NİYE KEDERLENİRSİN TAŞ TAŞLIKTAN GEÇMEDİKÇE PARMAKLARA YÜZÜK OLMAZ YÜZÜK OLMAK DİLEYEN TAŞ EZİLMEYİ YONTULMAYI GÖZE ALMALIDIR

(Toplumsal İlişkiler 699)

وَاَنْ لَيْسَ لِلْاِنْسَانِ اِلَّا مَا سَعٰىۙ
وَاَنَّ سَعْيَهُ سَوْفَ يُرٰىࣕ
ثُمَّ يُجْزٰيهُ الْجَزَٓاءَ الْاَوْفٰىۙ
Ve insana, kendi gayret ve çabalarının sonuçlarından başka bir şey yoktur!” (Necm/39)
Bütün yapıp ettikleri Hesap Günü kendisine gösterilecek,(Necm/40)
Ve hepsinin karşılığı ona eksiksiz olarak verilecektir!”(Necm/41)

Armut piş ağzıma düş, bedava sirke baldan tatlıdır, lüküs hayat, lüküs hayat, yan gel de keyfine bak, gibi sözler bize göre değil dostlar! Beleşçi, hiçbir çaba sarfetmeden elde edinilen kazanımlar insana fayda sağlamayan edinimlerdir aslında, ama insan maalesef bunun bilincinde değildir.

Hz. Mevlana; “niye kederlenirsin? Taş taşlıktan geçmedikçe parmaklara yüzük olmaz. Yüzük olmak dileyen taş, ezilmeyi ve yontulmayı göze almalıdır” derken her nimetin bir külfete tabi olduğunu anlatır. Meşk mi arıyorsun o halde aşk olmalı sende. Aşk olmayınca meşk olmaz. Aşk da emek ister.

Hz. Mevlana; “ah be Ademoğlu! Çilesini çekmeye üşendiğin bir davanın mükafatına mı talipsin?” derken aynı mevzuya değinir. Hz. Pir sanki şu dünyada öyle insanlar var ki eskiciye versen karşılığında çamaşır mandalı bile alamazsın mı demek ister? İradesini doğru istikamette kullanamayan bir insan profiliyle karşı karşıyayız. Bir de bu mandaliteyle cennete talip olmasın mı evlere şenlik.

Gönlü geniş ruhu gezginlerin otuzdokuzuncu kuralında usül şudur:
“Noktalar sürekli değişse de bütün aynıdır. Bu dünyadan giden her hırsız için bir hırsız daha doğar. Ölen her dürüst insanın yerini bir dürüst insan alır. Hem bütün hiç bir zaman bozulmaz, her şey yerli yerinde kalır merkezinde…Hem de bir günden bir güne hiç bir şey aynı olmaz.” Bu usül Şemsabad (Kitab-ü Usul-i’l AŞK) adlı tarihi romanımızda Hz. Şems-i Tebrizi, Hz. Mevlana ve oğlu Sultan Veled’in taşın taşlıktan vazgeçip parmaklara yüzük olduğu gibi, ezilmeyi, yontulmayı, göze aldığı gibi, ölümüne mücadeleleri nasıl işlenmiş bir görelim:

ÜZÜLME! TABUTA YATTIĞIN GÜN, SON KEZ KUYUNU KAZACAKLAR.

Hz. Şems, bir gün Hz. Mevlana’ya;

-Ben mahdumunuz Sultan Veled’i, bir tarikat kurma konusunda eğiteceğim. Benim Allah vergisi iki halim vardır: Biri başım, öteki gizimdir. Başımı, tam bir samimiyetle senin yoluna, sırlarımı da Sultan Veled’e verdim. Sadece ahlak-i Muhammediye yollarını göstereceğim” dedi ve süratle derslere başladı. Her gün yatsı namazından sonra bir saate yakın ders-

ler veriyordu. Öyle Mevlevilik yolu içerisinde yer alan bir takım formüller veya formaliteler değildi bunlar. Merhamet, sevgi, infak, fedakârlık, hoşgörü gibi peygamberimize ait meziyetlerle nasıl donatılacağının öğretisiydi bu.

Hz. Şems, Mevlana hazretlerinin oğlu Sultan Veled, önüne ilk diz çöktüğünde, ona, şu uyarıyı yaptı:

-Sakın bana bir şey sorma! Ne istiyorsan, gönlüne al!” dedi. Sultan Veled’in, gönlünden geçirdiği konuyu veya o konunun bölümünü, Hz. Şems anlatıyor, sonra da, ‘gidip istirahat edebilirsin!’ diyordu.

Bir gün, Mevlana ile Şems hazretleri, çok derin bir mevzuya dalmışken, ders saati gelen Sultan Veled içeri girdi. O gün, dışarıda duyduğu dedikodular aklına geldi:

-Bu dervişte ne buldu?”

-Bizim elimizden âlim adamımızı aldı.”

-Biz onun sohbetinden yararlanamıyoruz.”

-Kim oluyor o, Mevlana hazretlerinin yanındaki yahu?”

Bu dedikoduları düşünerek gönlünden( içinden) söyledi:

-Bugün sizden şunu niyaz edeceğim. Sen istersen ey Şems hazretleri! Bu Konya’daki bütün dedikoduları bitirirsin. Babam da, sen de, ben de huzur içinde olur, bu mana sofrasının ziyafetine katılırız.”

Hz Şems gönül yoluyla bu mesajı hemen aldı:

-Peki, Veled otur bakalım!” deyip 20 dakikalık bir dersten sonra hızlıca kalkıp, çıkıp gitti.

Sultan Veled ve Hz. Mevlana’nın beklentisi Hz. Şems’in bütün Konya’yı ihya edeceği, dedikoduları dindireceği yönündeydi. Ama öyle olmadı.

Hz. Şems doğruca Alaeddin tepesine çıktı. Orada kalabalık bir grup sabaha karşı idam edilecek birinin idam anını bekliyordu. Provokatörler de sahnedeydi. Hz. Şems’i orada gören, Dai Ebu Rıza yarım Türkçesiyle;

– Şu âdem, Şems denilen deriviş değel mi?” dedi.

Abbas Mirza;

-He ya, hani o Allah adamıydı?” dedi. Yedi kişilik ölüm timinin içinde yer alan, vezir Bahauddin’in kiralık katilleri, bu sefer devreye girip laf atıyorlardı:

-Ne Allah adamı olıvıracak len bu? O da gelmiş bura nasıl adam asılıvırıyo bunnarı seyrediyor len.”

-Biz bi adamın ne mal olduğunu iyi biliviririz.” Sultan Veled’in niyazı, ricası kendini tamamen kötü koku fırtınasına (ufunet) bırakmıştı.

Kalabalık bir anda ikiye yarıldı. Cellat geçiyordu. Halk sanki boy abdesti almışlardı da, abdestleri bozulacakmış gibi aman cellada dokunmayalım diye sağa sola ayrılıyorlardı.

Cellat tam, Hz. Şems’in önünden geçerken, celladın sırtını okşayarak;

-Allah koluna kuvvet versin!” dedi. Demesiyle birlikte alanda kızılca kıyamet koptu. Bu laf beş dakika içinde tüm Konya’da herkesin diline düştü. Cellat ise gidip idamı gerçekleştirdi.

Hz. Şems eve döndüğünde Hz. Mevlana ve Sultan Veled, hayırlı bir sonuçla, onun gelmesini bekliyorlardı. Bir de baktılar ki, arkasından, tozu dumana katmış, binlerce kişi geliyordu. Halk yedi azılı katilin, olayları kışkırtmasıyla galeyana gelmişti. Hz. Mevlana’nın Selçuklu hükümdarı yanındaki hatırına binaen Mevlana’dan korkmasalar Hz. Şems’e çok büyük zulümler yapıp, hatta hemen oracıkta öldürebilirlerdi. Kimsenin Hz. Şems’e tahammülü yoktu.

Sonunda kalabalık, içinde 7 azılı katilinde yer aldığı, 20 kişilik bir heyeti göndererek;

-Şems bizim suallerimize cevap versin.” Diyerek öfkeyle geldiler. Hz. Şems’in müşkül durumda olduğunu gören Hz. Mevlana, olaylara sakince yaklaşmak istedi ama Hz. Şems;

-Gelin bakalım manyaklar! Ne istiyorsunuz?” deyince karşı tarafta büyük bir panik yaşandı. Hz. Şems’in birden böyle ‘ne istiyorsunuz?’ şeklinde sert çıkışına;

-İşte sende geldin idamı seyrettin” diyecek oldular.

