ALDIRMA KALBİ KİRLİ OLANIN DİLİ HEP KÖTÜ SÖYLER

(Toplumsal İlişkiler 667)

فٖي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌۙ فَزَادَهُمُ اللّٰهُ مَرَضاًۚ وَلَهُمْ عَذَابٌ اَلٖيمٌۙ بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ
“Çünkü kalplerinde, kibir, inat, nankörlük, bencillik, ahlâksızlık gibi sebeplerle meydana gelen ve onları gerçek imana ulaşmaktan alıkoyan mânevî bir hastalık vardır. Allah da kötü niyetlerinden dolayı, hastalıklarını iyice artırmıştır. Doğru bir inanç ve güzel davranışlarla tedavi etmedikleri bu hastalık, ilâhî yasalara göre zamanla müzminleşerek onları fecî âkıbetle yüz yüze getirir: Sürekli yalan söyledikleri için, onlara can yakıcı bir azap var!” (Bakara/10)

Hz. Mevlana; “denizde ne varsa kıyıya o vurur” derken insanın kalbinde olanları diliyle dışarı kolayca vuracağını anlatırken hiç de haksız sayılmaz.

Yine Hz. Pir ; “aldırma kalbi kirli olanın dili hep kötü söyler” sözüyle vermek istediği mesaj da aynıdır. Kalbimizden geçirdiğimiz kötü düşünceler bir şekilde dilimiz yoluyla gün yüzüne çıkmak ister. Dikkatli birisi muhatabındaki bu halet-i ruhiyeyi hemen okumakta gecikmez. Kalpten geçenlerin bir şekilde yansıma biçimi kişinin söylediği sözlerdir.

Dilin kötü sözlere yatkınlığıyla ilgili o kadar çok atasözümüz var ki, hangisini sayayım? Açtırma kutuyu söyletme kötüyü, dilin kemiği yok, bıçak yarası geçer dil yarası geçmez, dilin cismi küçük cürmü büyük vb. Gibi.

Gönlü geniş ruhu gezginlerin kırk kuralından altıncısı şöyledir: “Şu dünyadaki çatışma, önyargı ve husumetlerin çoğu dilden kaynaklanır. Sen sen ol, kelimelere fazla takılma.
Aşk diyarında dil zaten hükmünü yitirir. Aşk dilsiz olur.” Bu kural Şemsabad (Kitab-ü Usul-i’l AŞK) adlı tarihi romanımızda nasıl işleniyor bir görelim:
SANA DİLSİZ, DUDAKSIZ SÖZLER SÖYLEYECEĞİM, BÜTÜN KULAKLARDAN GİZLİ SIRLARDAN, BAHSEDECEĞİM. BU SÖZLERİ SANA, HERKESİN İÇİNDE SÖYLEYECEĞİM. AMA SENDEN BAŞKA KİMSE DUYMAYACAK, KİMSE ANLAMAYACAK

XIII. yüzyıl 1.Alaeddin Keykubat’ın Konya’sı.

Bizans kalıntılarıyla, daha da güçlendirilmiş surlarıyla, Anadolu’nun en büyük şehri. Alaeddin ile gerçek bir başkent olmuş, yeni kimliğine bürünmüş, Konya.

Alaeddin tepesi ve etrafındaki surlar ve hendekler. Şehrin güvenliğini sağlamak ve Konya’yı sık sık basan sellerden kurtarmak için yoğun bir imar faaliyeti. İnşaat sektörü harıl, harıl, çalışıyor. Sultan Alaeddin, yüz kırk emirini bu işle görevlendirmiş, büyük harcamalar yapılmış ve çok sayıda sanatkâr, mimar ve mühendis istihdam edilmiş hummalı bir çalışma yapılıyor.

İç surlara ilaveten yapılan surların yüzlerce burç ve bedeniyle beraber, kente giriş ve çıkışı sağlayan görkemli kapılar yapılmış. Kapı kemerleriyse, gayet yüksek ve gösterişli. Bu kısımlarda muhafız mahfilleri ve köşkler bulunuyor. Sur duvarlarıysa, çeşitli kabartma, resim, heykel ve yazılarla süslenmiş. Kale kapılarında çift başlı kartal kabartmaları ve ejder figürlerinin yanı sıra aslan, fil, gergedan figürlerine rastlamak mümkün. Duvarların yüksekliği otuz metre. Her otuz metrede bir olmak üzere yüz sekiz kule var. Hepsinin üzerine de yaptıran vezir veya emirin isimleri yazılmış. Surlardan dışarıya on iki kapı açılmış ve bunlardan zaten dördünü, sultanın bizzat kendisinin yaptırdığı belli oluyordu. Kapılar; Aksaray, At pazarı, Debbağlar, Ertaş, Fahirani, Halka beguş, Meydan ve Çeşme kapı gibi çeşitli adlarla anılıyordu. Dış surlara ilave olarak batı tarafında yeni bir iç kale (Ahmedek) yapılmış buraya Zindan kale denmişti.

Dış surların dış çevresinde derin bir hendek göze çarpıyor. Meram deresi ve sel suları bu hendeğe bağlanarak ikinci bir savunma hattı oluşturuluyor adeta. On beş metre eninde, on üç metre derinliğinde olan bu hendekler su ve kara çamurla dolu. Meram deresi yönünden gelen sel sularının, şehre zarar vermeden, kuzey doğuda yer alan aslım gölcüğüne dökülmesini sağlıyor. Konya’dan geçen bütün pınarlar da, bu göle ulaşıyor.

Hendeğin kapılara rastlayan kısımlarında birer köprü var. Dış surların içinde de, Alaeddin tepesini çevreleyen iç surlar var. Bu surların, çok yüksek ve heybetli bir görünüşü var. Surların üstüne yerleştirilen köşkler, şehre nazır. Bu güzel şehrin merkezinde, dadgah(adliye sarayı), soffe-i barlar(toplantı salonları) ile birbirinden güzel camiler, mescitler, medreseler, büyük merkez tekkeler, bedestenler, lüks evler, tertemiz cadde ve sokakları insanı adeta büyülüyor.

İçeride çarşı pazarlar kurulmakla birlikte, sur kapılarının dışında da, sükutterakime denilen açık pazarlar kuruluyordu. Buralarda göçebe Türkmenler, hayvan ürünlerini satıp, karşılığında mamul maddeler alıyorlardı. Çarşı ve pazarların kontrolünü de, iğdiş adı verilen görevli zabıtalar yapıyordu. Hayvan mamul mallarıyla tarım ürünleri, surların dışındaki kapılara yakın yerlerde satılıyordu. Buğday pazarı kuzeyde, Kapan ve Odun pazarı batıda, Bezezistan doğuda idi. At ve koyun pazarları ise, Aksaray kapı civarındaydı.

Çarşı içindeyse, dışarıdan gelenlerin, tüccarların konak-

ladıkları Şekerciler, Pirinççiler, Altun Apa ve benzeri hanlar mevcuttu.

Kentin orta yerindeki Alaeddin tepesinin kuzey eteğine saray, orta kesimine Ulu cami(Alaeddin cami) yapılmıştı. Tepenin kuzey tarafı Türklere, güney tarafı ise Hristiyan halka ayrılmıştı. Türklerin yaşadığı kısımda saray, hükümet konağı, medrese, mescit, han, kahvehane ve hamamlar gibi, kentsel mekânlar mevcuttu. Hâsılı Konya, o dönemde kırk kırk beş bin nüfusuyla hiçte yabana atılmayacak dünya şehriydi.

Nihayet Ertuğrul Gazi’nin kardeşi Dündar beyin başkanlığındaki kafile Konya’ya öğleye doğru ulaştı. Şehrin her yanından ezanlar yükseliyordu. Dündar Bey:

– Hey gidi Konya ne kadar da büyümüş görmeyeli. Sultanımız çok çalışıyor anlaşılan” dedi. Baturalp Hamza:

-Çok çalışıyor cümlesi bile az gelir, geceleri dahi uyumuyor. Sürekli, emirlere görevler yüklüyor, göz açtırmıyor. Devlet, yirmi dört saat ayakta, bakalım kendisini yerinde bulabilecek miyiz?”

Samsa Çavuş:

-Hah şöyle yav adam gibi bir şehre geldik, ”deyince Baturalp Hamza:

-Şehir gerçekten adam gibidir amma velakin içinde bazı öyle emirler var ki, ne işler çeviriyorlar bir bilsen, bir bilsen…”deyip iç çekince saf temiz gönüllü Samsa Çavuş’un içi burkuldu:

-Deme be yiğidim! Sultanlar hep yalnız hee! ” Baturalp Hamza:

-Ah benim güzel çavuşum! Sana dilsiz dudaksız sözler söyleyeceğim, bütün kulaklardan gizli sırlardan bahsedeceğim. Bu sözleri sana herkesin içinde söyleyeceğim, ama senden başka kimse duymayacak, kimse anlamayacak. İnsanlar ve şehirler ilerlerken, zenginlikler artarken hırs ve açgözlülüklerde artar. Hani der ya kutsal kitabımız; ‘Bir açgözlülük saplantısı içindesiniz, mezarlarınıza girinceye dek süren. Ama zamanı geldiğinde anlayacaksınız! Hayır, onu tartışılmaz bir kesinlikle anlasaydınız, cehennemin yakıcı ateşini mutlaka görürdünüz. Sonunda onu keskin bir gözle mutlaka göreceksiniz: Ve o gün hayatın nimetlerine karşı yaptıklarınız için mutlaka sorguya çekileceksiniz.’ Buyuruyor. Bundan daha güzel bir uyarı olur mu? Ah bu emirler vah bu emirler, hele içlerinde biri var ki, biri var ki, korkarım ki, bu hırsından devletimizin başına ne büyük dertler verecek? İçime doğuyor. Ama şimdilik güzel çalışıyor gözüküyor. Bir şey diyemezsin. İftiraya girer. Allah korusun, di- limin afetinden Allah’a sığınıyorum deyince Samsa Çavuş, bir veli gibi, bir veliye baktı. Baturalp Hamza pek fazla konuşmuyordu, ama konuştu muydu da hikmetli konuşuyordu. Tam bir alperendi:

– Pirimiz Ahmet Yesevi ne güzel demiş: Hakikati özlerler Kerameti gizlerler Âşıkla can gözlerler Rengi sarı dervişler

Dünya benim diyenler Açık saçık giyenler Haram lokma yiyenler Felakete batmışlar

Molla müftü olanlar Yalan fetva verenler Akı kara kılanlar Cehenneme girmişler

Kadı imam olanlar Haksız dava kılanlar Sanki bir merkep gibi Yük altında kalmışlar.

Baturalp Hamza sultanın ve emirlerin yanına çok rahat girip çıktığı için, kimin ne mal adam olduğunu çok iyi biliyor, hangi emirin gerçekten çalıştığını, kimin cebini doldurduğunu, hatta onların niyetlerinin altında yatanı dahi görecek ferasetteydi. Ama o buna rağmen, ağzı ketum biriydi. Samsa Çavuş saf ve samimi bir Allah’ın kulu olduğundan, öylesine konuşuvermişti işte. Çatışma, kavga, gürültü, şartlanmışlıkların çoğunun sivri dilli olmalarından kaynaklandığını iyi etüt etmişti. Dile fazla takılmıyordu, ka’l adamı değil, hal adamıydı. Aşk adamı satırdan değil, sadırdan okurdu. Allah elçisinin Medine’de Abdullah b. Übey gibi münafıklara bile nasıl davrandığını çok iyi biliyor-

du. Hz. İsa’nın dediği gibi “insanları yargılarsan, sevmeye zaman bulamazsın” anlayışında bir suskundu, bir Allah aşığıydı. Onun gönlü, kelli felli bile olsa cahillerden yana değil, Allah dostlarından yana idi. Ne de olsa şairin dediği gibi: Âlimin bin kelamı la’lü mercan incidir Cahilin bir sözü günde bin can incidir.

Şemsettin ÖZKAN

18.04.2022 GÜZELYALI

KAYNAKLAR

1-kuran.diyanet.gov.tr

2-kuranmeali.com

3-pixabay.com

4-Şemsettin ÖZKAN, ŞEMSABAD (Kitab-ü Usul-i’l AŞK) adlı henüz basılmamış romanımdan alıntı

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.