(Toplumsal İlişkiler 36)
فَوَجَدَا عَبْداً مِنْ عِبَادِنَٓا اٰتَيْنَاهُ رَحْمَةً مِنْ عِنْدِنَا وَعَلَّمْنَاهُ مِنْ لَدُنَّا عِلْماً
“Ve orada kendisine katımızdan üstün bir bağışta bulunarak (özel) bir bilgiyle donattığımız kullarımızdan birine rastladılar.” (Kehf/65
“Ey gönül aşkı arama, inan ki ararken kaybolursun. Bulduğunda da, ya veli, ya da deli olursun,” derken Hz. Mevlana ne fısıldar bizlere?
Hadiselere hikmetle bakabilmek, olayların perde arkasını anlayabilmek, eşyanın yani her şeyin aslına vakıf olabilmek çok zordur dostlar. İnanın her babayiğidin harcı değildir. Olaylara derinlemesine nüfuz edebilen kaç kişi biliyoruz? Etrafınızda bildiğiniz kimler hadiseleri doğru okuyabiliyor? Bilgelik, bilinemeyen neden, gizine akıl sır ermeyen neden gibi anlamlara gelen hikmet, üzerinde çağımızın insanı çok ama çok durmalıdır.
Vehbi bir ilim olan “Ledün ilmi” Kur’an’daki ayetten adını almış ve Hz. Hızır’a ait olan özel bir gayb ve sır bilgisidir. Ledün ilmi veya İlm-i Ledün konusunda net bir tanım yapmak mümkün gözükmemektedir. Sadece insanların bilmediği ve sadece Allah’ın seçtiği kullarına bahşettiği bir sır ve gayb bilgisi yöntemidir. Kur’an’da Hz. Musa’nın Hz. Hızır ile yolculuklarının anlatıldığı ayetlerde Hızır’a verilen ilimden ‘ledün’ olarak bahsedilmiştir. Ayet şu şekildedir “Derken kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş, kendisine tarafımızdan bir ilim (ledün ilmi) öğretmiştik.” (Kehf suresi, 65)
Firavun Kızıldeniz’de boğulduktan sonra Hz. Mûsâ, kavmine çok fasih, beliğ ve heyecanlı vaazlar vermekteydi. Kavmi onun ilim ve marifetteki derinliğine hayran kaldı; mest oldu. İçlerinden biri:
“–Ey Allah’ın Peygamberi! Yeryüzünde senden daha âlim bir kimse var mı?” diye sordu. Hz. Mûsâ:
“–Böyle bir kimse bilmiyorum!” diye karşılık verdi. O esnada kendisine vahiy gelerek:
“İki denizin birleştiği yerde bir kulum var ki, nezdimden ona hususi bir ilim, ilm-i ledün vermişimdir. Ümmetinin seçkinlerinden biriyle ona git!” diye buyruldu. Rivayetlerden anlaşıldığına göre kendisine işaret edilen zât, Hızır (a.s.)’dı. Hz. Mûsâ:
“–O zatı nasıl bulabilirim ya Rabbi?” diye niyaz etti. Allah Teâlâ, zenbiline tuzlanmış ölü bir balık koymasını, bu balığın canlanıp denize atladığı, iki denizin birleştiği yerde Hızır’ı bulacağını bildirdi. Mûsâ (a.s.), rivayete göre kız kardeşinin oğlu olan Yûşâ b. Nûn ile Hızır’ı bulmak için derhal sefere çıktı. (bk. Buhârî, Tefsir 18/2; Müslim, Fezâil 170, 172)
Adını yukarıdaki ayetten alan olayların iç yüzüne vakıf olma sanatı da diyebileceğimiz “ilm-i ledün” mevzunu biraz daha açalım:
Gayb;
göz önünde olmayan; alamet ve emmare ile bilinemeyen, hakkında delil
bulunmayan, gizli olan manalarının yanında; His ve aklın ötesinde kalan, insan
tarafından kavranamayan ve manevi âlem manalarında açıklanır. Bir de GAYB
ERENLERİ vardır ki Cenabı Hakk’ın kudretinden ikrama layık görülmüş bu kişiler;
özel bir ordu disipliniyle hareket ederler. Anadolu kültüründe adları ÇARIKLI
ERKAN-I HARPTİR. Bu çarıklı erkânı
harbin kurucusu ve başkumandanı Hz. HIZIR (a.s)’dır.
‘’HIZIR GİBİ YETİŞMEK’’ deyimi halk
kültürümüzde önemli bir deyimdir. Çok sıkıntılı bir zamanımızda geliveren,
sıkışık-darlık zamanlarında yardımda bulunan insanlar için bu nitelemeyi
kullanırız. Deyimin aslı ise tabi
yine Hz. Hızır’ın misyon ve vazifesine dayanıyor…
ESRAR İLMİNİN BAŞKUMANDANI HZ. HIZIR
Biz
Hz. Hızır’ı Kuran’daki ayetlerden tanıyoruz. Bu ilmin sırrı da çilingiri de
KEHF SURESİ’NDE. 60 ve 82. ayetlerde (KEHF SURESİ) anlatılan Hz. Musa ve HIZIR
arasında geçen seyahat esnasında yaşananlar İLM-İ LEDUN, (İLM-İ BATIN, HAVAS’ÜL
HAVAS) tarif eder.
Yaşananlar
bu ilmi; yaşatan ( HZ. HIZIR) bu ilmin adamlarının vazifesini ve maiyetini
bizlere açıklamaya kâfidir. Bu ilmin
lütfedildiği kişiler MURAD’LARDIR. Yani bir irşat edicinin talebesi olmakla bu
ilim elde edilemez. Âlim olmak, mürşit olmak ayrı bir sanat…
MÜRİT
Allah’ı arayan ve bulan kişidir. MURAD ise Cenabı Mevla’nın bulduğu-seçtiği.
Mürit iradesine bağlı olarak gevşek davranabilir, yapamayacağım diyebilir ancak
MURAD’IN böyle bir hakkı yoktur. Zira vazifelendirme padişahtan geliyor,
reddedilemez. Son derece zahir ve batın ilimlerde yüksek derece yetişmiş birisi
bu ilmin mümessili olduğu gibi, hiç okumamış hatta birkaç surenin dışında sure
bilmeyen insanlar bile bu gayb ordusunun neferi olarak vazifelendirilebilir.
Yani MUHYİDDİN-İ ARABİ gibi bir ilim zirvesi yanında az sonra değineceğimiz
LADİK’Lİ AHMET AĞA gibi bir ümmi zat-ı muhterem de olabilir. Bu lütuf sahibinin
tasarrufu cevahirini yaratanı bilir. Bu ilim çoğunlukla tanımadığınız bir PİR-İ
FANİNİN sekerat halindeyken size içirdiği bir tas SU’YLA bazen de yedirdiği
herhangi bir yiyecekle açığa çıkar. (Nitekim Ladik’li Ahmet Ağa da 1. Dünya
Savaşı’nda Kanal harekâtı sırasında vurulup öldü diye bırakıldığı bir sırada
bir atlı tarafından SU içirilerek tayyi mekan yaptırılır.)
“Bir gün, pilot Teğmen uçağı ile
eğitim uçuşu sırasında, uçağı arıza yapıyor ve bir tarlaya mecburi iniş yapmak
durumunda kalıyor. Her ne kadar yerde arızayı gidermiş ise de, uçağın bu tarla
üzerinden kalkmasının imkânı yok. Bulunduğu yer öyle ıssız ki çevrede canlı
yok. Hocam (Hz. Hızır) emir verdi:
-Ahmet, git şu pilot Teğmen’e yardım et,
uçağını kaldır, dedi.
Hemen geldim, pilot çaresizlik içerisinde
bocalamakta, ne yapacağını bilememekte idi. Selam verdim;
-Ne yapıyorsun delikanlı? Dedim.
O da durumunu anlattı. Ben dedim ki:
-Oğlum sen uçağı çalıştır, kalkış için ben
sana yardım edeyim!
Şaşırmış bir halde:
-Nasıl yardım edeceksin? Dedi.
-Sen çalıştır, ben uçağı kaldırayım, dedim.
-Hacı Baba kaç tonluk dört motorlu bir
uçak. Nasıl kaldıracaksın? Dedi.
-Yavrum! Sen çalıştır bakalım, dedim.
-Neyse çalıştırayım bakalım, dedi ve uçağı
çalıştırdı.
Allah’ın izniyle:
-Bismillah, ya Allah deyip, yardım edip
uçağı kaldırdık ve uçup gitti.”
Pilot der ki:
“Hacı Baba uçağı kaldırıp da, uçak
havalanınca, uçağın kuyruk tarafına oturduğunu gördüm ve
-Eyvah, Hacı Baba düşecek, dedim.
Bir müddet sonra, Hacı Baba bulunduğu
yerden kayboldu.
Ben yine;
-Eyvah! Hacı Baba düştü, diye müteessir
olmuştum.
Mensup olduğum karargâha varıp durumu ve
başımdan geçenleri kumandanıma anlattım. Kumandanım bana;
-Maneviyat adamlarından biri sana yardım
etmiş, dedi.”
Pilot Teğmen bu maneviyat adamları nerede
bulunur acaba, diye araştırma yapıyor. Şarkta filan yerde var diyorlar, tarif
edilen kimseyi buluyor; fakat aradığı ve gördüğü değil. Böyle birçok yerleri
geziyor. Nihayet bir gün Konya’da Ladik’li Hacı Ahmet Ağa’yı haber veriyorlar.
Konya’ya
gelip Hacı Ahmet Ağa’yı soruşturuyor, kendisine Ladik kasabasını tarif
ediyorlar. Bir arkadaşı ile taksiye binip Ladik’e geliyorlar. Hacı Ahmet Ağa’yı
sorarak odasını öğreniyorlar. Pilot, Hacı Baba’nın odasına girip de, kendisini
görünce;
-Hah, işte bu amca deyip, eline ayağına
sarılıyor.
Hacı Ahmet Ağa;
-Oğlum benzetmiş olabilirsin, diye
gizlenmeye çalışırsa da.
Pilot;
-Hayır yanılmıyorum, o sendin, diyordu.
Son olarak bir örnek daha verelim. Zira bu konu çok derin biteceğini zannetmiyorum.
Gönenli Mehmet Efendi Sultan Ahmet Camiine tayin edilince çevreyi inceleyip fakir fukaralarla ilgilenmek ister. O mahallede oturan ama (kör) birinin yaşadığını öğrenir ve ziyaretine gider. Selam verir:
-Efendim ben Sultan Ahmet camisine yeni imam olarak geldim. Hem sizleri ziyaret hem de üzerime düşen bir vazife olursa onu ifa etmek isterim, der.
Ama adam:
-Hoş geldiniz hoca efendi! Allah razı olsun diye mukabelede bulunur.
Gönenli Mehmet Efendi:
-Maaşınız falan var mı? Diye sorunca adam;
-Hayır, yok cevabını verir.
Hoca efendi:
-Başka yerden falan bir geliriniz var mı? Der.
Ama adam:
-Hayır, herhangi bir gelirim yok, deyince hoca efendi:
-Peki, neyle geçiniyorsunuz? Diye sorunca, ama adam bir öfkelenmiş bir öfkelenmiş:
-Bundan size ne efendi? Bir de imamsınız, Rızık kimdendir hoca? Gidebilirsiniz diye bir de hoca efendiyi tersler.
Hoca efendi mecburen çıkmak zorunda kalır. Ancak o gün gözünü bir türlü uyku tutmaz. Sabahı zor eder. Ertesi gün tekrar gider ama(kör) adamın kapısını çalar. Ama içeriden;
-Kimsin? Diye seslenince,
Hoca efendi;
-Dün kovduğun yüzsüz imam, diye cevap verir.
-Gene niye geldin? Deyince hoca efendi;
-Hiç efendim, ziyaretinize geldim. Beni bin kere kovsanız da yine geleceğim, der.
Ama adam;
-Adın ne senin?
Hoca efendi:
-İsmim Mehmet Öğütçü, efendim. Gönenli Mehmet Efendi diye tanırlar, diye karşılık verince ama adam bu cevabı işitince birden duraksar içeriye buyur eder;
-Kusura bakma hocam dün kalbini istemeden de olsa kırdım. Hakkını helal et! Der.
Hoca efendi:
-Estağfirullah efendim! Sizin gözleriniz görmez, kimsenin yardımına hacet duymuyorsunuz, bu nasıl oluyor? Sırrınız nedir meraktayım, deyince ama adam;
-Benim sırrım şu hoca efendi! Ben her gün kuşluk namazını kıldıktan sonra;
“- Ya Rabbi kuşluk senindir, güzellik senindir, nimet ve her şey senindir. Eğer rızkım gökte ise yere indir, yerde ise çıkar. Uzakta ise yaklaştır. Haram ise helal et. Dar ise genişlet ve elime ilet!” diye dua ederim.
Sonra ellerimi yüzüme sürer sürmez, biri gelir sağ dizime vurur; “aç elini!” der. O günkü ihtiyacımı verir gider. Kuşluk namazı kıldığım her gün bu böyle devam eder.
Aynı zat bugün de geldi ve sağ dizime vurarak benim kısmetimi verdikten sonra, sol dizime vurarak; “bunu da Gönenli Mehmet Efendiye ver,” dedi. “Al kısmetini!”
Bu sözleri işiten büyük alim, fakir fukara ve talebelerin babası Gönenli hoca efendi ellerini açarak;
“- Ya ilahi! Senin hikmetinden sual olunmaz,” diyerek içli içli ağlar.
Hoca efendi bu hatırasını naklederken şu ifadeleri ekler:
“- O ama adamdan bu mübarek kısmeti aldıktan sonra ömrüm boyunca hiç darlık ve sıkıntı çekmedim. Ben hep acınacak insanları gezerdim. Meğer acınacak o insan benmişim.”
Konumuzu Hz. Şems-i Tebrizi ile hemhal olduktan sonra bu ilmin (ilm-i ledün) pirlerinden Hz. Mevlana’nın ölüm olayını bu ilimle bakınca nasıl değerlendirdiği ile bitirelim:
“Tohum toprağa düşse onun için “öldü” denebilir mi?”
“Ölüm gününde tabutum götürülürken, bende, bu dünyanın dert ve gamı var sanma! Dünyadan ayrıldığıma üzülüyorum zannetme!”
“Sakın ola ki, öldüğüm için bana ağlama! “Yazık oldu, yazık oldu!” deme! Eğer ben yaşarken nefse uyup şeytanın tuzağına düşersem, işte hayıflanmanın sırası o zamandır!”
“Cenazemi görüp de; “Ayrılık, ayrılık!” deme! Bilesin ki o vakit, benim ayrılık vaktim değil, (Rabbimle) buluşma, yani vuslat vaktimdir!”
“Beni toprağın kucağına verdikleri zaman sakın; “Elveda, elveda!” deme! Çünkü mezar, öteki âlemin, Cennetler mekânının perdesidir!”
“Batmayı, gözden kaybolmayı gördün ya, bir de doğmayı gör! Düşün ki, Güneş’le Ay, batıp gözden kayboldukları zaman onların nuruna bir ziyan gelir mi?”
“Bu hâl, sana; batmak, kaybolmak gibi görünse de, aslında doğmaktır, yeniden hayata kavuşmaktır!”
Şemsettin ÖZKAN
15.04.2020 KONYA
KAYNAKLAR
1-kuran.diyanet.gov.tr
2-kuranmeali.com
3-islamveihsan.com (Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hak Dostlarından Hikmetler 1, Erkam Yayınları)
4-kuranvemeali.com
5-biyografi.net (Hakan Yılmaz Çebi, Gayb Aleminin Askerleri ve Ladikli Ahmet Ağa)