(Toplumsal İlişkiler 692)
اِنَّا خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ مِنْ نُطْفَةٍ اَمْشَاجٍࣗ نَبْتَلٖيهِ فَجَعَلْنَاهُ سَمٖيعاً بَصٖيراً
“Şüphesiz biz insanı, karışım hâlindeki az bir sudan (meniden) yarattık ve onu imtihan edeceğiz. Bu sebeple onu işitir ve görür kıldık.” (İnsan/2)
Bu konu başlığını atınca aklıma Şeyh Galib’in o meşhur dizeleri geldi. Üstad şöyle der;
Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen
(Yani ey Hz. İnsan! Kendine saygıyla hürmetle yaklaş. Çünkü sen kainatta yaratılmışların özü gözbebeği olan insansın.)
Hz. Mevlana da; “kendini okyanusta bir damla sanma! Bir damlanın içinde kocaman bir okyanussun” sözüyle verdiği mesaj insanın dünya içinde ayrı bir dünya olduğu, her bir insanın da farklı farklı dünyalardan gezegenlerden ibaret olduğunu ifade eder. Yaradılışı da insanı öyle değil midir? Bir damla insan nutfesinde neler gizli neler gizli. Alexis Carrel’in ifadesiyle “insan denen meçhul” tam bir muamma.
Sırf insan genini açsak 900 küsur sayfalık bir ansiklopedi sayfası gibi bir rakama tekabül ediyor. Bu da insanın çok özel donanımlarla yüce Yaratıcı tarafından yaratıldığı sonucunu veriyor bize. Lu Wang “insan yaradılıştan iyidir. Kötülüğe yönelişi dış tesirlerden kaynaklanır” derken insan fıtratının doğuştan güzelliğine işaret eder.
“İnsanın hammaddesi topraktır fazla sulandı mı çamurlaşır” derken insanın lakaytlığını anlatır Hz. Mevlana. Her ne olursa olsun insan meleklerin kendisine tazim secdesi yaptığı bir varlık. Saygı gösterilmesi gereken, yeryüzünde Allah’ın halifesi olan bir varlık. O okyanusta bir damla değil, bir damlanın içinde kocaman bir okyanus o. Böyle bakılması ve ona göre her şeyden önce gereken özenin gösterilmesi gerekiyor.
Gönlü geniş ruhu gezginlerin yirmidördüncü kuralı şöyle der: “Mademki insan eşref-i mahlukattır, yani varlıkların en şereflisi, atttığı her adımda Allah’ın yeryüzündeki halifesi olduğunu hatırlayarak, buna yakışır soylulukta hareket etme- lidir. İnsan yoksul düşse, iftiraya uğrasa, hapse girse, hatta esir olsa bile gene başı dik, gözü pek, gönlü emin bir halife gibi davranmaktan vazgeçmemelidir.”
Bu aşk usulü Şemsabad (Kitab-ü Usul-i’l AŞK) adlı tarihi romanımızda nasıl işlenmiş bir görelim:
Altun-Aba medresesinin duvarlarına, esrarengiz bir adam, yaslanmış, tefekkür halinde oturuyordu.
Yaşı altmışa dayanmış bu adam, gayet dinç, hareketli ve de yüzünden adeta nur akıyordu. Görenin, bir daha bakmak gereksinimi duyduğu, yaşlı ama genç gösteren bu adam, hiç de buraların adamına benzemiyordu. Çok güzel bir kıyafeti de yoktu. Derviş meşrepli bir hali vardı. Klasik bir dervişe de hiç ama hiç benzemiyordu. Gönlü geniş, ruhu gezgin bir hali vardı.
Etrafındaki insanlarla da, pek konuşmuyordu. Sanki nazar edip, sohbet edecek birini, arar gibi bir hali vardı. Doğal davranışlar sergilemesi, onun pek şöhrete düşkün olmadığını, melamet neşvesine sahip olduğunu, kanıtlar gibiydi. Yalnızlığı sevdiği her halinden belliydi. Hele cahil cühela takımına hiç meyletmiyordu:
“-Benim bu âlemde cahillerle işim yok. Ben onlar için gelmedim.” Diyordu.
Vakitli vakitsiz kapısını çalabileceği, “nereden çıktı bu vakitte” demeden, bir gece yarısı ansızın yataktan fırladığında, “gözünün dilini” bilen, sormadan dinleyen, söylemeden anlayan, en mahrem sırlarını vereceği, en derin aşk yaralarını sarabilen, gölgesinde serinlediği, kalbinde ısındığı, şeyhin müridin birbirine karıştığı, bir dost arıyordu. Hayatının labirentlerinde “insan” arıyordu. Madem insan, yeryüzünün en şerefli varlığı ve Allah’ın kendisine yetki, otorite verdiği bir temsilci, süper yetkilerle donatılmış bir varlık, o halde bu soylulukta hareket etmeli değil miydi? En zor anlarda bile bir kent soylu bilinciyle bir tavır alacak medeni cesaretini hiç kaybetmeyecek birini kılı kırk yararcasına araştırıyordu. Aslında onu Şam’da ders verirken şehrin dışında atıyla giderken, başını koyu renk örtüyle örterek önünde durmuş;
“-Sen her şeyi biliyormuşsun, öyle ise benim de kim olduğumu bil.” Deyip çekip gitmişti. Hz. Mevlana’da oracıkta donup kalmıştı:
“-Ben bana öğretilen şeyleri biliyorum, bir insanın kim olduğunu nasıl bilebilirim?” diye mırıldanmış arkasından baka kalmıştı.
İşte o, bir mum yakmış, Konya sokaklarında sokak sokak, o insanı, o soylu adamı, o eşref-i mahlûku arıyordu.
Birden dayandığı duvarların dış kapısı aralandı. İçeriden temiz giyimli, sarığı güzel sarılmış etrafında iki müridin yularını tuttuğu katırın üstünde duruşundan önemli biri olduğu anlaşılan biri çıktı. Koşuşturmaca içinde müritleriyle beraber yol almaya başladı.
Esrarengiz adam yanında bulunan birine:
“-Kim bu adam?” dedi.
Müritlerinden olduğu anlaşılan talebe:
“-Mevlana Celaleddin Rumi, o bizim şeyhimiz” dedi.
“-Hiç değişmemiş tevazu ve vakarından bir şey kaybetmemiş, ama bu başkentin havasında mana raksı yok. Bu yüzden ham, pişmesi gerek, sonra da yanması” dedi içinden soru soran adam.
Esrarengiz adam elini alnına götürerek:
“-Ya demek şeyhiniz? Nelerden hoşlanıyor mesela?” dedi.
Talebe:
“-Mesela” deyip, biraz düşündükten sonra;
“-Kibar insanlardan, temiz, düzgün giyinenlerden hoşlanır.” Dedi ve koşarak Mevlana’nın bulunduğu topluluğa karıştı.
Yabancı, gidenlerin ardından bir süre daha baktıktan sonra kaldığı hana geri döndü. Hana varmadan köşedeki fırının önünde bir kadın fırıncıya;
“-Ak guzum, gök guzum. Ben bir dul kadınım, param pulum yok, Allah rızası için, şu infak edilmiş ciğeri bir gızartıvır.” Diye fırıncıya yalvarıyordu.
Fırıncı ise hiç oralı değildi:
“-Diyze bende burda odun yakıyom yav, para virmeden olmaaz. Heeç yorma gafanı, halımız eyyam bizim”
“-Ahacıkana şorda ataş zaten yanıvırı. Allah rızası içün gızartıvırda, fırının dolsung daşsıng.”
“-Hati kit! Hati kit diyze yav!
“-Fırının nağadar dolar daşar biliyon mu?”
“-Hati kit! Hati kit!”
Olaya şahit olan yabancı adam çok hüzünlendi. Yavaşça kadının elindeki ciğeri alarak arkasına döndü ve kalbinin üzerine koydu. Cızır cızır dumanlarını tüttürerek, ciğerin iki yanını da kızarttı. Kadın hem şaşırmış, hem de çok sevinmişti:
“-Allah razi olsun, dedem, Allah ne muradın varısa virsin.”
“-…………………….”
O kızartmadan yayılan manevi kokudan, Konya’nın havasına, mana karıştı. Halk namazını kılıyordu, orucunu tutuyor, zekâtını da veriyordu. Ama infak yoktu. Bu yüzden şehrin atmosferinde manevi bir aşılanma olmuyordu. Esrarengiz adam bunu yaptı. Şeklen her şey vardı, her şey yapılıyordu ama anlamların dansı yoktu.
Ertesi gün ikindiye doğru aynı saatte yine medresenin yanındaydı. Mevlana katır üzerinde giderken birden duvara yaslanmış bu esrarengiz adamı fark etti. İçinden;
“-Ne kadar nur yüzlü? Daha önce onu buralarda hiç görmemiştim.” Diyerek bu esmer, yanık buğday tenli, yaşlı adamın, yüzündeki nurdan, kendini alamadı. Tıpkı güneş gibi, gözlerini kamaştırıyordu. Yedi rengin yansıması gibi, keskin bakışlarıyla, onu süzüyordu. Üzerinde eski elbiseler vardı, hatta Mevlana’nın, temiz giyimi sevdiğini öğrenince, gidip, dünkü yeni elbisesini çıkarıp, yerine daha da eski elbiseleri, giymişti. Üstüne üstlük, bir de, toza toprağa bulanmıştı. Mevlana’da biraz fazlaca durup bakmaktan bir utanma, sıkılma meydana geldi. Bu yüzden, selam verip, gitmek istedi. Ancak esrarengiz adam, Hz. Mevlana’nın katırının geminden tutarak ona bir nazar attı.
Mevlana o anda, tüm dünyasının, yeniden yapılandığını anladı. Sanki bu bakışa, önceden kapalı kapılar ardından, ‘ben kimim?’ hitabıyla bakmış gibiydi. Ama bakmış gibiydi sadece. Şimdi ise, bu bakışın içinde, neler, neler görüyordu. Eskiden bakıp geçmişti. Şimdi ise, o gözlerdeki nazarın, dolu olduğunu apaçık iliklerine kadar hissediyordu. Bu saçı sakalı karmakarışık, yaşlı dervişin birer kıvılcım gibi çakan nazarları altında ezilmişti. Ömründe böyle büyüleyici, yakıcı gözleri ilk kez görüyordu. O anda sanki bir yıldırım çakmış, ikisini de ateşlemiş gibiydi. Hz. Mevlana birden tanımadığı bu yabancı adamın yüzüne daha da dikkatlice bakıp;
“-Ne istersin?” dedi.
Kısa ama bu aşikâr nazarın, arkasındaki sessizliği, yabancı adamın ağır ağır, tane tane, ciddi sözleri bozdu:
“-Cisminizi gördüm, adınızı öğrenmek isterim.” Dedi.
Mevlana hazretleri edeple;
“-Benim adım, Muhammed Celâlettin’dir, efendim” dedi.
Esrarengiz adam, kararlı bir ses tonuyla;
“-Hazretim siz ki, bir ilim sarrafısınız. Bir problemim var bunu çözer misiniz?” dedi.
“-Estağfirullah, her meselenin mutlak bir çözümü vardır efendim. Mesele nedir?”
“-Zor durumdayım. Hz. Muhammed(s.a.v) mi büyüktür? Yoksa Beyazid-i Bestami mi? Ne dersiniz?
Mevlana hazretleri, böyle cadde ortasında, insanların şaşkın bakışları arasında, böyle acayip bir soru karşısında irkilip, peygamberin adının geçmesinden ötürü telaşsız bir şekilde katırından inip;
“-Böyle soru mu olur? Elbette ki, Hz. Muhammed (s.a.v) büyüktür. Bütün evren onun yüzü suyu hürmetine yaratılmıştır” diyerek Hz. Peygamber hakkında ayet ve hadisler okudu.
Sonra da;
“-Beyazid-i Bestami’ ye gelince, Hz. Muhammed (s.a.v)’in ümmetlerinden biridir” diye ekledi.
Esrarengiz adam:
“-İyi, hoş dersin de, Peygamberimiz günde 70 kez tövbe istiğfar ederek;’ Yarabbi! Seni yüceltirim. Biz seni hak ettiğin gibi, bilemedik’ buyurur. Hâlbuki Beyazid-i Bestami, ‘Ben kendimi yüceltirim. Benim şanım ne uludur. Çünkü her türlü eksik sıfatlardan arınıp Hakk’a karıştım.” Diyor. “Buna ne dersin?” diyerek can alıcı soruyu sordu.
Hazreti Mevlana:
“-Hazretim, Arş-ı Rahman olan gönül gözünüz de, görüyor ve biliyor ki, Hazreti Peygamberin kabı ile onun ümmetinden sadece bir fert olan, Beyazid-i Bestami’nin kabı, bir değildi. Hz. Peygamberin kabı, sonsuzluğu içine alacak kadar genişti. Günde aştığı sayısız makamların her aşamasında, bir önceki kademedeki bilgi ve hayalinden ötürü, bağışlanmasını istiyordu. Beyazid-i Bestami’nin kabı ise, dar ve küçük olduğu için, sonsuzluk denizinin, birkaç damlasıyla, dolup taştığından, vardığı ilk makamın, sarhoşluğuna kapıldı ve kendinden geçip, o sözü söyledi:
“– Kendimi tesbih ederim, şanım ne yücedir. Her türlü noksan sıfatlardan arındım, Hakk’a karıştım.”
Hazreti Peygamber günde 70 derya aşarken, topuğu bile ıslanmazken, Beyazid-i Bestami, sonsuzluk denizinin, daha sahilinde, boğulma tehlikesi yaşadı. Bu arada Mevlana, Beyazid-i Bestami’yi, Resulüllah’ın ayakları dibinde, secde ederken gördü ve zaman diliminden atlayarak, manaya geçmekle, nelerin olacağının bilincine erişti.
Hazreti Peygamber, Hakk’ın rahmet sonsuzluğunda, her gün 70 derya içtiği için, kabı sürekli genişledi durdu. Genişledikçe de, daha fazlasını istedi. Kabı genişledikçe de, genişledi. Geniş olduğu için, taşmadı. Bayezid-i Bestami ise, kabı dar olunca, daha ilk aşamanın cümbüşüyle taştı da, taştı. Her mertebenin bir çengi vardı. Onun ulaştığı mertebenin çengi de, öyle ses verdi. Coşa gelip, öyle raks etti. Başka ne olabilir ki azizim?” deyince, esrarengiz adam, cevabın büyüklüğü karşısında, heyecana kapılıp, derinden bir;
“– Yaaa Haaaaaay, “çekip, kendinden geçti ve yere yuvarlandı. Mevlana hemen katırından inip, bu esrarengiz adamı kucaklayıp kaldırdı. İki deniz, o gün oracıkta, öylesine kucaklaştılar ki, aradan asırlar geçse de, bugün o iki denizin; (merace’l Bahreyn) karşılaşmaları, şarıltıları, yakamozları, çağıltıları tüm zamanlara ve mekânlara sirayet edecekti.
Mevlana sevinçten gelen şaşkınlığını bir kenara atarak;
“-Azizim, sizi evimin başköşesinde, misafir etmek istiyorum. Buyurun, bizim eve gidelim.” Dedi.
Esrarengiz adam;
“-Sen benim kahrımı çekemezsin” dedi.
Mevlana;
“-Olsun, elimizden geleni yaparız. İnşallah bizi, sabreden bir mürit olarak bulacaksınız.” deyip, esrarengiz adamın koluna girdi ve hiçbir şey konuşmadan Mevlana’nın evine doğru yöneldiler.
Olanları büyük bir şaşkınlık içinde seyreden halk ve öğrenciler, kırk yıllık dost gibi, birbirini kucaklayan hocaları ve esrarengiz dervişin arkasından, sanki hocaları elden gidiyormuş gibi, biraz endişe, biraz da kıskançlıkla, bakakaldılar.
Mevlana esrarengiz dervişin adının Şems-i Tebrizi olduğunu, gönlü geniş ruhu gezgin bir sufi olarak diyar diyar gezdiğini, hayatında onunla karşılaşmasının bir milat olduğunu o gün öğrendi. Artık onu çetin sınavlar bekliyordu.
Ertesi gün Şems-i Tebrizi;
“-Bana bir testi şarap getir” dedi.
Mevlana hiç tereddüt etmeden;
“-Hayhay, efendim hemen çıkıyorum” dedi ve doğruca Rum mahallesindeki bir Rum meyhanesine gitti. Meyhaneye ekşimsi bir şarap kokusu sinmişti. Meyhaneci karşısında Mevlana hazretlerini görünce şaşırarak;
“-Buyurunuz sultanımız, ne emredersiniz?” dedi.
Mevlana hazretleri;
“-Bir testi şarap istiyorum.” Dedi.
Başta meyhaneci Yorga Dimitrius, olmak üzere meyhanede bulunanlar şaşırmıştı. Gözlerine inanamıyorlardı. Koskoca Mevlana hazretleri, şarap satın almaya, meyhaneye gelmişti. Şimdiye kadar, bırakın şarap almayı, meyhanenin önünden bile geçmeyen, bu Medrese Şeyhi, koca şarap testisini, gözlerinin önünde, cübbesinin kolları arasına almış, gidiyordu. Ne kadar da mahcup bir edayla, sıkılarak, alnından buram buram terler akıtarak, dışarı çıkmış yürüyordu. Çarşı, pazar adam kaynıyordu. Şems, kendisinin meyhaneye girerek, çarşının ortasından geçerek, bir testi şarap getirmesini söylemişti. Mutlaka bunda bir imtihan vardı. Mevlana’daki insanlar nezdindeki, üstünlük kompleksini, sıfırlamak istiyor, hatta onu, tamamen yok etmek istiyordu. Mevlana’nın yaşadığı nefs fırtınasını, gerçekten hesap etmek, çok ama çok güçtü. O Mevlana ki, Hadis anabilim dalı başkanı, bir şeyh, üstüne üstlük tabiri caizse, bugünkü anlamda, Anadolu Selçuklu üniversitesinin rektörüydü. İtibarı sıfırlanacaktı. Zaten medreseye de, artık gitmiyordu. Şems oraya da gitmesini, şimdilik yasaklamıştı. Şimdi de insanlar;
“-Bak, bak Mevlana şeyhimiz şimdi de şaraba başlamış” diyebilirlerdi. Zaten meyhaneci ve meyhanedekiler, onu şarap alırken, görmemişler miydi?
Bu düşünceler içinde çarşıda ilerlerken birden çarşının en kalabalık yerinde cübbesinin altındaki şarap testisi elinden kaydı ve düştü. Şarap testisi paramparça olmuştu.
“-Eyvah” dedi içinden. İyice ter bastı her yanını. Halk koşup gelmişti neler oluyor diye? Aman Allah’ım o da ne? Kırık testiden şarap kokuları yerine gülsuyu kokuları geliyordu. Bütün çarşı Pazar gülsuyu kokmaya başladı.
Mevlana daha da şaşırdı. Ama Şems’e şarap götürmesi gerekiyordu. İlk aldığı kırılmıştı. Şimdi bir daha Yorga Dimitrius’un meyhanesine gitmeliydi. İçinden;
“Aynı yere gidip, bir testi şarap daha alayım bari.” Dedi. Doğruca meyhanenin yolunu tuttu.
Mevlana kapıdan girer girmez, sıkıla sıkıla, ama bu kez kendine daha bir güven gelmiş, korkmadan;
“-Bir testi şarap daha istiyorum” dedi.
Meyhaneci Yorga Dimitrius, koşarak Mevlana’nın ellerini ayaklarını öpmeye başladı ve bir taraftan da kelime-i şehadet getiriyordu.
Mevlana’da şaşırmıştı:
“-Ne oldu?”
Meyhaneci:
“-Sultanım, sormayın, sizden sonra, dükkânımda ne kadar şarap küpü varsa, hepsi gülsuyu oldu. Bende Müslümanlığı seçiyorum.” Dedi.
Mevlana sevinçle, evin yolunu tutarken, Şems-i Tebrizi’nin evin bahçesinde bir gazel okuduğunu duydu:
Bir zahittim ben, terane söyleyici ettin beni Bezme fitne eyledin, bade arayıcı ettin beni. Seccadede oturan vakarlı bir adam olarak gördün de, Sokak çocuklarına oyuncak ettin beni.
Şemsettin ÖZKAN
13.05.2022 GÜZELYALI
KAYNAKLAR
1-kuran.diyanet.gov.tr
2-kuranmeali.com
3-pixabay.com
4-Şemsettin ÖZKAN, ŞEMSABAD (Kitab-ü Usul-i’l AŞK) henüz basılmammış tarihi romanımdan alıntı