(Toplumsal ilişkiler 957)
وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَيْءٍ مِنَ الْخَوْفِ وَالْجُوعِ وَنَقْصٍ
مِنَ الْاَمْوَالِ وَالْاَنْفُسِ وَالثَّمَرَاتِؕ وَبَشِّرِ الصَّابِرٖينَۙ
“Andolsun, Biz sizi; biraz korkuyla (doğal ve sosyal afetler ve düşman saldırılarıyla), açlık (ve kıtlıkla) ve bir parça da mallardan, canlardan ve semerat (ürün ve evlatlar)dan noksanlaştırmakla
(hastalık ve sakatlıkla) imtihan edeceğiz. (Tedbirli ve temkinli hareket ederek) Sabır (sükûnet ve teslimiyet) gösterenleri müjdele (ki, sadece onlar sevaba ve başarıya erişeceklerdir).” (Bakara/155)
Hz. Mevlana; “aklına yalnızlık gelmesin, mesafeler yalandır. Acılar yüreğini daraltmasın bu dünya imtihandır. Sığın Rabb’ine ki cezası bile lütfundandır” derken, dünyanın fani olduğuna, fani olan, gelip geçen şeylere de, aldanılmaması gerektiğine dikkatlerimizi celbeder.
Bir şey gelip geçiciyse, imtihan vesilesi olarak elimize tutuşturulmuşsa, bu kadar onları içselleştirmeye ne lüzum var? Onlarla bu kadar hemhal olmaya ne gerek var?
Bir çocuk düşünün, eline oyuncak verilerek belli bir süre onunla oynasın, sonra da o oyuncağı bir kenara alıp atsın. Dünya malı ya da ona ait olan her şey de bir oyuncak değil mi?
Gönlü geniş ruhu gezginlerin yirmi üçüncü usulü şudur:
“Yaşadığımız hayat elimize tutuşturulmuş rengarenk ve emanet bir oyuncaktan ibaret. Kimisi oyuncağı o kadar ciddiye alır ki, ağlar perişan olur onun için. Kimisi eline alır almaz şöyle bir kurcalar oyuncağı, kırar ve atar. Ya aşırı kıymet verir, ya kıymet bilmeyiz. Aşırılıktan uzak dur ey dost!”
Bu aşk usulü ŞEMSABAD (Kitab-ü usul-i’l AŞK) adlı romanımızda nasıl işlenmiş bir görelim:
BAKIŞLARINDA, DİYAR DİYAR GEZDİĞİN DEĞİL, BİR BAKIŞIYLA, DİYARINA GİTTİĞİNDİR AŞK.
Konya günlerdir Moğolların her an şehirlerine gireceği haberleriyle çalkalanıyordu. Konyalılar çok sıkıntılı ve ıstıraplı günler yaşıyordu. Başlarını bu beladan kurtarmak istiyorlardı. Bu sebeple çareyi Mevlana hazretlerine gitmekle buldular:
“-Efendimiz, sultanımız, bize merhamet ediniz. Baycu Noyan bildiğiniz gibi Konya’yı muhasara etmek üzere.”
“-Çolluk çocuğumuzla gayet sıkıntıya düştük.”
“-Korku içindeyiz. Nöğürecez şindi?”
“-Baycu hangi şehre girdiyse ahaliyi kılıçtan geçiriviriyomuş.”
“-Bunnar malları yağmalıyıvırıp, gagışıp durularmış.”
“-Bize yardım itmezseniz sonumuz felaket olur.”
“-Bu işe bir tedbir istirham idiyoruz.”
“-Konya’nın talan idilmemesi içün biş şiyler yapmalı gari.”
“-Ama ne yapmalı?”
“-Müsülman kanı dökülmemeli.”
“-Bu yüzden ne gibi tedbirler alıvırmalı gari?”
Mevlana hazretleri, halkı dikkatle dinledikten sonra, onları sözleriyle ve fikirleriyle sakinleştirdi. Yüreklerine su serpti:
“-Merak etmeyiniz, sükûnetinizi muhafaza ediniz. Ebrehe filleriyle, Mekke’ye, Kâbe’yi yıkmak için gelmişti. Allah’ın yardımıyla, Konya’ya da, bu zamanın fil ordusu Moğollar, inşallah zarar veremeyecekler. Fil Suresi’ni iyi okuyup anlayınız. Ancak Allah’tan yardım isteyiniz.” Dedi ve onlardan, birtakım isteklerde bulundu:
“-Onlara karşı duracak gücümüz olmadığından, yarın sabah sarayın kapılarını kapatın. Halk da evlerine çekilsin. Kapılarını sürgülesin. Kendini emniyete alsın. Allah dilemezse, onlar bu şehre girmeye asla güç yetiremezler.”
“-Korkmayın! Allahü Teâlâ’ya tevekkül ediniz. Doğru bir inançla, sadece ve sadece Allah’tan yardım isteyerek, Allah’ın evliyasını, vesile ederek dua ediniz. İnşallah sıkıntınız def olacaktır.” Diyerek onları rahatlattı.
Mevlana hazretlerinin tavsiyelerini Müslümanı gayri müslimi Konya’da yaşayan duymayan kalmadı.
Ertesi gün, sabah namazından sonra Hazreti Pir oğlu Sultan Veled’e:
“– Dergâhtaki seccadeyi ve postu alarak beni takip et!” dedi. Sabahın ilk ışıklarının ardından, Konya şehrinin on iki kapısından Küpeli kapısına geldiler. Sokaklarda derin bir sessizlik vardı. Kimsecikler gözükmüyordu. İnsanlar, yer yarılmış sanki içine girmişti. Mevlana hazretleri, oğluna yüksekçe bir tümseği işaret ederek:
“-Seccadeyi ve postu oraya ser ve dergâha git!” dedi.
Sultan Veled babasının dediklerini aynen yaptı. Mevlana hazretleri şehirden dışarıdaki meydanın tam ortasındaki tümsekte, kıbleye dönüp, tekbir alarak huşu içinde kuşluk namazına durdu. Derin bir tefekkür ve vecd içinde dua etti, etti…
Güneş öğle kerahetine girmeden Moğol ordusu Konya düzlüklerinde görüldü. Mağrur komutanları Baycu Noyan, en önde ordusuyla dörtnala geliyorlardı. Hınçla, öfkeyle, öldürme ve yağmalama dürtüsünün verdiği, sadistçe duygular içinde ilerliyorlardı. Onların iki yüz metre önünde öncü birlikler ortalığı kolaçan ederek ilerliyorlardı. Bir grup askerde Baycu Noyan’a kocaman bir çadır kurmak için onun yer göstermesini bekliyorlardı. Baycu nihayet eliyle işaret ederek;
“-Buraya kurun çadırımı” dedi. Yardımcısı Abaka’ya dönerek;
“-Hayret! Uzaktan bakılınca, şehirde bir hareketlilik gözükmüyor. Günün yarısı olmuş kimsecikler yok ortalıkta.” Dedi ve şaşkınlığını onunla paylaşmak istedi:
“-Ne dersin Abaka? Nedir bu iş, hala uyuyorlar mı? Yoksa korkularından bir yere mi saklanmışlar?”
Abaka korkunç bir kahkaha atarak;
“-Uyumuş olamazlar, olsa olsa, bizim gelişimizi haber almışlar herhalde, korkularından sıçan deliğine falan, girmiş olamazlar mı?” deyince, Baycu Noyan, ondan fazla kahkaha atarak;
“-Sıçan deliği mi? Sende ne zekâ var be Abaka!” dedi. Bu arada öncü birliklerin başındaki Batuhan, telaşla Baycu Noyan’ın yanına geldi:
“-Efendim, şehirden korkusuzca orta yaşlı bir adam çıktı. Üzerinde mavi kaftanıyla, gri renkli sarığıyla, çok heybetli duruyordu. Şehrin dışındaki meydandaki tümsekte namaz kılıyor. Askerlerden hiçbiri, yaklaşmaya cesaret edemiyor. Ne yapalım?”
Baycu Abaka’ya dönerek;
“-Bak sıçan deliğine saklanmayan, bir ihtiyar bunak varmış” dedi. Abaka:
“-Yaşlılıktan komutanım, yaşlılıktan. İnsan yaşlanınca sıçan deliği mi, yoksa başka delik mi, karıştırır.” dedi.
Baycu’yu, bir gülmek tuttu. Abaka, ondan fazla kahkaha atıyordu. Baycu, sinirle kahkaha karışımı bir tonda, Batuhan’a gürledi:
“-Yaklaşmıyorsanız, sadağınızda okta mı yok? Ok atın o zaman.”
Batuhan, okçularına, o yaşlı adamın üstüne ok atmalarını söyledi. Ancak okçular, ok atmak için davrandıklarında her birinin kolları yerinden kalkmaz oldu.
Baycu, bu sefer okçulara, adamı bırakıp, şehrin üstüne ok atmaları emrini verdi. Okçular yaylarını gerip bıraktı. Ancak oklar kentin üzerinde görünmez bir örtü varmış gibi, bir türlü belirlenen hedeflere varmıyordu. Oklar belirli bir yöne varınca sapıyorlardı. Durumu iyi etüt eden okçuların başı;
“-Komutanım, attığımız oklar boşa gidiyor. Oklarımızı hedefe atıyoruz ama tam hedefe varınca sağa sola sapıp şehrin dışına düşüyorlar. Çok ilginç, ilk kez böyle bir manzara ile karşılaşıyorum” dedi.
Baycu bu sefer atlı birlikleri eliyle işaret ederek;
“-İleri!” komutunu verdi.
Süvariler, yaşlı adamın üstüne yürümek için, hemen atlarına binip, sürmek istediler. Fakat atların ayakları, toprağa batmaya başladı. Atlar binicilerine, adeta ‘biz sizi onun üzerine götürmeyiz’ diyorlardı.
Duruma tanıklık eden Baycu Noyan’ın canı sıkılmaya başlamıştı:
“-Yahu, tavuk boğazlar gibi, adam öldüren sizler, nedense bir ihtiyarı haklayamadınız.”
Kendisi okunu alıp, namaz kılan Mevlana’ya, nişan alıp yayını gerdi ve bıraktı. Ok havada süzüldü, süzüldü ve gelip Baycu’nun önüne düştü. Sonra ikinci oku çekip, yayını gerdi. O da önüne düştü. Üçüncüyü denedi. O da aynı şekilde önüne düştü. Öfkeden deliye dönen Baycu atına binip gitmek istedi. Atını bile yerinden kımıldatamadı. İyice agresifleşen Baycu bu sefer attan inip, yaya olarak saldırmak istedi. Fakat ayakları tutuldu ve yere düştü. Yüzü yaralanan Baycu ne yapacağını şaşırmıştı. Düştüğü yerden namaz kılan Mevlana’ya acıyla bakınca onun dev gibi bir cüsseye sahip olduğu zehabına kapıldı. Çok ama çok heybetli gözüktü. İçinden;
“-Bu nasıl bir adam, büyücü mü, Şaman mı yoksa? Böylelerinden korkulur. Adamın erkekliğini bile bağlar bunlar, derhal buraları, terk etmek lazım. Şimdiye kadar karşılaştığım insanların, hiç birine benzemiyor. Gök Tengri’nin himayesinde anlaşılan. Bu kadar askeri gücümle değil kendisiyle mücadele etmek, yanına bile varmak için bir adım atamadık. Dolayısıyla bu adamla iyi geçinmek, anlaşmak gerekir. ” dedi.
Askerlerine dönerek;
“-Kuşatmayı kaldırın. Şehre kimse girmeyecek tamam mı?” deyince askerler hep bir ağızdan;
“-Emredersiniz komutanım!” dediler. Baycu içinde bir ukde kalmış gibi yardımcılarına eliyle namaz kılan Mevlana’yı göstererek;
“-Bu müthiş ihtiyarı yakından görmek istiyorum. Derhal barış elçileri gönder. Şehre askerlerim girmeyecek deyin. Sadece üç beş yardımcımla kendisini ziyaret edeceğimi ona iletin.” dedi.
Baycu Noyan’ın bu fikri, elçiler kanalıyla, Mevlana hazretle- rine iletildi. Mevlana bu teklifi kabul edip, Baycu’yu yanında Moğol komutanlardan oluşan küçük bir topluluğu dergâhında misafir etti. Onlara ikramda bulundu.
Selçuklu devlet adamlarının ileri gelenlerine Baycu;
“-Kimdir bu Mevlana?” dedi. Onlarda;
“-Ta Horasan’ın Belh şehrinden kalkıp buralara gelen Sultan’ül ulema Bahaeddin Veled’in oğludur. Kendisi büyük bir velidir.” Dediler. Onların hikâyesini geniş geniş anlattılar. Baycu pür dikkat dinledikten sonra;
“-Eğer her şehirde böyle bir adam bulunsaydı, oraların ahalisi bize yenilmezdi.” Diyerek Mevlana’ya hayranlığını dile getirdi.
Mevlana’ya birtakım sorular yöneltti:
“-Madem sizin dininiz doğru, niye biz Müslüman ülkelere galip geliyoruz? Bunu nasıl izah edeceksin?”
“-İslam âlemini derinden sarsan bu Moğol afeti, İslam’dan uzaklaşıp, dünya mal sevgisine kendini aşırı derecede kaptıran Müslümanlara Allah’ın bir cezası ve onları bu işgallerle terbiye etmesidir. İslam’ı yaşamayı terk ettiklerinden dolayı böyle bir afete maruz kaldı. Yaşadığımız şu hayat elimize tutuşturulmuş rengârenk ve emanet bir oyuncaktan ibarettir. Kimisi oyuncağı o kadar ciddiye alır ki, ağlar perişan olur onun için. Kimisi eline alır almaz şöyle bir kurcalar oyuncağı kurcalar ve atar. Ya aşırı kıymet verir ya da kıymet bilmeyiz. Oyuncağı çok ciddiye alıp, ona tapınırcasına onun için deli divane olan bugünkü Müslüman dünyasıdır. Bu yüzden perişandırlar. İkinci grup ise oyuncağı eline alıp kırıp dökenlerse sizlersiniz. Şimdilik galip gözüktüğünüze bakmayın, sizler de bu konuda aşırılığa, fanatizme, taassuba, bağnazlığa her ne derseniz deyin kaçtığınız için yolunuz aynı kapıya çıkıyor.”
“-Peki, şimdilik bizi düşmanlarımız karşısında iyi götüren ne?”
“– Orta Asya steplerinde kıtlıklar, kuraklıklar baş gösterince doğal olarak hayat zorlaştı. Kavimler batıya doğru göçtü. Sizlerde bu göçenlerin sonuncususunuz. Geriye dönmemek, anayurdu tamamıyla terk etmek düşüncesiyle çoluk çocuk hayvanlarınız, eşyalarınızla yüz binleri geçen çadırlarınızla yola çıkmışsınız. Kaybederseniz tüm zenginlikleriniz de gidecek. Çoluk çocuk mallarınız hayvanlarınız her şeyiniz yok olacak. Bu yüzden önünüzde tek seçenek kalıyor:” Mutlaka zafer ve başarı.” Ama bunun da sonu, bir gün gelir.
“-Ne güzel açıklıyorsun kutlu insan. Peki, bizden sizin dininize giren olur mu?”
“-Elbette. Hidayet Allah’ın elindedir. O dilediğine doğru yolunu gösterir. Allah’ın izniyle ‘Biz Moğollardan yüz bin iman bayrağı yükselteceğiz.”
“-Kimdir o bizlerden?”
“-O bizim bu gazelimizi, hükümdar kaftanına yazdıracaktır. İnşallah. Hem de sizin gibi yıkarak değil, medrese yaptırarak anılacak.”
“-Peki, sen hep aşk diyorsun nedir aşk?”
“-Aşk abdest gibidir. Şüpheye düşersen bozulur. Bakışlarında diyar diyar gezdiğin değil, bir bakışıyla diyarına gittiğindir aşk.”
“-Ordumla yola çıkarken, Konya’yı yıkacağıma dair yemin ettim. Bu yeminimi yerine getirmeliyim.”
“-Şehrin dışında yıkık surlar var, onları yıkarak yeminini yerine getirebilirsin.”
“-Tamam, o konuda anlaştık.”
“-Bir de içeride ne kadar mahkûm varsa, hepsi sorgusuz sualsiz salıverilsin. Belki de haksız yere içeride yatan biri vardır. Bir mazlumun duasını almış oluruz. Hep beddua alacak değiliz ya!”
Birden Mevlana’nın aklına Baturalp Hamza geldi. Yıllarca zindanda yatan bu yiğit adam, demek ki Moğollar gelince çıkacakmış. Moğollar ilk kez bir işe yarıyorlardı. İçinden “Ey yüce Allah’ım sen nelere kadirsin.” Dedi.
Selçuklu yöneticileri üzerinde Mevlana’nın etkisini gören Baycu Noyan bir miktar vergi karşılığı Konya’yı talan etmekten vazgeçip, ordusuyla yola çıktı.
Mevlana Moğolların Konya’ya girmeden çekirge sürüleri gibi gidişlerini şehrin surlarından seyrederken;
“-Bundan böyle Konya’ya ‘Veliler Şehri’ deyiniz. Zira burada hayata başlayan her çocuk bir veli olacaktır. Bahaeddin Veled’in dualı bedeni ve onun soyu bu şehirde olduğu müd- detçe burası düşmanın kılıcından korunacaktır. Düşmanlar amacına ulaşamayacaklar ve sonunda yok olup gideceklerdir. Ahir zamanın bedbahtlıklarına karşı güvende olacaktır. Bu şehrin bir kısmı harap olsa, silinse ve önemi azalsa bile, yine de tamamıyla yıkılmayacaktır. Zira yıkılsa bile bizim hazinemiz orada gömülü kalacaktır.” Dedi.
Şemsettin ÖZKAN
07.02.2023 GÜZELYALI
KAYNAKLAR
1-kuran.diyanet.gov.tr
2-kuranmeali.com
3-pixabay.com
4-Şemsettin ÖZKAN, ŞEMSABAD (Kitab-ü Usul-i’l AŞK) adlı henüz basılmamış tarihi romanımdan alıntı