Hz. Şems;

-Ben siz değilim anlıyor musunuz? Ben sizin suratınıza tükürebilsem, hepiniz mümin olursunuz. Eğer sırtınızı okşasam, veli olurdunuz, bunları biliyor muydunuz? Haydi, şimdi defolun buradan.” Dedi.

Halk panik içinde orayı terk ederken, bunun intikamını mutlaka alacaklarını söylediler ve dağıldılar.

Üzerinde müthiş bir celal olan Hz. Şems, onlar gittikten sonra Sultan Veled’e;

-Sana son dersimi vereceğim. Kulağını iyi aç ve dinle! İdam sehpasının kurulduğu yere gittim. Çünkü idam edilecek şahıs, bir Allah dostu, Hak aşığı ve de benim yoldaşımdı. Biz onunla beş sene önce beraberdik. O sürekli Allah’a kavuşmak için dua eder dururdu. Ama Hak buna müsaade etmezdi. Dinimizde kendine kıymak olmadığı için, içi yanar fakat Hakk’a kavuşamazdı. Bana da bir haftadır yalvarıyordu:

-Ne olur Şems, dua et de, Rabbime kavuşayım.” Diye. Ben de her namazdan sonra elimi açıp Allah’a onun için yalvarıyordum. Nihayet bir iftiraya kurban gitti, katil zanlısı olarak bugün asılacağını anladım. Ben nasıl gidip de onu asacak cellada ‘Allah kuvvet versin’ demeyeyim. Bir Allah velisini asmak öyle kolay mı? Kimse onu asamazdı. Cellada manevi bir cereyan verdim, gitsin assın da benim sevgili arkadaşım da Rabbine kavuşsun diye.

Bu sırada cellat, toz toprak içinde, Hz. Şems’in önünde yerlere kapandı:

-Sultanım, nedir bugün benim başıma gelenler?” dedi.

Hz. Şems, Sultan Veled’e dönerek;

-Celladın veli olduğunu biliyor musun?” dedikten sonra;

-Çünkü benim o idam edilen arkadaşım, Hakk’a canını teslim ederken, ‘Ya Rabbi! Ben sana beş seneden beri yalvarıyorum, benim emanetimi al diye. Ama almadın. Şimdi ben de senden bir ricada bulunuyorum. Ben de dünyalık olarak ne varsa al, beni sana kavuşmaya vesile olan şu cellada ver! Sen de şahitsin ki, şu yırtık gömleğimden başka bir şeyim yok. Ama bende çok kıymetli bir şey var, o da velilik. O veliliği de al, bu cellada ver ki, katına saf bir kul olarak geleyim.’ Dedi o mübarek insan. Allah Teâlâ duasını kabul etti, onun veliliğini bu cellada verdi. Bu dünyada noktalar sürekli değişse de bütün aynıdır. Bu dünyadan giden bir hırsız için bir hırsız doğar. Ölen her dürüst insanın yerini, bir dürüst insan alır. Hem bütün, hiçbir zaman bozulmaz, her şey, yerli yerinde kalır, merkezinde… Hem de bir günden bir güne hiçbir şey aynı olmaz. ” diyerek Sultan Veled’e, o volkanik çıkışlarının ve yıldırımvari hareketlerinin, nedenlerinin de bir kader sayfasını açacağını anlatır gibiydi.

Şems hazretlerinin hareketleri belki normal bir insan, yadırgayabilirdi. Onu hoş karşılamayabilirdi. Çünkü davranışlarının arka planını kimse bilmiyordu. Böyle herkese açıklanması gerekiyordu. Zaten geçen olaylar tamamen mana yüklüydü.

Hz. Şems, Sultan Veled’in omuzuna elini koyarak;

-Üzülme! Tabuta yattığım gün, son kez kuyumu kazacaklar.” Diyerek onu teselli etti. Akşama buluşmak temennisiyle vedalaştılar. Hz. Şems, Sultan Veled’e aslında söylediği gibi son dersini vermişti. Akşama bir daha birlikte görüşmeyecekleri son sohbetlerini yapacaklardı: “sükûti sohbet.” Peygamberimize ve birbirlerine olan sevgilerini, dile getirdikleri, susarak sohbet.

Aralık ayının ilk Perşembe gecesiydi. Dışarıda, insanı iliklerine kadar üşüten, bir ayaz vardı. Bir taraftan, ince ince bir kar yağıyor, bir taraftan da, sert esen poyraz, yağan karları, yıkık ve harabe duvarların, kuytularına doğru sürüklüyordu. Şehrin sokaklarına sessizlik yağıyordu, yalnızlık yağıyordu, kar yağıyordu. Ama fazla değildi. Zaten bulutlu havanın bir tarafından, dolunay çıkmış, dışarıyı aydınlatıyordu. Ancak dolunay, sık sık bulutların arkasına gizleniyor, adeta saklambaç oynu- yordu. Dışarıda in cin top oynuyordu. Her gece havlayan köpekler bile, sanki kulübelerine çekilmişler kendilerini unutturmuşlardı. Ağaçların dalları, esen rüzgârın sert dokunuşlarından olsa gerek, sanki bir yerlerini acıtmış gibi, ıslığa benzer bir ses çıkarıyorlardı.

Kar inadına yağıyordu, ama oraya buraya savrulduğu için, pek fazla yağmıyor izlenimi de veriyordu. Evlerden cılız da olsa, yakılan kandillerin ışıkları, pencerelerden dışarı taşıyor, üzerine düştükleri cisimlerin arkalarında, koyu bir karanlık bırakıyordu. Cisimlerin uzadıkça uzayan gölgeleri de, insana korku veriyordu. Beyaz gecede, ancak bacalardan çıkan dumanlar sezilebiliyordu. Gece, tüm karanlığıyla her şeyi gizli- yordu.

Sultan Veled’in aklı, Hz. Şems’in gündüz sadece ona söylediği cümlelerdeydi:

-Görüyorsun ya, yine azdılar, azıttılar. Yine beni Mevlana’dan uzaklaştırmak istiyorlar. Ama bu sefer öyle bir gidiş gideceğim ki, hiçbir kimse nerde olduğumu bilemeyecek. Beni aramaktan aciz kalacaklar. Kimse bana dair bir işarete rastlayamayacak. Böylece yıllara seneler eklenecek de, kimse benim tozumdan bile bir eser bulamayacak. Ayrılığım uzun sürünce de, “besbelli ki, onu herhalde bir düşmanı öldürmüş” diyecekler.

Yatsı namazına az kalmıştı. Babası ile hocası şimdi derin sohbette olmalıydılar. Hemen suibriğini alıp leğenin başına geçti ve abdest aldı. Sonra da hızlıca onların bulunduğu odaya yöneldi. Dışarıda yatsı ezanları okunmaya başlamıştı. Gür sesli hafız Abdullah Alaeddin Camisinden neva makamında yürekten okuyordu. Selam verip içeri girince ezanlar da bitmişti. Mevlana hazretleri imamlığa geçti, birlikte namazı kıldılar.

Yatsı namazından sonra hiç konuşmadan sükûti sohbete daldılar. Hiçbir şey konuşmuyorlardı. Gönüllerinden Peygamber efendimiz (s.a.v)’e ait ashabıyla son konuşmalarını, son anlarını tefekkür ediyorlardı. Birbirlerine karşı sevgilerini düşünüyorlardı. Ancak burada da ayrılık ana temaydı. Hz. Şems’in ilk kayboluşunda yaşadıkları travmalar, her birinin gönlünde derin yaralar açmıştı. Öylece bir saati geçkin susarak sohbet ettiler. Tam tefekkürün koyulaştığı anda, kapı çalınır gibi oldu, sonra da bunun yerini biraz daha şiddetli kapı çalınması takip etti. Profesyonel bir vuruş şekliydi bu. Ne çok hızlı vurarak etrafı vaveylaya vermek istiyordu ne de yavaşça bir vuruşla uyuşturmak istiyordu.

Hz. Şems, birden yerinden hızlıca fırlayarak;

-Ayrılık zamanı geldi, bize müsaade…” deyip kapıdan çıkıp gitti. Gidiş o gidiş. O anda ne Mevlana, ne de Sultan Veled, tek bir söz bile edememişlerdi. Tam bir vedalaşma da yapmamış-

lardı. Sanki o anda takdirin düğmesine basılmıştı.

Hz. Şems dışarı çıkar çıkmaz, yedi belalı katil, onu medre-

senin doğu istikametine doğru götürdüler. Gittikleri yer, medreseye çok uzak değildi. Biri bağırsa ses rahat bir şekilde duyulabilirdi. Hz. Şems onlara;

– İdama götürülen bir adama bile, son isteği sorulur, infaz işini hiç olmazsa, Hz. Ali efendimiz gibi, namaz kılarken yapın.” Dedi.

Dai Ebu Rıza;

-Tamam, öyle olsun,” dedi ve ekledi;

-Yalnız biraz çabuk olmalısın. Vaktimiz yok!”

Hz. Şems, her zaman geçtiği bu yeri tanıdı. Az ötede, kullanılmayan bir kuyu vardı. İçinden;

-Rabbim, artık sana kavuşma anım, düğün günüm, geldi. Senden mağfiret diliyorum. Beni bağışla! Mevlana’yı, sana emanet ediyorum Allah’ım! Şu kuyu da, mezarım olsun.” Dedi.

Vezirin adamlarından biri;

-Haydi, amma da çok uzatıyorsun” diye çıkıştı.

Hz. Şems cübbesini tertemiz karların üzerine serdi. Tekbir alıp Fatiha suresini okuduktan sonra, Şems suresini zammı sure olarak okumaya başladı:

1- Güneşe ve onun aydınlığına and olsun. 2- Onu takip ettiği zaman aya and olsun. 3- Güneşi ortaya çıkardığı zaman gündüze and olsun. 4- Onu örttüğü zaman geceye and olsun. 5- Göğe ve onu yapana and olsun. 6- Yere ve onu yuvarlayıp döşeyene and olsun. 7- Nefse (insan benliği) ve onu şekillendirene, 8- Ona bozukluğunu ve korunmasını ilham edene and olsun ki, 9- Nefsini (benliğini) arındıran mutluluğa ermiştir. 10-Onun (iyilik eğilimlerini) bastıran ise hüsrandadır. Hz. Şems tam bir huşuyla son namazını kılıyordu ki, yedi cani korkulu gözlerle onu seyrediyordu. Onlar soğuk havada titriyorlardı, ama Hz. Şems’in üzerinde, cübbesi olmamasına rağmen, vücudunda bir titreme ve korku emaresi yoktu. O Şems suresini okumaya devam ediyordu:

11-Semud kavmi azgınlığı yüzünden Hakk’ı yalanladı. 12-İçlerinden en onulmaz azgınları, zulüm yapmak için ileri atılırken,” ayetini okumuştu ki, içlerinde en azılı katil olan Abbas Mirza, hançerini çıkarıp, tıpkı Hz. Ali’nin hançerlendiği gibi Hz. Şems’e sapladı. Hz. Şems, öyle bir ‘ahhhhhhh’ etti ki, yedi azılı eşkıya Semud kavmine gelen şiddetli sayhadaki ses gibi, yere yuvarlandı. İçlerinde sadece iri yarı, cüsseli ve de bilgili olan Dai Ebu Rıza, biraz kendindeydi. Diğerleri sarhoş gibi olmuşlardı. Derhal ayağa kalkıp önce Abbas Mirza’nın suratına okkalı bir tokat vurdu sonra da diğerlerinin yüzüne vurdu:

-Uyanın artık, yaptığımız iş ortaya çıkacak. Çabuk şu cesedi şurada az ileride bulunan kör kuyuya atalım. Buraya bayağı kan akmış.” Dedi.

Hepsi ayağa kalkmıştı ki, Abbas Mirza;

-Dai Ebu Rıza, hani ceset nerede?” dedi.

Dai Ebu Rıza;

-Sen hançerlediğinde çok kuvvetli bir ah sesi çıkmıştı. Bak yerde kan izleri var, cübbesi orada duruyor.” Dedi.

Hep birlikte Dai Ebu Rıza’nın gösterdiği yere yöneldiler. Ancak Hz. Şems’i bulamadılar. Orada cübbesi ve üzerinde bir mendile sarılı bir kâğıt buldular. Kâğıdın üzerinde, Mevlana’ya hitaben;

– Ölümümün, gözlerinin önünde olmasını ne çok isterdim. Gör bakalım, aşk için ölmek ne demekmiş.” Yazıyordu.

Hızlıca toparlanıp, Hz. Şems’in cübbesini ve mendile sarılı mektubunu aldılar ki, Hz. Şems’in ah sesini duyan, Mevlana hazretleri ve oğlu Sultan Veled onu aramaya çıkmışlardı. Yedi azılı katili kaçarken gördüler.

Sultan Veled;

-Bak baba, orada birtakım adamlar var, bizi fark ettiler kaçıyorlar.” Dedi.

Oraya geldiklerinde çok yoğun kan izleriyle karşılaştılar. Yedi azılı eşkıya çoktan gözden kaybolmuştu.

Mevlana;

-Derhal asesbaşına(emniyet müdürüne) haber ver!” dedi.

Sultan Veled, az sonra asesbaşını getirince Mevlana;

-Asesbaşı Şems’i bul bana!” dedi.

Asesbaşı;

-Şems burada olmalı, çünkü yerdeki, kan miktarı bir insanın, bir adım dahi atmasını imkânsız kılacak kadar çok, bütün kanı boşalmış.”

Mevlana;

-Nerede peki?” deyince asesbaşı;

-Bir adım atması dahi imkânsızdır.” Dedi.

Hz. Şems, hiçbir yerde bulunamadı, izine bile rastlanamadı. Asesbaşı bu cinayeti de faili meçhullere yazdı. Alamut’tan gelen iki eşkıya ise, çoktan yola çıkmışlardı.

Mevlana için artık, ‘Yandım’ devresi başlıyordu. Şems hazretleri kaybolmalı mıydı? Evet, kaybolmalıydı ki, Hz. Mevlana gönlündeki Allah’ı bulabilsindi. Kendi gönlündeki ilahi cereyanı bulabilmesi için, Hz. Şems’in mutlak ayrılması lazımdı.

Hz. Şems’in son kayboluşundan sonra, Mevlana hazretlerinin yüzü, bembeyaz oldu. Âşıkların rengi sarı olur, renkleri beyaz bir çehre ile bitmiş, tükenmişliği anlatıyordu.

Hz. Mevlana’ya bir gün sordular:

-Niye böyle kendini harap ediyorsun? Sen bu Şems gelmeden önce dört dörtlük bir mü’mindin, hocaydın, öğretmendin, müderristin, Anadolu Selçuklu Medreselerinin rektörüydün… Ondan ne öğrendin? Şam’daki hocaların bile sana bilemeyeceğin bir şey kalmadı demediler mi?”

Hz. Mevlana; “Evet doğrusunuz, dediler.” Dedi.

-Peki, ibadetlerinde bir eksiklik var mıydı? Dediler.

Hz. Mevlana; “Hayır” diye cevap verdi. “-Peki, sen Şems’ten ne öğrendin ki, böyle perişansın? Şu haline bir bak hele!” dediler. Hz. Mevlana, onlara şu tarihi konuşmayı yaptı: “-Evet dediklerinizin hepsi doğru, fakat ben Şems’e rastlamadan önce üşüdüğüm zaman, ısınıyordum. Ama Hz. Şems’ten sonra artık ısınamıyorum. Çünkü Şems bana bir şey öğretti: “Yeryüzünde bir tek mü’min üşüyorsa, ısınma hakkına sahip değilsin.” Ben de biliyorum ki, yeryüzünde üşüyen müminler var. Artık ısınamıyorum. Eskiden açken bir çorba içince doyardım. Ama şimdi hiçbir şey besin tadı vermiyor. Çünkü biliyorum ki, açlar var. İşte Şems bana bunu öğretti.”

Şemsettin ÖZKAN

20.05.2022 DOĞANŞEHİR

KAYNAKLAR

1-kuran.diyanet.gov.tr

2-kuranmeali.com

3-pixabay.com

4-suskunduvar.com

5-Şemsettin ÖZKAN, ŞEMSABAD (Kitab-ü Usul-i’l AŞK) adlı tarihi romanımdan alıntı

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir