MESNEVİ’DEN 6


“Ruhlara şifadır, sevgilileri sevdiğine, hastaları çaresine kavuşturur.”

HZ. MEVLANA DER Kİ:

Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla

Topraktan yaratılmış olan beden aşktan göklere çıktı. Göklerde oturan oldu. Dağ bile o tesir altında çeviklik bulup oynamaya başladı.  Ey âşık! Aşk, Tur’un canı oldu. Tur sarhoş, Musa’da kendinden geçmiş oldu. Zamanımı beraber geçirdiğim yârimin dudağına verseydim sırlarına tahammül edecek bir sohbet arkadaşı bulsaydım, ney gibi ben de söylenecek şeyleri söylerdim. Konuştuğu dili anlayan kimseden ayrılan, yüzlerce dil ve nağme bilse de yine susar. Gül solup mevsim geçince artık bülbülden maceralar işitemezsin.” (Mesnevi, 25-29. Beyitler)

               Erich Fromm, “Sevme Sanatı” adlı eserinde bütün sevgileri sıralarken, bu sevgilerin başına Tanrı sevgisini alır ve bütün sevgilerin kaynağının da Allah sevgisi olduğunu söyler.

              Mevlâna der ki, “Aşk geldi. Damarımda, derimde kan kesildi; beni kendimden aldı, sevgiliyle doldurdu. Bedenimin bütün cüzlerini sevgili kapladı. Benden kalan yalnız bir ad, ondan ötesi hep o..”

              Uğruna bir ömür bağışlanan, yanıp yakınılan, bu eşsiz sevgili Allah’tır. Âşk ise; Allah’a karşı aşırı sevginin kemale erişi, âşığın âşkta yok oluşudur. Gerçek ilhama mazhar olmuş, gerçek yokluğu zevk edinmişlerin en büyük arzusu ilâhî vuslat’tır. Mevlâna, bu yolun coşkun âşığıdır, aşktan doğmuş, aşkla yoğrulmuştur.

“Bizim peygamberimizin yolu âşk yoludur. Biz âşk çocuklarıyız; âşk bizim anamızdır,” der. Yıldızlar, gezegenler, ay, güneş, bitkiler, insanlar, hayvanlar velhasıl her şey bu aşkın tecellileridir.

                Bilindiği gibi tasavvufta mey, şarap, sarhoş, saki Allah aşkına götüren manevî bir unsurdur. Bildiğimiz alkollü içki anlamında kullanılmaz. Bu yüzden Hz. Mevlana’yı anlamak için bu önemli ayrıntıyı göz ardı etmemek gerekir.

               Yine bu beyitlerde, Hz. Mevlana’nın telmihte bulunduğu olayı kavrayabilmemiz için; topraktan yaratılan bedenin, koskoca   dağ kütlesinin nasıl canlandığını, Rabbi’nin Hz. Musa’ya gözükmesi için, dağa tecelli etmesini, Allah aşkıyla dağın paramparça oluşunu, aşkın Tur dağının canı olduğunu ve mest olduğunu, Hz. Musa’nın bunu görünce bayıldığını Araf suresi, 143. Ayetini okumamız gerekiyor.      

وَلَمَّا جَٓاءَ مُوسٰى لِم۪يقَاتِنَا وَكَلَّمَهُ رَبُّهُۙ قَالَ رَبِّ اَرِن۪ٓي اَنْظُرْ اِلَيْكَۜ قَالَ لَنْ تَرٰين۪ي وَلٰكِنِ انْظُرْ اِلَى الْجَبَلِ فَاِنِ اسْتَقَرَّ مَكَانَهُ فَسَوْفَ تَرٰين۪يۚ فَلَمَّا تَجَلّٰى رَبُّهُ لِلْجَبَلِ جَعَلَهُ دَكاًّ وَخَرَّ مُوسٰى صَعِقاًۚ فَلَمَّٓا اَفَاقَ قَالَ سُبْحَانَكَ تُبْتُ اِلَيْكَ وَاَنَا۬ اَوَّلُ الْمُؤْمِن۪ينَ 

 Mûsâ, tayin ettiğimiz vakitte (Tûr’a) gelip de rabbi onunla konuştuğunda o, “Rabbim! Bana görün; sana bakayım” dedi. Rabbi, “Sen beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak; eğer o yerinde durabilirse sen de beni görebilirsin” buyurdu. Rabbi o dağa tecelli edince onu paramparça etti; Mûsâ da bayılıp düştü. Kendine gelince dedi ki: “Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim, sana tövbe ettim; ben inananların ilkiyim.”

                                               (A’RAF SURESİ, 143. AYETİ)


Tefsir (Kur’an Yolu)


Hz. Mûsâ, Tûr’daki bu olağan üstü buluşma sırasında, üç vahiy şeklinden biri olan vasıtasız vahiy ile yüce Allah’ın kelâmını alırken, aynı zamanda, kendisiyle konuşma lütfunda bulunan Allah’ı müşahede etmeyi, O’nu beden gözüyle görmeyi de diledi. Allah Teâlâ’nın, kullarına âhirette yüce zâtını göstereceği sahih hadislerle sabit olmakla birlikte (aş. bk.), Hz. Mûsâ bunun dünyada da mümkün olduğunu zannederek böyle bir dilekte bulundu. Fakat Allah, “Beni asla göremezsin” buyurarak bunun (dünyada) imkânsız olduğuna işaret buyurdu.

         Âyette, itikadî mezhepler arasındaki önemli tartışmalara sebep olan kelâm (Allah’ın konuşması) ve rü’yetullah (Allah’ın beden gözüyle görülmesi) söz konusu edilmiş; Allah’ın Mûsâ’ya konuştuğu; Mûsâ’nın O’nu görmek istemesi üzerine bunun asla mümkün olmadığı belirtilmiştir. Buna göre Allah konuşur ve O’nun seçkin kulları (peygamberler) bu konuşmayı işitebilir; fakat Allah asla görülmez. Âyetten çıkan bu açık bilgiye rağmen İslâm âlimleri hem kelâm sıfatını hem de rü’yet konusunu uzun uzun tartışmışlardır. Selef diye anılan ilk kelâmcılar ve onları takip eden sonraki Selefîler Allah’ın, –insanların kullandıklarına benzemeyen– harflerle ve sesle konuştuğunu ileri sürerken diğer kelâmcılar O’nun harfler ve sesler gibi konuşma araçlarına muhtaç olmadan konuştuğunu savunmuşlardır. Öte yandan, bütün İslâm bilginleri Allah’ın dünyada görülmesinin mümkün olmadığını kabul ederler. Sünnî âlimler, bir şeyin görülebilir olmasını onun var olma şartına bağlayarak varlığında şüphe bulunmayan Allah’ın âhirette görülmesinin aklen mümkün olduğunu ve mümin kullarına görüneceğini kabul ederken Mu‘tezile âlimleri aksini savunurlar (konu hakkındaki kelâmî tartışmalarla ilgili geniş bilgi için bk. Râzî, XIV, 229-234).

 İbn Atıyye, “Rabbi onunla konuştu” ifadesini “Yani Allah Mûsâ’da bir idrak yarattı ve o bu idrakle Allah’ın zâtî bir sıfatı olan kelâmını işitti” şeklinde yorumlar. Kanaatimize göre bu, Allah’ın kelâmına ilişkin oldukça mâkul bir açıklamadır. Zira yine İbn Atıyye’nin belirttiği üzere, Allah’ın kelâmı hiçbir şekilde yaratılmışların sıfatına, yaratılmışlık özellikleri taşıyan hiçbir kelâma benzemez (ayrıca bk. Bakara 2/253).

         Aynı müfessir Allah’ın görülmesiyle ilgili Ehl-i sünnet görüşünü de şöyle özetler: Allah’ın görülmesi aklen câizdir; çünkü O’nun, var olması itibariyle görülmesi mümkündür. Bir varlığın görülebilir olmasının yegâne şartı var olmaktır. Ancak dinî kaynaklar O’nun dünyada değil, âhirette görüleceğini bildirmiştir. Sonuç olarak Mûsâ, “Rabbim! Bana görün, sana bakayım” derken imkânsız olanı değil, câiz olanı istemiştir. Böyle olunca da, “Sen beni asla göremezsin” şeklindeki ilâhî cevap, mutlak olarak imkânsız olan bir isteği red anlamı taşımayıp, sadece Allah’ın dünyada görülemeyeceğini bildirir. Buna karşılık birçok hadiste Allah’ın âhirette mümin kulları tarafından görüleceği haber verilmiştir (Buhârî, “Mevâkıt”, 16, 26; “Ezân”, 129; “Tefsîr”, 50/2; “Rikåk”, 52; “Tevhîd”, 24; Müslim, “Fiten”, 95; Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 20; Tirmizî, “Cennet”, 16; Müsned, III, 16; IV, 11, 12).

 Allah’ın dağa tecelli etmesiyle ilgili olarak tefsirlerde farklı açıklamalar yapılmıştır (bk. İbn Atıyye, VII, 154-156). Sözlükte tecellî “perdenin veya örtünün açılması üzerine bir şeyin bütün gerçekliğiyle ortaya çıkması” demektir. İbn Âşûr’a göre (IX, 93) âyetteki bu kısım mecazi bir ifade olup muhtemelen bununla, dünya varlıkları ile aşkın güçler arasına Allah tarafından konulmuş bulunan perdelerin kaldırılması kastedilmiştir. Bu perdeler veya engeller kalkınca rabbânî güç ile dağ arasında bir ilişki doğmuş ve dağ paramparça olmuş; Allah’ın bir şekilde kendisini göstermesi veya kendisinden bir görüntüyü dağa yansıtması şeklinde cereyan eden bu olağanüstü olayı gören Hz. Mûsâ dehşete kapılarak kendinden geçip yere yığılmıştır. Ayılınca anlamıştır ki böyle bir tecelli kendisini bu kadar sarstığına göre, bu dünyanın şartları içinde, bu bedenî, hissî ve psikolojik yapısıyla Allah’ı görmeye asla tahammül edemeyecekti. Ayrıca, dağın bir bakıma denek olarak kullanıldığı bu tecrübe kendisi üzerinde gerçekleşseydi mahvolacaktı. Sonuç olarak Allah’tan, genel anlamda mümkün, fakat bu dünyada imkânsız olan bir şeyi istediği için tövbe etti ve kendi halkı veya o dönemdeki insanlar içinde ilk mümin kişinin kendisi olduğunu belirterek bir kez daha imanını Allah’a arz etti.

           Son olarak Hz. Mevlana “aynı dili konuşanların değil, aynı duyguyu paylaşanların anlaşacağı” gerçeğinden yola çıkarak, ney gibi dudağını dayayıp üfleyen bir yâri üfleyeni olmadığından olsa gerek, (aynı duyguyu paylaştığı bu kişinin muhtemelen Hz. Şems’in yol gösterici, mürşidinin yokluğundan) sustuğunu söyler. Yüz tane dil bilsen, repertuarında binlerce nağme olsa ne yazar… Üstelik bahar geçmiş, hüzün mevsimi gelmiştir, âşık bülbülün maşuku gül de yoktur artık.

             İzzet Molla’nın dediği gibi;

Bir mevsim-i baharına geldik ki âlemin

Bülbül hamuş, havz tehi, gülistan harâb  

             Ya da Nedim’in dediği gibi;

Yok senin vasfettiğin dilber bu şehr içre Nedim

Bir peri-suret görünmüş bir hayal olmuş sana.

             Veyahut Recaizade Ekrem’in ;

Gül hazin, sümbül perişan… Bağzârın şevki yok

Derknak olmuş hezâr-ı nağmekârın şevki yok

Başka bir haletle çağlar cuybârın şevki yok

Ah eder inler nesim-i bi-karârın şevki yok

Geldi amma neyleyim, sensiz bahârın şevki yok.

Şemsettin ÖZKAN

 (04/11/2019/ KONYA)    

      Kaynaklar: 

1-Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 586-588

  Kur’an. Diyanet.gov.tr

 2-akademik.semazen.net

3-Mevlana, Mesnevi

  (Türkçesi: Tahirü’l Mevlevi)

4- Mevlana Celaleddin Rumi, Mesnevi 

   -Tam Metin- Panama Yayıncılık

5- Erich Fromm, Sevme Sanatı

MESNEVİ’DEN 6” için 1 yorum

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.