HİÇBİR ŞEY İÇİN “BENİMDİR” DEME SADECE DE Kİ “YANIMDADIR”

(Toplumsal İlişkiler 249)


وَلِلّٰهِ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ وَكَانَ اللّٰهُ بِكُلِّ شَيْءٍ مُح۪يطاً۟
“Unutmayın; göklerde ve yerde ne varsa, hepsi Allah’ındır ve Allah, sonsuz ilim ve kudretiyle her şeyi kuşatmıştır.” (Nisa/126)

Bazı insanlar görmüşsünüzdür bir gurur, bir hava, bir çalım. Sanırsınız ki, küçük dağları onlar yaratmıştır. Kibirlerinden, üstünlük taslamalarından, fiyakalarından, caka satmalarından yanlarına varamazsınız. Burunları bir karış havadadır. Ne yapsanız ne etseniz şişirilmiş egolarıyla insanlara hep tepeden bakarlar.

Onları bu hallere ya zenginlikleri, ya sağlıklı oluşları, ya güzellikleri, ya boyları postları, ya endamları ve yakışıklı oluşları getirmiştir, ya da tarlaları, yaşadıkları lüks yaşamları, yatları, son model arabaları, villaları, yazlıkları, sevgilileri ya da başka bir şeylere sahip olmaları getirmiştir. Halbuki hiçbir şey onların değildir. Hepsi insanoğlunu terkedecektir.

Hz. Mevlana der ki; “hiçbir şey için ‘benimdir’ deme. Sadece de ki; ‘yanımdadır.’ Çünkü ne altın, ne toprak, ne sevgili, ne hayat, ne ölüm, ne huzur, ne de keder, daima seninle kalmaz.” İnsan şu alemde geçici iskan belgesiyle yaşayıp gitmektedir. Hiçbir şeyi tapulu malı mülkü değildir. Bakmayın siz, noterden üzerine geçirdiği onca menkul ve gayrimenkul malları olduğuna. Onları ölüp giderken bırakacağını aslında kendisi de biliyor. Ölüm bile onunla kalmayacak. Çektiği sıkıntılar bile onunla kalmayacak. “Bir tatlı huzur almaya geldik Kalamış’tan,” şarkısında geçen huzur bile onunla olmaz. Sahiplenme duygusu insanı her zaman can damarından yakalar. Ama ne hikmetse bir türlü anlamaz insanoğlu.

Bu konuda sevgili Peygamberimiz döneminde yaşamış Salebe’nin ibretlik hikayesini gelin Muzaffer Özak hocamızın o güzel anlatımıyla mevzumuzu kapatalım: Fukarâ fukarâ iken câminin ön safında, “Amân Yâ Rabbi! Amân yâ Rabbi! Amân Yâ Rabbi” diye Allah’a yalvarıyor. Allah istediğini verdi mi, alır almaz, haydi bakalım arabasına yıldızları koyuyor. Arabın hikâyesindeki gibi. Arap çıkmış hurma ağacına, fırtına çıkmış, büyük bir fırtına. Ağaç sallanmaya başlamış, adam aşağı düşecek. Korkudan yalvarmaya başlamış, “Yâ Rabbi buradan sağ sâlim inersem sana bir deve keserim” demiş. Biraz aşağı inmiş, “Bir sığır keserim” demiş. Biraz daha inmiş, “Bir koç keserim” demiş. Aşağı doğru indikçe, “Bir keçi keserim, bir tavuk keserim, bir piliç keserim”, aşağı inince, “Ben çıkdım ben indim sana ne oluyor” demiş ve yürümüş gitmiş. Fukarâ iken “Amân Yâ Rabbi, üstümde başımda yok, avret yerlerim görünecek” diye ağlanıyor.  Evet öyle! Resûl-i Ekrem zamânında öyle bir adam vardı, ismine Salebe derlerdi. Bu Salebe gâyetle fakîr, avret mahalli görünüyor Salebe’nin. Otla filan örtüyor kendisini. Sonra Cenâb-ı Peygamber’e mürâcaat etdi. Eh, haklı, güzel. “Yâ Resûlallah, bak ne hâldeyim. Ben çok mal istemiyorum, az bir şey istiyorum. Biraz bir şey verise, Allah’ın hazînesinden eksik mi olacak” dedi. “Bak ben donumu çıkarıyorum karım giyiyor, karım çıkarıyor ben giyiyorum. O küpe giriyor, ben küpden çıkıyorum. Böyle idâre ediyoruz. Bir duâ et” dedi. Efendimiz buyurdular ki, “Senin fakîrliğin zenginliğinden hayırlıdır, sen sabreyle, dişini sık, dünyâ fânî, âhiret bâkîdir. Sen sık dişini, Allah bilir işini. Biraz sürünürsün burda ama yarın hemen gözünü yumar yummaz a’lâ-yı illiyyîne gider, sultân olursun. Ama sen sabretmiyorsun, dünyâ metâı istiyorsun, dünyâ metâı senin felâketin olur sonra”. Yani Cenâb-ı Peygamber demek istiyor ki, “Ben seni iyi görmüyorum, sen mala tapabilirsin”. Salebe israr edince, birisi bir keçi verdi ona, dişi keçi. Arabistanda keçiler altı ayda bir doğuruyor. Altı ay sonra keçi üç oldu. İki tâne doğurdu çünkü. Altı ay sonra keçi kaç biliyor musun? Üç üç altı üç daha dokuz. Altı ay sonra on sekiz. Altı ay sonra yirmi dört, otuz iki, otuz altı, Salebe câmiye gelmemeye başlamış. Malla uğraşacak çünkü, malla uğraşacak. Bırakamaz ki, nereye bırakacak, haklı, o da haklı, mal canın yongası. Sağacak, satacak, okşayacak, ondan sonra parayı böyle şakır şakır sallayacak. Salebe’nin sürüleri büyüdü de büyüdü, büyüdü de büyüdü, beş vakit namazda Efendimizin arkasında namaz kılıyordu, mal çoğalınca gelemiyor malından. Mala bağlı, sanki malıyla ahrete berâber gidecek. Gelemiyor, cemâate gelemiyor. Resûl-i Ekrem’in arkasında namaza gelemiyor. Cuma’dan Cuma’ya gelmeye başladı, Cuma’dan Cuma’ya. Sonra Bayram’dan Bayram’a. Gelemiyor, hayvanlarına bakıyor. O ara, zekat farz oldu. Allahu Teâlâ zekâtı farz etdi. Edince Cenâb-ı Peygamber oraya memuru gönderdi yani âmili. Çünkü para vermek güçdür. Laf aramızda, çok güç para vermek. Namaz kılmak kolay, hele abdetsiz namaz çok güzel kılınıyor. Hiç dayanmaz adama abdestsiz namaz. Namaz kılmak kolay dedik ama o da herkes için kolay değil. Allah kimi huzûruna kabûl ederse o kılıyor namazı. Zekât farz oldu, Cenâb-ı Peygamber sallallahu aleyhi vesellem oraya memur gönderdi, zekât versin diye. Malum ya, namaz kılınıyor da zekât verilmiyor. O paraya hiç kıyılmıyor, böyle duruyor, habire sayıyorsun, koyuyorsun. “Ya fakîr olursam ilerde, ya sürünürsem, ben fakîrlikden geldim, sürünmenin ne olduğunu bilirim ben. Zekât mekat anlamam ben, parayı koyayım şöyle. Allah günahları affeder” diye. Salebe de öyle yapıyormuş. Geldi memur yani taraf-ı peygemberîden âmil geldi, “Salebe, Allah emretdi Hazret-i Peygamber’e , zekât farz oldu, zekât vereceksin, malının şu kadarını zekât olarak vereceksin”. Salebe, “O malı ben kazandım” dedi. “Muhammed, sallallahu aleyhi vesellem, zekât diye bizden haraç mı alacak. Kollarım çürüdü, sabahlara kadar uğraşdım bu hayvanları çoğlatmak için” demesin mi! Unutdu o eski günlerini, uyuzluğunu, kıçının açık olduğunu. Fakîrdi, zengin oldu, Allah’ı unutdu. Âmil, hemen geldi Peygamber’e haber verdi. Efendimiz, “Bir daha gitmeyin ve almayın, onun malı kendi başına” dedi. “Onunla biz âhiretde görüşeceğiz” dedi. “Huzûrullahda görüşeceğiz onunla” dedi. Sonra Salebe’nin aklı başına geldi, zekâtını getirdi Peygamber’e. Efendimiz dedi ki, “Yok, sen bu ümmete âyet oldun, sonra gelecek olanlara âyet oldun sen, sen zekâtını kendin ye. Sen helâk oldun yâ Salebe, seninle biz huzûrullahda hesaplaşacağız, haydi git”. Sonra Cenâb-ı Peygamber âlem-i cemâle göçdü. Hazret-i Ebûbekir zamânında, seyyidinâ Ebâbekir radıyallahu anh, geldi Ebûbekir Sıddîk’a, “Yâ Ebâbekir, şunlar benim zekâtım” dedi. “Hazret-i Ebûbekir, “Yoo, Resûl-iEkrem’in almadığını ben alamam, sen git mallarını kendin ye” dedi. Ordan da hâib ü hâsir döndü. Sonra Ömer ibn Hattâb Hazretleri halîfe oldu, radıyallahu anh. Ona getirdi zekâtını, “Yâ Ömer, bu benim zekâtımdır, lütfen kabûl edin bunu” dedi. Hazret-i Ömer, “Resûl-i Ekrem’in almadığını benden evvelki halîfenin kabûl etmediğini ben hiç kabûl edemem” dedi. 

Sonra Salebe parasıyla berâber geberdi. Parası iki başlı yılan oldu. Boynuna doladılar, kabrine koydular, kıyâmet gününde çıkarmak için uğraşacak. Zekâtı verilmeyen paralar, iki başlı yılan olur, sâhibinin boynuna dolanır. Râvîsi Ebâ Hureyre’dir. Kur`ân’da da var. سَيُطَوَّقُونَ مَا بَخِلُوا 

se yutavvakûne mâ bahilû” âyet-i kerîmesinde. Yani “Biz onların kıyamayıp veremedikleri paralarını boyunlarına dolarız” diyor Allah. Ebû Hureyre’nin hadîsine gelince, orada serahat var. Burada âyet-i kerîme olmak münâsebetiyle, “cevdetü’l-kelâm fi’l-ihtisar”dır. Ebû Hureyre diyor ki, “Zekâtı verilmeyen paralar, iki başlı yılan olacak, mahşer gününde sâhibinin peşinden kovalayacak ve boynuna dolanacak. Uğraşacak kendini kurtarmak için. Sen seyret dramı mahşer gününde! Ne dram var biliyor musun? Diyecek ki, “Sen niye benden kurtulmaya çalışıyorsun? Dünyâda sen beni saklardın, kimseye veremezdin, Allah için de veremezdin, kitler kitler saklardın, sayar sayar üzerine koyardın. Ben senin paranım, beni niye atıyorsun canım, benden niye ayrılıyorsun sevgilim, gel bakayım buraya!”.

Şemsettin ÖZKAN

06.02.2021 KONYA

KAYNAKLAR

1-kuran.diyanet.gov.tr

2-kuranmeali.com

3-defter-i-ussak.blogspot.com

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.