AŞK AŞK DEDİM ET KEMİK ANLADINIZ DOST DOST DEDİM POST ANLADINIZ ŞEMS ŞEMS DEDİM KAŞ GÖZ ANLADINIZ BENİ BİR ŞEMS ANLADI ONU DA YANLIŞ ANLADINIZ

(Toplumsal İlişkiler 245)


اَمْ حَسِبْتُمْ اَنْ تُتْرَكُوا وَلَمَّا يَعْلَمِ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ جَاهَدُوا مِنْكُمْ وَلَمْ يَتَّخِذُوا مِنْ دُونِ اللّٰهِ وَلَا رَسُولِه۪ وَلَا الْمُؤْمِن۪ينَ وَل۪يجَةًۜ وَاللّٰهُ خَب۪يرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ۟
Yoksa siz, hep öyle nîmetler içinde yaşayarak cenneti kazanabileceğinizi mi umuyordunuz? Allah, sizin içinizden, canını dişine takarak uğrunda mücadele eden ve kendilerine Allah’tan, Elçisinden ve inananlardan başkasını dost ve yardımcı edinmeyen fedâkâr müminleri ikiyüzlülerden ayırıp ortaya çıkarmadan, kendi hâlinize bırakılacağınızı mı sandınız? Hiç kuşkusuz Allah, yaptığınız her şeyden haberdardır.” (Tevbe/16)

George Orwell’in çok güzel bir sözü vardır; “insan sevilmekten çok anlaşılmak istiyordu belki de.” Gerçekten insan hayatının birazı değil belki de çoğu yanlış anlaşılmakla geçiyor. Hz. Mevlana; “aşk aşk dedim et kemik anladınız, dost dost dedim post anladınız, Şems Şems dedim kaş göz anladınız, beni bir Şems anladı onu da yanlış anladınız,” der.

Üstat Sezai Karakoç ise meseleye yanlış anlamanın inanılmaz hafifliği niyetin bozukluğu ve kifayetsiz kalma noktasından yaklaşır: “Anlamak masraflı iştir; emek ister, gayret ister biraz da samimiyet ister. Yanlış anlamak kolaydır oysa, biraz kötü niyet, biraz da yetersizlik yeter.” Kitab-ü Usul-i’l Aşk ŞEMSABAD adlı romanımızda Hz. Şems-i Tebrizi Konya’ya gelişini şöyle yazmışız:

Bağdat’tan yola çıkmıştı. O, tam bir gönül eriydi. Kime gönül koyarsa, adam zayi oluyordu. Yolculuğunun ilk günü, Bağdat’ta bir köşkün önünden geçerken, içerden kulağına, müzik sesi geldi. Çengin büyüleyici tınıları onu cezbetmişti. Birazcık dinlemek maksadıyla içeri girince, ondaki neşenin esrarından haberi olmayan köşkün sahibi, kölesine;

-Şu dilenci dervişe bir yapıştır da gitsin!” diye eliyle işaret etti. Köle, derhal kılıcına davranıp, üzerine yürüdü. Köle, elini kılıcına götürünce, ona öyle bir celal nazarıyla baktı ki, kölenin eline, felç indi. Bu sefer bir başka köleye, davranması için, köşk sahibi işaret edince, köle elini kaldırmış, ama eli, havada donmuş kalmıştı. Af dilemek maksadıyla arkasından koşanlar olmuş, ama onun hızına kimse yetişememişti. Ne de olsa ona, “perende” uçan lakabını boşuna vermemişlerdi. Ertesi günü, köşkün sahibi de kaybolmuştu. Ona zarar vermeye kalkan, kendine zarar veriyordu.

Günlerdir yollardaydı. Her yer, insan doluydu. Her yerde ricat vardı. Zira Moğollar, Kayseri’de taş üstünde taş bırakmamış, canlı adam bırakmama yarışına, girmiş gibiydiler.

Şam tarafındaki Moğollarda, bundan farklı değillerdi. Aynı tahribatı, onlarda yapıyorlardı. Müslümanların üstüne, kara bir kâbus gibi çökmüşlerdi. Anadolu ve diğer İslam toprakları, her yer yağmalanmış ve cayır cayır yanıyordu. Bu yüzden, herkes kaçıyordu. Bu yüzden, yüzlerde ve gözlerde, korku ve endişe hakimdi.

Şems-i Tebrizi’ nin Mevlana üzerindeki etkisi her geçen gün arttıkça, halk nezdinde de kıskançlıklar, fesatlıklar ve fitne ateşi, iyice alevlenip, Konya’yı yangın yerine çeviriyordu. Şems, bütün bunlara aldırmıyor, nur ateşiyle Mevlana’yı pişirirken, o keskin dilinin ateşinde de, doğrusu halkı şişiriyordu.

Bir gün Hz. Şems’i, Konya’da bir meclise davet ettiler. Amaç oraya bir meczup getirip, herkesin içinde Şems hazretlerini, perişan etmekti. Plan kurulmuştu. Meclisin bir köşesine minder atmışlar, Konya’nın eşrafından kalburüstü adamları, medreselerin ünlü hocalarını ve birkaç tane de sofilerden adam, yerlerini almışlardı. Her biri geçmiş bir âlimin sözlerini nakillerini anlatıyorlar veya bir velinin kerametlerini sayıp döküyorlardı. Konuşmalarda hiçbir derinlik yoktu. Doğrusu çok yavandı. Hoş beş edildikten sonra, daha önce kurgulandığı gibi, bir meczup ayağa kalkıp, yüksek bir ses tonuyla, Şems hazretlerine;

-Pirim duyduğuma göre, sen çook agıllı, ileri görüşlü, sırlara aşina bir adammıssın. Bi maruzatım var, tek sermayem olan işşeğimi kaybedivirdim. Sööle, bu benim işşek şinci Gonya’nın niresinde yaav? Buluvırırayım gari.

Hz. Şems;

-Anlaşıldı, sen otur bakalım, biraz sonra senin eşeği bulacağım.” Dedi ve orada bulunanlara seslendi:

-Şimdi söyleyin bakalım bana, içinizde aşkın ne olduğunu bilmeyen veyahut daha önceden aşkı, herhangi bir şekilde, tatmamış olanınız var mı?”

Orada bulunanlar bu soruya şaşırmışlardı. Öylece aval aval bakıyorlardı. Kimisi de kafasını önüne eğmiş, derin bir düşünceye dalmıştı. Mecliste adeta derin bir sükût oldu. Daha sonra biri, cesaret gösterip, konuşmaya başladı:

-Evet, doğru aşkın ne olduğunu hakikaten bilmiyorum. Böyle bir duyguyu da, hiç tatmadım. Birinden hoşlanmak, nasıl olur onu da bilmiyorum.” Deyince, iki kişi daha ayağa fırlayıp aynı şekilde cevaplar verdiler.

Şems hazretleri, kayıp eşeğinin yerini öğrenmek isteyen meczuba dönerek;

-Bak sen bir tane eşek kaybettim demiştin, ben sana üç tane buldum.” Dedi.

Sonra da oradaki topluluğa seslendi:

-Bu zavallıyı kurgulayıp üzerime göndermeye utanmıyor musunuz? Geldiğimden beri, şunun sözü böyle, bunun sözü öyle deyip, zamanı harcayıp duruyorsunuz. Ne zaman gönlüm Rabbimden rivayet etti diyeceksiniz? Hani nerde sizin sözleriniz, nerede eserleriniz? Bu şeyhlerin birçoğu Muhammed (s.a.v)’in dininin yol kesicileridir. Bütün fareler gibi bu dinin evini yıkmaya çalışırlar. Nefislerin sağ elinde tesbih ve Kur’an vardır ama diğerinde de hançer ve kılıç gizlidir.

Kulağıma gelen sözlerden anladığım, orada burada aleyhime konuşuyor, aslı astarı olmayan laflar ediyormuşsunuz. Şems mezhepsizin biri diyormuşsunuz. Haklısınız. Her bir mezhebi okudum. Hiçbir mezhebe bağlanmadım. Hepsine eşit

mesafedeyim. Her bir çiçeği kokladım ama hiçbirine yaprak olmadım. Meşk adamıyım ancak meşrepsizim. Okuyorum ama kitap kölesi değilim. Konuşurum ama yazmam. Satırdan değil, ama sadırdan okurum. Beni geldiğimden beri bir dilenci sandınız. Siz öyle sana durun. Ama sizden verseniz dahi, zırnık almam. Paranızda pulunuzda sizin olsun. Ben ücretimi sadece Allah’tan isterim.

Oradan buradan nakillere, siyasete kızdığım kadar hiçbir şeye kızdığımı hatırlamıyorum. Gençlik yıllarımda Alamut kalesindeki Sabbahiler, Melamiler ve sarayların uşakları hepsi beni kendi siyasetlerine kul köle yapmak istedi. Ancak boşuna kürek çektiler. Ben özgür yürekli bir adamım. Ben gerçek özgürlüğü Allah’a tam kul olmakta buldum. Onun elçisine de tabi olmakla hayata tutundum. Siyasetlerine alet olmadığım için, Sabbahiler ardımdan suikastçı göndermekle tehdit ettiler. Hala arkamdan gönderdiklerini hissetmiyorum desem yalan olur. Moğolların siyasetinden de, işgallerinden de iğreniyorum. Her yeri talan edip yıkıyor, öldürüyorlar, zulümler yapıyorlar. Allah asla zalimleri sevmez. Allah’ın sevmediğini ben de sevmem. Bunlara yardakçılık eden siyasetçileri de emirleri de sevmem. Paraya pula tapanları, kadına makama kul olanlardan iğrenirim.

Meczup saf saf ortaya atıldı ve sordu:

-Gafam orda dakılı, aşk ni dimek o zaman gari?”

Hz. Şems;

-Her şeyi senin için var ettim diyen Rabbine, her şeyi senin için terk ettim diyebilmektir aşk.” Dedi içini çekerek.

Meczup;

-Og zaman sen ne din ne isten yaav?” deyince, Hz. Şems;

-Şeriat zahirdedir. Onu âlemde yaymak gerekir. Benim sizden istediğim, içinizdeki coşkunluğu, derin duyguları dışarı atmanız, açığa vurmanızdır. Kim sarhoş, kim ayık açığa çıksın. Allah sadece kalbi verir. İçini sen doldurursun. Gerçek Allah adamı, kapısından geçen köpeğe bile, cevap vermekte saygı gösterir.

Mevlana Celaleddin beni gördüğünde; ‘Senin avucunda ağaçlar, bağlar, bahçeler görüyorum. Cana can katan derya gibi geniş, berrak su görüyorum. Öyle ağaçlar var ki, kökleri çok derinde demiyorum, ama dalları Sidretül Münteha’yı geçmiş, gölgeleri, yeşillikleri pek hoş. Bunu onlar göremiyorlar.’ Derdi. Aşkta bir sır ve neşe var ki, onu ancak şehvet düşkünü olanlar arar. Öyle âşıklar da vardır ki, sır ile çok uğraşmazlar. Allah buyuruyor ki;

-Eğer halk benim böyle olduğumu bilselerdi, her taraftan bana yönelir, beni konuşur, beni dinler ve benden hoşlanırlardı.”

Bu gönül karanlığı karanlıkların en beteridir. Sabahtan beri beni böyle konuşturan, acı acı konuşturan bu fitne fesat kazanlarınızın fokur fokur kaynamasıdır. Hani şair demiş ya;

-O tatlı dudaklarınla beni yüzsüz eden sensin.” Beni de yüzsüz eden şu sizin tatlı dudaklarınızdan çıkan kıskançlık, hasetlik yayan soğan ve sarımsaklarınızın kokularıdır.

Ben sizin hilelerinizden, desiselerinizden endişe etmiyorum. Bana hangi tuzakları, gizli planları yaparsanız yapın bana vız gelir vız gider. Çünkü birileri bana, sana, ona tuzak kuruyorsa bilin ki, Allah da onlara tuzak kuruyordur. Çukur kazanlar, o çukura kendileri düşer. Bu sistem, karşılıklar esasına göre işler. Ne bir zerre iyilik karşılıksız kalır, ne de bir zerre kötülük. Onun bilgisi dışında yaprak bile kıpırdamaz. Siz sadece buna inanın yeter. Kimse kendini bir şey zannetmesin. Nihayetinde hepimiz bir damla sudan yaratılmış varlıklarız. En büyük Allah’tır başka büyük yoktur.

Ben ta buralara sizin için gelmedim. Sadece Mevlana için onca yolları aştım geldim. Onun uğrunda sadece zamanımı, malımı, mülkümü değil, canımı bile veririm. Ama ben, sizin için aynı şeyleri söyleyemem. O kadar siz, nazenin bir şey değilsiniz ki. Tıpkı şu hikâyede olan, sofu delikanlı gibi, kendinizi fasulyeden nimet zannetmeyiniz.

Vaizin biri halka öğüt verirken onları evlenmeye teşvik ediyor, bu konuda bir takım hadisleri de delil olarak onlara sunuyormuş. Kadınlara da minberin önüne giderek koca istemeleri için ayrıca teşvikte bulunuyor, hatta evli erkekleri arabuluculuğa, çöpçatanlığa davet ediyor, bu bapta hayli hadisler naklediyormuş.

Kalabalık arasından biri kalkmış;

-Sofu vaktine bağlı bir insandır. Ben garip bir adamım. Bana bir kadın gerektir ki, evleneyim.” Demiş.

Vaiz bu kez yüzünü kadınlar tarafına çevirerek;

-Ey kadınlar! Aranızda bu adamı isteyen var mı?” demiş.

Kadının biri ayağa kalkıp;

-Ben varım.” Demiş.

Vaiz;

-O halde ileri yürü, buraya gel!” deyince, kadın minberin önüne doğru yürümüş.

Vaiz;

-Şu halde aç yüzünü. Çünkü evlenmeden önce bir kere görmek peygamberin sünnetidir.” Deyince kadın yüzünü açmış.

Vaiz bu kez erkeğe dönerek;

-Bak yüzüne delikanlı!” demiş.

Genç delikanlı;

-Evet, gördüm.” Demiş.

Vaiz;

-Nasıl beğendin mi?”

Genç;

-Beğendim!”

Vaiz bu kez kadına dönmüş:

-Ey hatun kişi, dünyalıktan neyin var?”

Kadın;

-Bir eşekçiğim var, su taşır. Değirmene buğday götürür, odun taşır. Ben de ondan aldığım paralarla geçinirim.” Demiş.

Vaiz;

-Ama bu delikanlı kişizade bir gence benziyor. Onurludur. Eşek sürücülüğü yapamaz.” Deyip, tekrar kadınlara dönerek;

-Daha başka istekli var mı?” demiş.

Kadınlar tarafından;

-Var.” Diye bir ses gelmiş. O da evvelki kadın gibi ileri yürüyüp, yüzünü açmış.

Delikanlı ona da;

-Beğendim.” Demiş.

Vaiz;

-Pekâlâ, senin neyin var?”

Kadın;

-Bir öküzüm var, kâh su çeker, kâh dolap çevirir. Onun kazancıyla geçinip giderim.” Demiş.

Vaiz;

-Bu delikanlı onurludur, öküz çobanlığı yapmak ona yaraşmaz.” Diyerek tekrar kadınlar tarafına dönmüş;

-Daha başka isteklisi yok mu?” deyince, kadınlar tarafından;

-Var” diye bir ses gelmiş.

Üçüncü kadın da kendini göstermiş.

Vaiz:

-Çeyizden neyin var?” demiş.

Kadın;

-Bir bağım var.” Demiş.

Vaiz delikanlıya dönmüş:

-Artık bunlardan birini seçmek sana düşer.”

Delikanlı kulağının dibini kaşımaya başlamış. Vaiz;

-Ama çabuk kararını ver. Hangisini istiyorsun?”

Delikanlı şu cevabı vermiş:

-Hocam, ben istiyorum ki, eşeğe bineyim, öküzü önüme katayım, bağ yolunu tutayım.”

Bunun üzerine vaiz;

-Evet, doğru ama sen de, o kadar nazenin bir şey değilsin ki, her üçünü birden alasın.”

Zaman ilerledikçe, Hz. Şems’in şehrin ileri gelenlerine yaptığı bu tarihi konuşma, insanların dedikodu ve kıskançlıklarını, artırmaktan başka bir işe yaramadı. Halkın ve bir kısmı hariç ümera ve ulema takımının, maalesef fitneden başka, uğraşacak işi gücü yoktu. Şems hazretleri ise, keskin dilinden hiç geri durmuyordu. Önüne gelen onu konuşuyordu. Sözler artık kapalı mekânlardan çıkmış, sokaklarda herkes aleni olarak ondan söz ediyorlardı. Kadınlar çarşı, pazar ve ev oturmalarında, erkeklerse dükkân ve cami avlularında, hep onu konuşuyorlardı.

Hz. Şems’e kim ne derse desin umurunda değildi. Sokaklar onu yerden yere vuruyormuş, sövüyormuş şunu yapıyormuş bunu yapıyormuş hiçbirini takmıyordu. Onun için varsa yoksa Mevlana hazretleriydi. Şöyle diyordu:

-Benim hiç kimseden dünya ile ilgili bir isteğim yoktur. Bende ancak Hazreti Peygamberin armağan kabul etmesi âdetine uygun davranışta bulunmak arzusu vardır. Senin içi altın dolu şu kalelerde yüz binlerce altın ve gümüşün olsa da onları başına saçsan, ben aşağıdan senin yüzüne bakarım. Eğer alnında bir nur, göğsünde bir niyaz ışığı göremezsem, o altın ve gümüşler bana göre bir gübre yığınından başka bir şey değildir.”

Doğrusu Hz. Şems’in sadece Mevlana ile ilgilenip, hiçbir insanla ilgilenmemesini içlerine sindiremiyorlardı. Onun, tekkede bağış bekleyen şeyhleri eleştirmesi, tasavvufi duruma genelde eleştirel yaklaşması, şov adamı olmaması yani kerametlerinin ortaya çıkmasından son derece rahatsız olmuşlardı. Nakilci ilim anlayışına sert eleştiriler getirmesi, siyasetçileri yerden yere vurması, içinden geldiği Nizari İsmaili geleneği terk etmesi, Moğol istilasını ve zulümlerini reddedişi, avam halkı, hiç kale almaması bütün şimşeklerin üstüne çekilmesine neden oluyordu. İnsan psikolojisinin sınırlarını zorlayan bu davranışlar çatışmayı zorunlu kılıyordu.

Moğol hanı Guyuk Han’a, yaranmak isteyen Selçuklu veziri Bahauddin’in, Mevlana’nın oğlu Alaeddin’in de yakından öylesine tanıdığı beş adamı, Hz. Şems’i öldürmek üzere plan yaptılar. Onlara, Hz. Şems’i gençliğinden beri takip eden Alamut kalesinin, Konya’ya gönderdiği iki kanlı katili de katılmıştı. Artık onlar için, Hz. Şems’in ipi çekilmişti. Dai Ebu Rıza ile Abbas Mirza, vezirin adamlarıyla Hz. Şems’i aylardır göz hapsine aldıkları için, aynı noktada birleşmişlerdi. Sonunda birlikte hareket etmeye karar verdiler. Hz. Şems’in içeride ne yaptığı, oturması, kalkması ve benzeri konulardaki bilgileri dolaylı yönden Alaeddin’den alıyorlardı. Bu yedi belalı adamın, gizli planlarından, Alaeddin’in haberi yoktu. Çünkü o değil adam öldürmeyi, karıncayı bile öldüremezdi. Ama sinirli, öfkeli bir mizaca sahipti. Birden parlardı. Tam bir klasik medrese öğrencisiydi. Tabiri caizse tam bir molla idi. Hz. Şems’in, babasını elinden aldığını düşünüyordu. Babasını kandırdığını sanıyordu. Bu yönüyle, halk ile aynı fikre sahipti. Bu yedi adamdan beşi, zaten pek fazla muhatap olmasa da, yakından tanıdığı kimselerdi. Diğer iki kişinin de, onlarla birlikte hareket ettiğini, bilmiyordu. Diğerleri, sürekli Hz. Şems’in aleyhine konuşarak, onu gaza getirmeye çalışıyorlardı:

-Olacak şey değil, gel adamın evine gir, sonra da ev sahibini evinden kov!

“- Ülen bu ne uyanık ihtiyarmış.”

“- Bunu evden atmalı, ama nasıl?” diye fikir yürüterek onun kafasını çelmeye çalışıyorlardı. Hz. Şems’i de, emirin üstün gayretleriyle, faili meçhul cinayetler listesine yazdıracaklardı. Dışarıdan gelen iki kişi, işini yaptıktan sonra ellerini kollarını sallayarak çekip gideceklerdi. Diğer beş kişi, Hz. Şems’i daire içine alıp, kaçmasını engelleyeceklerdi. Öldürüldükten sonra, cesedi medresenin dışında yer alan, kullanılmayan kör bir kuyuya atılacaktı. Sinsi komplonun zamanı belirlenmişti:

-Aralık ayının ilk Perşembe gecesi .”

Şemsettin ÖZKAN

02.02.2021 KONYA

KAYNAKLAR

1-kuran.diyanet.gov.tr

2-kuranmeali.com

3-Şemsettin ÖZKAN Kitab-ü Usul-i’l Aşk ŞEMSABAD Tarihi romandan alıntı

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.