OKYANUSUN NE OLDUĞUNU, BİLMEYEN MAHİLER…

(Toplumsal İlişkiler 83)

Fethiye’de gün batımı…


اِنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا سَوَٓاءٌ عَلَيْهِمْ ءَاَنْذَرْتَهُمْ اَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ 
“Unutma ki hakikati inkâra şartlanmış olanlar için kendilerini uyarıp uyarmaman fark etmez: onlar inanmazlar.” (Bakara/6)

     İnsanların çoğu bulunduğu ortamdan habersiz bir hayat sürdürürler. Çok insan bilirim, yaşadığı şehrin önemli yerleri gezmemiş, mahallesinde sokağında hangi aktiviteler yapılıyor bilmeyen, onlarca kişi vardır. Etrafındaki türlü güzelliklerden nimetlerden habersiz yaşar giderler. Birçok insan bu güzellikleri araştırmanın da gereksiz olduğunu düşünür çünkü her şey hazır gelmiştir. Su, hava, nefes ve yiyecekler. Ama düşünelim ki, bunlardan biri eksik olsa, insanın tepkisi ne olur? Tabii ki eksikliğini hissettiği her ne ise, hemen onu aramaya ve denizden çıkarılmış bir balık gibi çırpınmaya başlar.

      16.yüzyılda Muhibbi mahlasıyla şiirler yazan şair Hayali;

“Cihân-ârâ cihân içindedür arayı bilmezler

O mâhîler ki deryâ içredür deryâyı bilmezler.”            Beytiyle bir şeyler anlatıyor.

Yani “Cihanı süsleyen cihanın içindedir, ama onu aramasını bilmezler. Tıpkı denizin içinde yaşayıp da, denizin ne olduğunu bilmeyen balıklar gibidir,” derken bize düşünmeyen, tefekkür etmesini bilmeyen, içinde bulunduğu güzelliklerin farkına varamayan insanları, balıklara benzetiyor. Balıklar suda yaşar, fakat suyun ne olduğunu idrak etmezler. Çünkü onlar için, dünya ırmaktan gölden denizden kısacası sudan ibarettir. Başka dünyaların farkında olmazlar ya da başka dünyanın bulunduğunu bile düşünemezler.

      Şair Hayalî, insanın yaratılmışların en şereflisi olması sebebiyle, diğer canlılardan da akıl ve idrak yönünden de üstün olmasını bekliyor. Hayatında da farkındalık yaratması ve yaradılışında da farkındalık, hedefler ve idealler gibi insanı meşgul etmesi gerekenlere mutlaka yer vermeli diye düşünüyor.

Beyte bir de şairin yaşadığı zamanda revaçta olan ve Klâsik Edebiyata mensup şairlerimizin olaylara bakışını önemli ölçüde etkileyen tasavvufî açıdan bakalım.        

Bunun için beyitte geçen kelimelerin diğer anlamlarını da düşünelim. Birinci mısrada şair “arayı bilmezler” derken görünüşte (insanlar) aramasını bilmezler diyor.             “Ârâ” kelimesi Farsçada “süsleyen, süsleyici” anlamındadır. “Cihanı süsleyen” sözünden anlamamız gereken de Yüce Allah’tır. Bu anlamda şair, “cihanı süsleyen” cihanın içindedir, ama o cihanı süsleyeni insanlar bilemezler, diyor.

      Yukarıda geçen; “Unutma ki, hakikati inkâra şartlanmış olanlar için kendilerini uyarıp uyarmaman fark etmez onlar inanmazlar.” Ayetinde de insanlar içinde cihanı süsleyeni yani Allah’ı bilmeyen insanlar tüm çıplaklığıyla anlatılır.
Çok sık karşılaşılan
el-kâfirûn (“hakikati inkâr edenler”) terimine karşılık, ellezîne keferû ifadesinde geçmiş zaman kipinin kullanılması, bilinçli bir niyetin varlığını gösterir. Bu sebeple, en uygun karşılık olarak, “hakikati inkâra şartlanmış olanlar” şeklinde çevrildi. Bu çeviri, birçok müfessir, özellikle de Zemahşerî tarafından (ki bu ayeti yorumlarken, “küfürlerinde bilinçli olarak ısrar edenler” ifadesini kullanır) desteklenmektedir. Kur’an’ın başka bir yerinde bu insanlar, “kalpleri olup da gerçeği kavrayamayan, gözleri olup da göremeyen, kulakları olup da işitemeyen”ler (7:179) olarak anılırlar. –Küfr (“hakikatin inkârı”) ve kâfir (“hakikati inkar eden kimse”) gibi terimlerinde kainatı süsleyen Allah’ın varlığını var olduğu halde tohumu toprakla örten gibi cihanı süsleyen Allah’ı bilmeyip O’nun varlığını bildikleri halde gizlemelerinden ötürü kafir denmiştir. Gerçeği kasıtlı olarak inkâra şartlanmışlardır. Bu yüzden hayatı boyunca suyun içinde olmasına rağmen okyanusun ne olduğunu bilmeyen mahilere (balıklara) çok benzerler.

       Peki, “cihanı süsleyen cihanda nasıl aranmalı?”    Allah-u Teâlâ Hazretleri, yarattığı bu dünyada, güneşten en küçük bir zerreye kadar, zaten kendi mührünü vurmuş, gücünü kudretini yarattığı varlığa nakşetmiştir. Bu bakımdan, zaman zaman bazı insanların, Allah’ın varlığını ilimle, teknolojiyle, arıyla ve balla ispatlamaya çalışmak gibi bir yola girmesi, ancak kendi zaafını gösterir. Yüce Allah’ı yarattığı, tek bir varlığın hikmetini, yaratılışını, düşünerek bile rahatlıkla bulabiliriz. Bunun bir tek yolu var; tefekkür etmek… Eğer bunu yapamıyorsak, önümüze binlerce, milyonlarca delil sunulsa bile, bu çaba, boşa çıkacaktır.


       Meşhur âlimlerden biri bir beldeye uğrar. Yanında birçok talebe ve halk olduğu halde bir ihtiyar ninenin yanından geçer. İhtiyar nine kalabalığı görünce oradaki birisine

“- Bu kimdir? Bu kalabalık nedir?” diye sorar. Âlimin talebelerinden birisi bunu duyar ve yaşlı nineye:

“– Onu tanımıyor musun? O Allah-u Teâlâ’nın varlığı hakkında bin bir tane delil ortaya koymuş bir âlimdir,” diye cevap verir. Nine gülerek;

“– Eğer onun Allah’ın varlığı hakkında bin bir tane şüphesi olmasaydı bin bir tane delile ihtiyaç olmazdı. Ben Allah’a delilsiz iman ediyorum,” der.

       Bu söz âlime ulaşır çok hoşuna gider ellerini açıp:       “- Allah’ım senden şu ihtiyar kadının imanı gibi bir iman ve kalp safiyeti istiyorum” diye dua ettikten sonra etrafındakilere;

“- Benim gibi dininizi araştırın, ama bu nine gibi de saf bir gönülle iman edin!” tavsiyesinde bulunur.

       Bu hikâye bize iki türlü ders veriyor; hem âlimin Cihanı Süsleyeni araştırması yani yaratıcısının ve yarattıklarının farkında olması; hem de kadıncağızın imanı… gönlüyle Allah-u Teâlâ‘yı bulması, diğerininse tetkik yoluyla bulmasıdır. Her halükarda maksat hâsıl oluyor ki şairin de istediği budur; yani Allah’ı aramak O’nu bulmak ve layıkıyla bilip O’na iman edebilmektir.

Şemsettin ÖZKAN

 02.08.2020 KONYA

KAYNAKLAR

1-kuran.diyanet.gov.tr

2-kuranmeali.com

3-somuncubaba.net  (Vedat Ali TOK, 130.SayıEdebiyat)

4-kuran.gen.tr

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir