PADİŞAH VE CARİYE 2

Mesnevi’den 8. sohbetimiz
“Ruhlara şifadır, sevgilileri sevdiğine, hastaları çaresine kavuşturur.”
HZ. MEVLANA DER Kİ:
Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla

…Padişah doktorların aciz kaldıklarını görünce, yalın ayak mescide koştu. Mescide gidip mihrapta secdeye kapandı. Secde yeri gözyaşından sırılsıklam oldu. Yokluk istiğrakından(ilahi aşka gelip kendinden geçmeden) kendisine gelince açtı ağzını, hoş bir tarzda medh-ü senaya başladı: ”En az bahşişi dünya olan Allah’ım! Ben ne söyleyeyim? Zaten sen gizlileri bilirsin. Ey daima dileğimize sığınak olan Allah’ım! Biz bu seferde yolumuzu şaşırdık… Gerçi sen ‘Ben senin gizlediğin şeyleri bilirim. Fakat sen, yine onları meydana dök,” dedin. Padişah ta can evinden coşunca Allah’ın bağışlama denizi de coştu. Padişah ağlama esnasında uykuya daldı. Rüyasında bir pir göründü. Dedi ki: “Ey padişah, müjde dileklerin kabul oldu. Yarın bir garip (Allah yakını) gelirse o, bizdendir. O gelen işin ehli doktordur. Onu doğru bil, çünkü o emin ve gerçek erenlerdendir. Yani öbür şarlatan doktorlar gibi yalancı doktor ve hilekâr değildir. Hakiki bir doktorda bulunması gereken operatör doktorluk, güvenilirlik ve doğruluk özelliklerine sahiptir. İlacındaki mucizeyi ve mizacındaki Hak kudretini gör!” Vade zamanı gelip gündüz olunca, güneş doğudan görünüp, yıldızları yakınca, padişah rüyada kendine gösterdikleri zatı görmek için pencerede bekliyordu. Bir de gördü ki, faziletli, bilgili bir kimse, gölge ortasında bir güneş, uzaktan hilal gibi erişmekte, yok olduğu halde hayal şeklinde var gibi görünmekte. Ruhtaki hayal yok gibidir. Sen bütün bir cihanı hayal üzere yürür gör! Onların barışları da, savaşları da hayale dayanır. Öğünmeleri de, utanmaları da bir hayal gibi olan ruhtan doğar. Evliyaya tuzak olan o hayaller, Allah’ın bahçelerindeki ay çehrelilerin yansımalarıdır. Padişahın rüyada gördüğü hayal de o misafirin çehresinde görünüp duruyordu. Padişah bizzat mabeyincilerin yerine koştu, o gaipten gelen konuğun huzuruna vardı. Her ikisi de aşinalık öğrenmiş birer denizdi. Her ikisi de dikilmeksizin birbirine bağlanmışlardı. Padişah; “Benim asıl sevgilim sensin, o değil. Fakat dünyada iş işten çıkar. Ey aziz sen bana Mustafa’sın. Ben de sana Ömer gibiyim. Senin hizmetin uğrunda belime gayret kemerini bağladım,” dedi.     

(Mesnevi, 56- 78. Beyitler)

        Semboller:

(Padişah> Ruhumuz)(Cariye> Nefsimiz)(doktorlar> Sahte hocalar, şeyhler) (Rüyada gözüken operatör doktor> Hakiki Mürşid-i kamil, yol gösteren gerçek hoca, alim)                                                                                 —————————————————————————————–

       Geçen yazımızda Padişahın, cariyenin hastalığından ötürü doktorlara onu iyileştirmesi için varını yoğunu verdiğinden, yalvarıp yakardığından, ancak onların tedbir ve müdahalelerinin hakiki uzman, operatör doktorlar olmadığından hiçbir işe yaramadığından bahsetmiştik.

       Padişah, önce cariyeye, sonrada bu sahte ve taklitçi doktorlara sığınmanın getirdiği acı ve sıkıntılardan ötürü, Allah’a sığınıp, bütün kalbiyle ve samimiyetiyle yalvardı. Hayata ha şimdi, ha sonra başlayayım derken, bir de bakıyor ki Padişah, tükenmiş ömür… Hayatın sonları gelmiş, avucunda da son kullanma tarihi çoktan geçmiş yığınla tecrübe kalmış. Kötülüğü emreden nefsin, bize yutturduğu para, mal, mülk, kadın vesaire hepsi ondan kaçıyor, bu yüzden bizden kaçmayan, bir secde izleri kalıyor geriye. Alnımıza adeta çivilenmişçesine yapışmış. Yitmiyor, kokmuyor ve bozulmuyor bu secde gülleri. Bu yüzden Padişah mescide koşup, kulca, acizce ve tövbeyle, isyanları yıkayan gözyaşlarıyla ve tüm içtenliğiyle Allah’a yakarıyor. Bir kapıya gidersin, bir daha gitmekten utanırsın, sıkılırsın. Ama bir kapı var ki, her gün gidersin, bir daha, bir daha gidersin. Gitmelere de doyamazsın. Padişah biliyordu ki, bu kapıdan asla kovulmayacak. Zaten cariyeye kul köle olmakla bir hata yaptı, sonra da ikinci hatayı, sahte doktorlara inanmakla yaptı. Hata, hata, hata… Günah, günah, günah… Ama ayıpları için, akıttığı her damla gözyaşının, cehennem ateşini söndüreceğini umarak, ayıplarını Rabbinin yüzüne vurmayacağını bilerek, padişah sonunda en güçlü silahına sarıldı:

 “Nasuh tövbeyle dua”

         “Aşk nedir bilmiyorsan, gecelere sor, şu sararmış yüzlere sor ve şu kuruyan dudaklara sor,” der Hz. Pir, tövbe edenlerin halini anlatmak için. Bir günah işlediğinde hemen tövbe et der Hz. Mevlana. İnsanın suya düştüğü için değil, sudan çıkamadığı için boğulduğunu vurgular. En büyük mutluluk ve makam, geceleri Allah için dökülen gözyaşıdır.

           İnsan sadece gönlüyle değil, diliyle de hata ve günahlarını söyleyip, Allah’a münacat ederse, kendini tam manasıyla konunun içinde bulmuş olur. Evet, söz ile beyana göre kalp ile beyan, daha kuvvetli olsa da, insanın sözle anlatması kendisi açısından fayda verir. İnsanı esenliğe çıkarabilir. Düşünceler söz olur, sözler davranış olur. Davranışlarımızda gün gelir hayatımız kaderimiz olur. Kendi ağzımızdan çıkarsa; insan çaresizliğinin, dilek ve isteklerinin anlamlarını daha iyi kavrar. İnsanın aklı neye muhtaç olduğunu daha iyi ayırt edebilir uyanık ve dikkatli olur. Anlamları sadece zihnimize hapsedip dilimizle de ifade etmezsek, vücudun dışında kalmış gibi benliğimizden ayrılmış olur. Dilimizle söylediğimizde bizim ve diğer insanlarında Allah’a sevgi ve muhabbeti artar.

         Padişahın gönlünün ta derinliklerinden yalvarmaları, elbette bir karşılık bulacaktı. Buldu da nihayetinde. Rüyasında gördüğü ruhani Pir ona; ‘gelirse’ bir garibin onu ziyaret edeceğini, gerçek doktorun ta kendisinin gelecek olan bu garip olduğunu söyler. ‘Gelirse’ ifadesiyle mü’min kişinin ümitle korku (beynel havf ve’rreca) arasında olması gerektiğinin altı çizilir. Gariptir hep, Allah dostları. Ruhaniyete eren zatlar zaten dünyada hep gariptirler. Hor görme harabat ehlini Şakir, hazineye malik viraneler var. Hakiki Allah erenleri zengin ve ihtişamlı hayat sürmez. Bu doktor hakiki mürşid-i kamildi. Sahte hoca şeyh değildi. Bu mübarek insan diğerleri gibi kendine kul köle olmaya değil, Allah’a kul olmaya sadece ona ibadet etmeye çağırıyordu. Hacıveyiszade, Ladik’li Ahmet Ağa, Ramazanoğlu Mahmut Sami Efendi gibi nice kamil-i mürşitler bu konuda bizlere örnek oldular.

         “ Ruhtaki hayal yok gibidir. Sen bütün bir cihanı hayal üzere yürür gör!” Birinci dizedeki revan “ruh” ikincide “gidici” anlamındadır. Hayal olan dünyanın fani, geçici yönleridir. Ruh baki ve kalıcıdır. Dünya ise, aklın hayalleri gibi sürekli bir halden diğer hale geçmekte, yürümektedir. Dünya hâllerinde sebat, kalıcılık yoktur. Akıllı olan kimse dünyayı hayal gibi görür. Ve bir hayale ne kadar muhabbet lâzımsa o kadar muhabbet edebilir. Daha çok muhabbet ederse dünyanın lezzetleri hayal gibi geçer. Onu seven ve ona bağlanan ise azap ve büyük acı çeker.

         “ Onların (Arif olmayanların); savaşları da, barışları da hayale dayanır. Övünmeleri de, utanmaları da bir hayal gibi olan ruhtan doğar. Bütün dünyaları hayalden ibarettir.” Hayal; bazen insana güzel gelirken burada geçerli ve değerli sayılmamasının iki nedeni vardır: Biri, insanın ömrü meselâ atmış veya seksen sene varsayalım, bu müddet içinde lezzet verici olan hayal pek az yer tutar. Gölge gibi hızla kaybolucudur.                                                                       Diğeri, hayalin ortaya çıkmasına neden olan niteliğin, şimdiki zamandan ve gelecekten uzak ve niteliksiz olmasındandır. Bunun gibi dünya da ahirete oranla hayal gibidir. Dünyanın, bütün mutlulukları ve lezzetleri sunidir, sadece şekilde vardır, gerçekliği yoktur. Baki, kalıcı değildir. Dünyada ruhaniyeti artırıcı, insaniyete hizmet edici olan mesai dışında, cismanî lezzet olarak ne varsa bir saniyeliktir. Hayal dediğimiz fikirden bile daha hayaldir. Hayaller gibi gerçekliğe işareti olan anlamlara sahip değildir. Bu bir saniyelik hayaller gibi olan lezzetler insanın dünyadaki ömrüne oranla yine ufak, küçük bir parça sayılabilir. Ama insanın ölümünden sonra gelecek sonsuz zamanlara oranla dünyada ki ömür hiç mesabesinde olduğundan dünya ömrünün bütünü de hayalden başka bir şey değildir. Hayal, yokluk ve hele nefsin istekleri, bekadan (Sonsuzluktan) tamamıyla soyulmuştur. Bundan dolayı akıllı adam, bekaya, sonsuzluğa dair olan sebepleri terk ederek, fani, geçici olan şeylere meyletmez. Akıllı olanın dünyada seveceği şeyler, Hak Teâlâ Hazretlerinin emir buyurduklarıdır. İnsanlığa ve ruhaniyete hizmet etmek üzere emredilen vesilelere ait maddelerdir.

        Şurası da ikaza değer bir konudur. Bazı çalışmalar ilk bakışta sırf dünyevî işlerden görünse de gerçeği görebilmek üzere dikkatle araştırılınca neticesi bakımından tıpkı ruh gibi baki, sonsuzdur. Meselâ bir insanın devletine, bütün insanlığa kuvvet ve konumunu artırıcı hizmetlerin çaba ve gayreti içinde olması, sırf dünyevî olan işlerden sayılmaz. Çünkü bu kuvvet ve konum sayesinde devletinin gücünü, halkın mutluluğunu ve bütün insanlığın güzel ahlâkını, buna bağlı olarak da onların ebedi esenliğini kazanmasını sağlar.

           İnsanın elde etmeye çalışırken, Allah’ın emirlerine aykırı düşerek kendini sapıklık ve zillete sürüklediği her şey, dünyevîdir. Bu dünyaya aittir, fanidir, bir hayalden ibarettir.

          “ Evliyaya tuzak olan hayaller, Allah’ın bahçesinde ki ay yüzlülerin yansımasıdır.” Bir adamın aklına “Bu dünyada mademki her şey hayaldir, Evliyaullah da insan olduğuna göre, onların övünç ve düşünceleri de hayaldir.” fikri gelebilir. Hayır, hayal değildir. Çünkü o yüce kitlenin tasarımları, Musavvir olan Rabbimizin ruhanî gül bahçesinde bulunan ay yüzlü Peygamberlerin yansımasıdır. O Yüce Peygamberlerin yansımaları ise insanlık âlemine bıraktıkları hikmet dolu emirleridir. O hikmet dolu emirler ise, insana, gece karanlığında sohbet edecek kadar yakın olan dostu gibidir.

           Evliyanın hayali, ay yüzlülerin yansıması olan emirlerdir. Bu emirlere “dam: tuzak” denmesinin sebebi, Evliyanın nefislerini, yasaklanan işlere yönelmesinde hür bırakmamasından dolayıdır. Evet, bu hayaller kötülüğü emreden nefis için tuzaktır. Ama yine o emirler, aslında mutluluk tuzağıdır ve fırtınalı denizde kurtuluş gemisidir. Evliya bu tuzağa, emredilmiş kayıtlara kendilerini bağladıkları, hatta bütün benliklerini verdikleri için, gerçekten bedenleri şeklen esir, ama ruhları özgür, gönülleri tok ve hürdür.

         “ Padişah’ın rüyasında gördüğü o hayal de, misafirin çehresinde görünüp duruyordu.” Padişah bekliyorken bir yüce kişinin gelmekte olduğunu gördü. Gelenin rüyasında kendisine müjdelenen doktor (mürşid-i kamil) olduğunu derhal anladı.

         “Padişah bizzat mabeyincilerin (kapıcıların) yerine koştu. O gaipten gelen konuğunun huzuruna vardı.” Padişah’ın misafiri karşılamaya gittiğine dair olan zahiri manadan başka “Padişah’ın ileri gitmesi” tabirinde Rabbanî nimete nail olarak, ruhanî dünyada mesafeler almayı başardığını, mükâfata hak kazandığını hissettiren bir iç mana daha vardır. Kabiliyetli bir insan, hayırlı işlerde başlangıç olarak az çalışsa bile daha sonra çalışma ve gayreti artacak, yeterli olgunluk derecesine yükselecektir. Bu tecrübeyle sabittir.

             “ Her ikisi de ( padişah ve gaipten gelen doktor) aşinalık öğrenmiş birer denizdiler. Her ikisi de dikilmeksizin birbirine bağlanmışlardı.” Padişah ile gaipten gelen tabip daha evvel birbirilerini görmemişlerdi. Dostlukları, muhabbetleri, beraberlikleri yoktu. Ama manen birbirine yakın iki deniz gibi aşina ve tanıdık idiler. Ortada bulunan engel Allah’ın izni ile kalkınca bu iki derya bir araya geldi. Aralarında ki bağın kuvvetinden dolayı “birbirine dikilmiş” gibi oldular.

            “Padişah ‘benim asıl sevgilim (maşukum) sensin o (cariye) değil. Fakat dünyada iş işten çıkar,’ dedi.” Padişah; gaipten gelen Hekim’e gayet hürmet ve muhabbet eder. “Cariyeyi ne kadar sevdiğimi biliyorsunuz. Fakat o muhabbet senin gibi bir arif ve akıl kaynağına ulaşabilmek için bir araçtı. Bir nimetti.” der.

             Âlemde bir işten akla hatıra gelmeyecek birçok başka hâller durumlar ortaya çıkar. Ortaya çıkan bu başka hâller ve durumlar Cenab-ı Hakka bağlı olanlar için daima fayda ve saadet vericidir. Günaha cüret edenler için ise azap ve sapkınlık gösterici olur. Doğru yoldan sapanların, günahkârların işleri evvelce bir miktar tatlı görünse de sonradan sakatlığı ortaya çıkar. Elem verici olur.

         “ Ey aziz! Sen bana Mustafa’sın. Ben de sana Ömer gibiyim. Senin hizmetin uğrunda belime gayret kemerini bağladım.” Padişah’ın bu iki yüce ismi (Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) ve Hz. Ömer (r.a) efendilerimizi) arifçe anması onun trans halini ve o mübarek insanlara sevgisini gösterir. Ayrıca, alacağı büyük manevî mesafelere bir ilham ve işaret vardır.

Şemsettin ÖZKAN

26.11.2019 KONYA

KAYNAKLAR

1-Mevlana, Mesnevi,(Türkçesi Tahirü’l Mevlevi), İst. 2006, Kırkambar kitaplığı

2-Mevlana Celaleddin Rumi,Mesnevi-Tam Metin-Ankara, Panama yay.

3-www.mevlanavakfi.com

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.