(Toplumsal İlişkiler 341)
وَالَّذ۪ينَ هَاجَرُوا فِي اللّٰهِ مِنْ بَعْدِ مَا ظُلِمُوا لَنُبَوِّئَنَّهُمْ فِي الدُّنْيَا حَسَنَةًۜ وَلَاَجْرُ الْاٰخِرَةِ اَكْبَرُۢ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَۙ
“Zulme uğradıktan sonra, zulüm diyarını terk ederek Allah yolunda hicret edenleri, bu dünyada güzel bir yurda yerleştireceğiz. Ahirette verilecek mükâfat, elbette çok daha büyüktür, bir bilselerdi!” (Nahl/41)
Cahit Zarifoğlu “hicret taze güçlü bir kandır damarlarımda” derken, hicretin salt bir diyardan bir diyara göç edip, mekan değiştirme olduğunu anlatmak istemiyor herhalde. Sözlükte “terketmek, ayrılmak, ilgisini kesmek” anlamına gelen hecr (hicrân) masdarından isim olan hicret “kişinin herhangi bir şeyden bedenen, lisânen veya kalben ayrılıp uzaklaşması”
demektir; ancak kelime daha çok “bir yerin terkedilerek başka bir yere göç edilmesi” anlamında kullanılır.
Hicret
kavramını daha da güncellersek ortaya şu manzara çıkar. İslâm
tarihinin ilk dönemlerinde hicret kavramı çerçevesinde daha çok
gayri müslim bir ülkede Müslüman olan kimsenin İslâm ülkesine
göç etmesi ele alınırken, İslâm hâkimiyetinin zayıflamaya
başlaması üzerine ve özellikle XII. yüzyıldan itibaren doğuda
Moğollar’ın, batıda hıristiyan devletlerin eline geçen İslâm
topraklarındaki Müslümanların durumu da tartışılır olmuş, bu
ülkelerden hicret edilip edilmeyeceği veya hangi şartlarda hicret
edilmesi gerektiği konusunda çeşitli görüşler ileri
sürülmüştür. Ancak gerek Osmanlı Devleti’nin çökmesi üzerine
gerek sömürgecilik döneminden sonra oluşan yeni devletler içinde
kalan Müslüman azınlıklarla bağımsızlığa kavuşamayan
Müslüman toplulukların varlığı yanında, İslâm toprakları
üzerinde birçoğu laik veya batı tesirinde bir düzeni uygulayan
ulus-devletlerin meydana geldiği günümüzde farklı bir durum
ortaya çıkmıştır. Artık Müslümanlar, diledikleri zaman bu
ülkelerden herhangi birine yerleşme ve hatta seyahat etme imkânına
sahip olmadıkları gibi, gayri müslim bir ülkedeki Müslüman
azınlıklar veya İslâmiyet’i yeni kabul eden bir kişi istediği
bir Müslüman ülkesine serbestçe hicret edememektedir. Ayrıca bu
ulus-devletlerin birçoğunda hâkim olan siyasî ve hukukî yapı
sebebiyle Müslümanlar kendi ülkelerinde bile İslâm’a uygun
şekilde yaşama konusunda ciddi zorluklarla karşı karşıya
gelmişlerdir. Modern iletişim araçlarıyla küçülen, Batı’nın
kültürel, ekonomik ve askerî hâkimiyeti altında bulunan günümüz
dünyasında bütün Müslümanlar bir anlamda gayri müslimlerin
hâkimiyeti altındaki bir toplum manzarası çizmektedir.
Bu durumda hicret, karşılaşılan güçlükler sebebiyle bir
yerden diğerine göç etme yerine Allah’ın emirlerine uyma ve
yasaklarından kaçınma şeklinde mânevî boyutuyla önem
kazanmakta, gayri müslim bir ülkede bulunan Müslüman azınlıklar
yerine göre bağımsızlıklarını elde etmeye veya kendi dinî ve
kültürel kimliklerini koruyarak güven ve barış içinde
yaşayacakları şartları oluşturmaya, Müslüman ülkelerde
bulunanlar da İslâm’ı yaşama konusunda karşılaştıkları
zorlukları aşmaya çalışmak sorumluluğu taşımaktadırlar.
Hicretin esasen maddî boyutuyla da zorluklar karşısında pasif bir
kaçış değil İslâm’ı öğrenmek ve yaşamak için yeni imkânlar
aramaya, yeni şartların oluşmasına zemin hazırlamaya yönelik
etkin bir çaba olması onu her iki boyutu bakımından cihad
kavramıyla bütünleştirmektedir.
Çalışma, öğrenim
ve eğitim amacıyla ve kendi istekleriyle İslâm ülkelerinden batı
ülkelerine göç eden Müslümanların durumu geçmişte benzeri
olmayan, dolayısıyla fukaha arasında tartışılmayan yeni bir
gelişmedir. Bunun meşrûlaştırılması konusunda bazı
araştırmacılar Habeşistan’a hicret modeline atıfta bulunurken
bazıları da gerek İslâm’ı tebliğ etmenin, gerekse Müslüman
toplumların kalkınması için modern bilim ve teknolojinin
öğrenilmesinin önemi sebebiyle bu ülkelere gitmenin yalnız mubah
değil aynı zamanda gerekli olduğunu ileri sürmektedir. Buna
ayrıca ticarî ilişkilerin geliştirilmesi, iş ve çalışma
imkânlarının aranması gibi hususlar da eklenmekte ve gayri müslim
ülkelere göçün genel olarak ihtiyaç ve zaruret prensiplerinden
hareketle meşrû sayıldığı görülmektedir. Ayrıca gayri müslim
ülkelerden İslâm ülkesine hicretin gerekçesi, Müslümanın can
ve mal güvenliğiyle dinin temel hükümlerini serbestçe yerine
getirme imkânının bulunmaması olduğundan geçmiş dönemlerin
aksine milletlerarası ilişkilerde barışın hâkim olduğu
günümüzde ve özellikle demokratik Batı ülkelerinde dini tebliğ
ve yaşama konusunda şartların birçok Müslüman ülkeden daha
uygun olduğuna da dikkat çekilmektedir. Ancak Batı
demokrasilerinde dinî hürriyetten genellikle ibadet özgürlüğünün
anlaşılması, buna karşılık İslâm’ın sosyal hayatın her
alanında prensipler koyması sebebiyle bu ülkelerdeki Müslümanların
kendi gerçek dinî ve kültürel kimlikleriyle yaşama imkânları,
içinde bulundukları gayri müslim toplumun müsamahasıyla sınırlı
kalmaktadır. Çoğulculuğun ve çok kültürlü bir toplum
yapısının tarihî tecrübesine sahip olmayan batı dünyası,
Müslüman azınlıkların kendi kimliklerini koruyarak yaşamaları
konusunda hazırlıksız göründüğü gibi demokrasiye ve serbest
düşünceye rağmen batı kültürünün tekelci yapısının
Müslümanları asimileden vazgeçip geçmeyeceği, onların bu
ülkelerde daha etkin duruma gelmelerinin ne gibi sonuçlar
doğuracağı merak konusudur. Bununla birlikte milletlerarası
ilişkilerde insan haklarıyla ilgili telakkilerin ön plana çıktığı,
global ve dinamik bir rekabetin hâkim olduğu zamanımızda Müslüman
azınlıkların birçok yerde sistemi zorlamasının sonucunda yeni
şartlar oluşmakta, fevkalâde durumlar dışında Müslüman bir
ülkeye hicret yerine Müslümanların bulundukları yerlerde
güçlenmesine yönelik politikalar önem kazanmaktadır.
Hasılı hicret devamlı güncellenen,her daim “taze güçlü bir kandır,” Müslümanların damarlarında.
Şemsettin ÖZKAN
08.05.2021 GÜZELYALI
KAYNAKLAR
1-kuran.diyanet.gov.tr
2-kuranmeali.com
3-sabah.com.tr (Kaynak: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi)