızla akan hayat ırmağı, akışına sanki bir ara verdi. Yakışıklı, seyrek sakallı, omuzlarına kadar inen düz, uzun siyah saçlı, çekik gözlü, biraz basık burunlu, uzuna yakın orta boylu, güçlü ve kuvvetli kaslarıyla onu, yunan tanrılarından güneş tanrısı Helios’a benzetti. Tek farkları bu çekik gözlü adam Helios’tan da yakışıklı duruyordu. Başında beyaz bir börkü, üzerinde siyah bir pelerini, boynunda çift başlı bir kartal madalyonu ve uzun bir kılıcı vardı. Fırtınalı bir günde bu adam, güneş gibi, içini ısıttı. Kandilin ışığından adamın gölgesi duvara yansımıştı. Birden kalın bir erkek sesi duyuldu. Bu kafile başkanı Dündar beyden başkası değildi:

“ – Selamün aleyküm delikanlı!”

– Ve aleyküm selam beyim!”

– Afiyet olsun!”

– Sağ olunuz. Buyurun beraber yiyelim.”

– Biz kalabalığız” derken Samsa Çavuş çıkageldi.

-Öyle değil mi Samsa çavuş?” deyince Dündar bey, Samsa Çavuş “-hıı, hıı” diye bir ses çıkardı. Hemen ekledi:

-Adın ne yiğidim? Bahşeder misiniz?”

Yabancı adam:

– Baturalp Hamza! Uluğ sultanımız Alaeddin’in fedaisiyim.”

-Yiğitler yiğidi Hamza. Peygamberimizin o cengâver, Baturalp(yiğitler yiğidi) amcası. Ne güzel ismin varmış be yiğidim! Duygulandırdın beni” deyip heyecanını belli etti. İsminin Baturalp Hamza olduğunu söyleyen adam:

-Ayakta kaldınız şöyle buyurun “diye ayağa kalkarak centilmenlik gösterdi. Dündar Bey genç delikanlının gösterdiği sandalyeye otururken, Samsa Çavuş:

– Ben Selina’nın kalacağı odayı ayarlıyayım da öyle geleyim” deyip Selina ’ya Rumca bir şeyler söyledikten sonra:

-Hancı kardeş, bu hanım kızıma şöyle şömineli bir oda ayır. ”dedi. Hancı önde Samsa Çavuş onun arkasında, Selina ’da onların arkasında giderken Selina, kafasını geriye çevirerek Baturalp Hamza’ya “beni, ara bul” der gibi masum masum, baktı. O da buna kayıtsız kalmayarak içinden sessizce “inşallah” dedi.

Samsa Çavuş gelince sohbet daha da koyulaşmıştı:

– Ee yiğidim! Nerden gelip nereye gidiyorsun?”

-Allah’tan geldik yine Ona gidiyoruz.” Deyince, Samsa Çavuş:

-Orası öyle ağa” dedi. Baturalp Hamza:

-Uluğ sultanımız, Ertuğrul Gazi’nin gönderdiği ganimetlerle dolu bir kervanının, Konya’ya doğru yola çıktığını haber almış. Onları karşılamak üzere bana özel bir görev verdi. Güvenliği sağlamakla görevliyim.

Samsa Çavuş:

-Ooo, o kervan biziz be aka. Anlayamadın mı be yaa. Biz zatenciime onca yol geldik şurda kala kala yarım günlük yol kalmış be yaa” dedi. Baturalp Hamza:

-Anladım siz olduğunuzu da ağa, birde sizin ağzınızdan teyit ettireyim dedim be yaa ” diye Samsa Çavuş’un aksanı ile konuşunca, bir kahkaha tufanı koptu. Baturalp Hamza : “-Kervan daha Konya’ya tam ulaşmadı. Konya kalesinin surlarından içeri girmedi. İçeriden veya dışarıdan bir saldırıya karşı Uluğ sultanımız tüm kervanları sigorta ettirmiş durumda. Bu yüzden Selçuklu sınırları içinde güvenlik tam sağlanıyor. Diyelim bir ticaret kervanı saldırıya uğramış, derhal devlet fonundan zararı karşılanıyor. Bu yüzden tarihi ipek yolu üzerindeki Selçuklu Devleti sınırları içine giren tüccarlar kendini güvende hissediyor. Ahi esnaf kardeşlerimizde ahlaki yönden katkı sağlıyorlar. Sinop’tan Alaiye’ ye kadar limanlarda da tam güvenlik sağlanmış durumda. Bu yüzden iktisadımız, ekonomimiz çok şükür iyi.” Deyince Dündar Bey:

– Allah devletimize zeval vermesin.” dedi. Hep beraber:

-Âmin,” dediler.

Yemeklerini yedikten sonra yatsı namazı için Baturalp Hamza yanık ve sesiyle ezan okudu, ses adeta hanın içinde yankılandı, yankılandı ve odasında elbiselerini kurutan Selina “Ne kadar güzel bir melodi bu” dedi. Yemeğin üstüne ateşin karşısında yorgunluğun etkisiyle, o yabancı adamın yüzünü hayal ederek derin bir uykuya daldı.

Rüyasında o yabancı adam gel Selina, gel diyordu. Selina, hanın şöminesindeki ateşlerle oynuyordu. Ateş narin ellerine, nazik vücudunun üzerine sıçrıyor, ağlıyordu. Birden hanın başka odasından koşarak gelen yakışıklı adam;

Gel bakalım gel! Ateşle nasıl oynanır göstereyim!

Gör bakalım! Ateş mi seni yakar, sen mi ateşi?” diyor, Selina’nın üzerine sıçrayan her kıvılcımı ağzıyla söndürüyordu. Ateş onunla değil, o ateşle oynuyor ateşi terbiye ediyordu. “Gel, Selina Gel güzel kız” diyordu. Sen şimdiye kadar bu evrende Allah’ı bulamamışsın. Her yerde o var, Nicaea’daki kiliselerde aramışsın bulamamışsın, şirke bulanmışsın, bak şu uçan kelebeklere, akan nehirlere, Nicaea’nın gölüne, bülbüllerin ötüşüne, şafakların söküşüne bak Selina hepsi Allah diyor, kulak kabart deyince, Selina Nicaea gölüne kulağını koyup dinleyince, gölden “Allah, Allah” seslerini duyuyordu. Bülbüllerin ötüşüne kulak kabartınca “Allah, Allah” sesini işitiyordu. Her şey, ama her şey “Allah” diyor, o bir türlü söyleyecek oluyor, söyleyemiyordu. Yabancı adam Allah’ı bulunca hep onda kalacaksın, bir daha dönmeyeceksin başka yöne diyordu. Genç adama doğru koşmaya başladı, bir anda dili çözüldü. Allah, Allah demeye başladı. Ona sığınır gibi, sarıldı. Erkeğin heykel gibi güçlü ve yapılı vücudu vardı. Kasları güçlü, sert ve kocamandı. Bir kadının hayal bile edemeyeceği yerlerinde kasları vardı. Omuzlarının üstünde, pazılarında, ön kollarında, göğsünde, boynunda, ayaklarında hâsılı her yerinden güç fışkırıyordu. Çok yakışıklı ve büyüleyici bir yüzü vardı. Selina tam dudaklarını adamın dudaklarına götürüyordu ki, adam eliyle onun ağzını kapatarak; “Selina, elbette kadın ve erkeğin bedensel birleşmelerinde de tevhit sırrı var. Ama sen önce Allah’ı bir bul, diğerleri onun sevgisinin yanında denizde bir damla mesabesinde kalacak” dedi. Selina “o zaman ne yapmalıyım?” deyince, genç adam;

-Cennetin kapısı ve anahtarı üzerinde yazılı olan şeyi hatırlayarak, o bin rahibin Müslüman olurken söylediği sözü kalpten ciğerden söylemelisin” dedi. Selina;

-Acaba ne idi? Acaba ne idi? Acaba ne idi?” diye üstü üstüne çıkmış sorular içinde uyandı. Tan yeri ağarmaktaydı. O adam yanık sesiyle saba makamında sabah ezanını okuyordu:

-Ben tanıklık ederim ki, Allah’tan başka ilah yok!

-Ben yine şahitlik ederim ki, Hz. Muhammed onun elçisidir.” Bu sefer bulduğu Allah (c.c) ‘de kalmakta kararlıydı. Bütün dünya karşısına dikilse, o sır dolu tanıklık cümlesini, herkesin önünde söyleyecekti.

Şemsettin ÖZKAN

30.04.2022 GÜZELYALI

KAYNAKLAR

1-kuran.diyanet.gov.tr

2-kuranmeali.com

3-pixabay.com

4-Şemsettin ÖZKAN, ŞEMSABAD (Kitab-ü Usul-i’l AŞK) adlı henüz basılmamış tarihi romanımdan alıntı

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir