(Toplumsal İlişkiler 1357)
وَمَا خَلَقْنَا السَّمَٓاءَ وَالْاَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا بَاطِلاًؕ ذٰلِكَ ظَنُّ الَّذٖينَ كَفَرُواۚ فَوَيْلٌ لِلَّذٖينَ كَفَرُوا مِنَ النَّارِؕ
“Çünkü Biz bu muhteşem gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri; hak, hukuk ve adâlet gözetmeden, öyle gelişigüzel, hikmet ve amaçtan yoksun, yani bâtıl olarak yaratmadık! Bu iddia, inkâr edenlerin kendi kuruntularıdır! Oysa, evrenin tesâdüfen yaratıldığı ve insanın başıboş bırakıldığı inancı, kaçınılmaz olarak bütün ahlâkî ve insânî değerlerin yozlaşması sonucunu doğurur ki, bu durum, insanı vahşî bir hayvana, yeryüzünü de cehenneme çevirir! Öyleyse, âhiret gününde girecekleri ateşten dolayı, vay o kâfirlerin hâline! Evrendeki mükemmel sistem, Allah’ın varlığını, O’nun sınırsız kudret, bilgi, adâlet ve merhametini açıkça göstermektedir. Buna rağmen hak ile haksızlık, adalet ve merhamet ile zulüm birarada görülüyorsa bu, imtihanın gereğidir. Sonunda bütün insanlar Hesap Günü yeniden diriltilecek ve yaptıklarının hesabını vermek üzere yargılanacaklardır.” (Sad/27)
Tesadüf mü yoksa tevafuk mu? Elbette ki tevafuk yani birbirine uygunluk, denk gelme diyeceğiz.
Hayatta hiçbir şey için tesadüf ya da boşuboşuna olmuş, rastgele olan bir şey, sebepsiz diyemeyiz.
Dücane Cündioğlu’nun; “hayatı boyunca herkes “birini” bulur, ama “birbirini” bulmak, çok az insana nasip olur” sözünü de bu minvalde değerlendirmek gerekir. Bilinçli bir şekilde hareket eden iki insan birbirini mutlaka bulacaktır.
Şemsi Tebrizi’nin Hz. Mevlana’yı eğitmek için Konya’ya gelişi de böyledir. Yolda müridi olmak için karşılaştığı kimseleri reddetmesindeki hikmet de bu fikre göre şekillenmiştir. Bu dünyada çok az insana nasip olan “birbirini” bulma işi Şemsabad (Kitabü usul-i’l AŞK) adlı romanımızda nasıl işlenmiş bir görelim:
USÛL:22
“Sahih olan Allah âşığı, bir meyhaneye duhul etti mi, o yer ona namazgâh olur. Ama bekri, aynı namazgâha duhul etti mi o yer ona meyhane olur. Şu hayatta ne yaparsak yapalım, niyetimizdir başkalık yaratan, sûret ile yaftalar değil!”
(Hakiki Allah aşığı, bir meyhaneye girdi mi, orası ona namazgâh olur. Ama ayyaş, aynı namazgâha girdi mi orası ona meyhane olur. Şu hayatta ne yaparsak yapalım, niyetimizdir farkı yaratan, şekillerle etiketler değil!)
DEDİLER Kİ: “GÖZDEN IRAK OLAN, GÖNÜLDEN DE IRAK OLUR.” DEDİM Kİ: “GÖNÜLE GİREN, GÖZDEN IRAK OLSA NE OLUR?”
Bağdat’tan yola çıkmıştı. O, tam bir gönül eriydi. Kime gönül koyarsa, adam zayi oluyordu. Yolculuğunun ilk günü, Bağdat’ta bir köşkün önünden geçerken, içerden kulağına, müzik sesi geldi. Çengin büyüleyici tınıları onu cezbetmişti. Birazcık dinlemek maksadıyla içeri girince, ondaki neşenin esrarından haberi olmayan köşkün sahibi, kölesine;
“-Şu dilenci dervişe bir yapıştır da gitsin!” diye eliyle işaret etti. Köle, derhal kılıcına davranıp, üzerine yürüdü. Köle, elini kılıcına götürünce, ona öyle bir celal nazarıyla baktı ki, kölenin eline, felç indi. Bu sefer bir başka köleye, davranması için, köşk sahibi işaret edince, köle elini kaldırmış, ama eli, havada donmuş kalmıştı. Af dilemek maksadıyla arkasından koşanlar olmuş, ama onun hızına kimse yetişememişti. Ne de olsa ona, “perende” uçan lakabını boşuna vermemişlerdi. Ertesi günü, köşkün sahibi de kaybolmuştu. Ona zarar vermeye kalkan, kendine zarar veriyordu.
Günlerdir yollardaydı. Her yer, insan doluydu. Her yerde ricat vardı. Zira Moğollar, Kayseri’de taş üstünde taş bırakmamış, canlı adam bırakmama yarışına, girmiş gibiydiler.
Şam tarafındaki Moğollarda, bundan farklı değillerdi. Aynı tahribatı, onlarda yapıyorlardı. Müslümanların üstüne, kara bir kâbus gibi çökmüşlerdi. Anadolu ve diğer İslam toprakları, her yer yağmalanmış ve cayır cayır yanıyordu. Bu yüzden, herkes kaçıyordu. Bu yüzden, yüzlerde ve gözlerde, korku ve endişe hâkimdi. Bu yüzden, hanlar ve kervansaraylar, tıklım tıklım doluydu.
Fakir bir derviş, çağının karanlığında, birdenbire ortaya çıkmış, önündeki bu kaçıncı hana, kervansaraya uğradıysa da, kalacak yer bulamamıştı.
Dünyayı bir kalemde reddeden ve münakaşayı kabul etmeyen bu seyyah derviş, mıknatıs gibi, olağanüstü bir çekim gücüne sahipti. Herkesin içinde, söze karışmak gibi, bir âdeti de yoktu. Herkesle muhatap olmak gibi bir derdi, hiç ama hiç yoktu. Adeta sohbet edeceği adamı, kılı kırk yararcasına seçen, bir tarzı vardı. Sadece varlığıyla, bakışlarıyla ve sükût suretinde konuşmasıyla, etrafını fazlasıyla dolduruyordu.
Tam bu sırada, yatsı ezanı okunmaya başladı. İçinden;
“-En iyisi camide sabahlamak gerekir,” diye düşündü. Camiye gidip, yatsı namazını, cemaatle kıldı.
Cemaat dağıldığında, o hâlâ duâya devam ediyordu. Duâsını bitirdiğinde, camide kimse kalmamıştı.
Cübbesini çıkarıp, başının altına koyarak, uzandı. Günlerce süren yolculuğun, verdiği yorgunlukla, hemen kendinden geçti. Bir müddet sonra, caminin kapılarını kilitlemek için gelen görevli, camide birinin yattığını görünce;
“-Kalk, burada yatılmaz,” dedi.
Yabancı:
“-Benim kimseye zararım olmaz, garibim. Uzak yoldan geliyorum. Hanlarda da, yatacak yer yokmuş. Başka da kalacak yerim yok. Bırak da burada sabahlıyayım.” Dedi.
Camiyi kilitlemeye gelen:
“-Beni uğraştırma, sana kalk dışarı çık dedim değil mi? Yoksa yaka paça seni dışarı atmasını çok iyi bilirim.” dedi.
Yabancı adam, bu sözler üzerine bir tuhaf oldu. Hemen ayağa kalkıp, cübbesini toplayarak, sessizce kapıdan dışarı çıktı. Camiden çıkmasını isteyen görevli, onun arkasından bakarken, birdenbire boğuluyormuş gibi oldu.
Bunun üzerine:
“-İmdat boğuluyorum” diye bağırmaya başladı.
Onun sesini işiten imam, koşarak geldi. Ona:
“-Ne oldu? Niye bağırıyorsun?” diye sordu.
Görevli durumu anlatınca, hemen camiden çıkıp, koşarak, esrarengiz adama yetişti ve kendisine dedi ki:
“-Efendim, o cahildir, bir terbiyesizlik etmiş. Ne olur onu affedin!”
Esrarengiz adam İmam efendiye baktı ve üzüntülü bir şekilde:
“- Onun işi benden çıktı. Benim yapabileceğim bir şey yoktur. Ancak imanla ölmesi için dua edebilirim.” Dedi.
Yürüyordu, hep yürüyordu durmadan. Tefekkür ediyordu her zaman. Geceler ve gündüzler birbirini kovalıyordu, bıkmadan usanmadan. Güneş batıyordu yine dağların ardından. Bir rüzgâr çıkmış, ağaçlar dalga dalgaydı o an. Dağ tepe aşarak hep yürüyordu yabancı adam. Zıtların ahenginde dönen kâinatın esrarını “Rabbena ma halakte haza batıla” yani “Rabbimiz sen bunu boşuna yaratmadın!” boyutlarında çözüyordu bu esrarengiz adam. Hızla Konya’ya doğru yol alıyordu. Hocası şeyh Kemal’in sözleri aklından hiç çıkmıyordu:
“-Sen Fahreddin Iraki gibi bazı sırları şiirlerle ortaya dökmüyor, ifşa etmiyorsun. Yoksa senin gönlünde bir şeyler yok mu?” diye onun sükûtuna takılmıştı.
Esrarengiz adam:
“-Onların güzel söz söyleme ve şiir yetenekleri var. Tanık oldukları anlamları ve sırları, edebiyatla, halkı incitmeden söylemeyi çok iyi bilirler. Benimse buna gücüm yok” deyip boyun bükünce, Şeyh Kemal Cendi:
“-Sakın ola ki, üzülme. Sana öyle bir sohbet yareni, öyle öz ve söz ustası bir eren nasip olacak ki, öncenin ve sonranın tüm ilimlerini, senin adına şiirle kaleme alıp, tüm dünyaya duyuracak.” Demişti.
İşte bunun için, bu gönül dostunu, ruh ikizini bulmak için, yollardaydı esrarengiz adam. Ondan ıraktaydı, uzaktaydı. Sözde herkes ‘gözden ırak olan, gönülden de ıraktır’ diyordu. Ama gönle giren, gözden ırak olsa, ne yazardı ki? Daha onu, görmeden sevmişti. “Benim hem şeyhim, hem de müridim” diyordu onun için.
Yine gece olmuştu. Kasım ayında geceleri, Konya ovasındaki geniş bozkırlarda, daha da bir ayaza çekiyordu. Konya’ya yaklaştığını hissetti. Uzaktan, şehrin silueti görünü- yordu. Ayın şavkı, Konya surlarının üstüne vurmuştu. Nöbetçi muhafızların, kalkanlarının ve mızraklarının ucuna da vurunca, ayın ışığı, daha çok kırılıyor ve yansıyordu.
Ağzındaki dilinin aksine, içindeki ses hiç susmuyor, kendi kendine konuşuyordu:
“-Allah’ı arıyorsan onu boşuna yerlerde ve göklerde arama! Çünkü Allah; ‘Yerlere göklere sığmam, ama mümin kulumun kalbine sığarım” demiyor mu? İşte ben de, tam böyle bir kulu, arıyorum. İşte bu yüzden, bu kargaşa ortamına bile aldırmadan, buralara kadar geldim. Diyarı Rum’a, kanat açtım. Rüyalarıma dahi giren, o gönül dostu, demek burada yaşıyor. Merhaba Konya! Ne mutlu sana böyle bir madeni bağrında taşıyorsun. Bana deseler ki, baban mezarından kalkmış seni bekliyor, gitmem, ama Mevlana Muhammed Celaleddin Rumi için, dünyanın en uzak köşesinde bile olsa, gece gündüz demem giderim. Niyetim halisane, onun uğruna canımı bile veririm.
Yolda gelirken şahit olduğu, o güzel aşığı, hatırladı birden. Adam sürekli kırbaçlandığı halde, hiç sesi soluğu çıkmı- yordu. Şaşırmamak mümkün değildi. Kırbaçlandıkça, sanki daha da, vurdumduymaz oluyordu. O şaşkınlıkla, peşine düşüp, niçin kırbaçlandığını sorunca, bir kadına âşık olduğundan, bu duruma düştüğünü söylemişti adam. Neden bu acılar karşısında bağırmadığını, sesinin çıkmadığını sorunca, adam ona;
“-Sevgilim olan kadın, kalabalığın içinde, bana bakıyordu. O bana bakarken, ben nasıl ah, vah ederim, bağırırım ki? ”demişti. Öyle deyince adama, kendinden geçip, kulağına şöyle dediğini hatırladı ve bir kez daha kendinden geçti:
“-Tüm evreni yaratan Allah’ın, seni devamlı izlediğini, sürekli gördüğünü, bilseydin ne yapardın ey âşık?” Kendine geldiğinde, o âşık adamın da, kendinden geçtiğini görmüştü.
Konya’nın enbiyalarının ve evliyalarının yattığı, bir mezardan geçerken, onlara selam verdi ve şehirlerine girebilmek için, onlardan izin istedi. Onlar da, ona izin verdi. Çeşme kapıdan, daha yakın mesafeden, şehre giriş yapacakken, meydan kapıdan girerek, yolu biraz uzattı. Çünkü edeben onları, görmemezlikten gelip geçemezdi. Nöbetçi muhafıza, geceyi geçirebileceği, en yakın hanı sordu.
Nöbetçi muhafız:
“-Sağdaki sokağın içinde, Şeker furuşan hanı var, derviş baba. Orada konaklayabilirsin” dedi. Sokağa sapınca hancı onu kapıda karşıladı:
“-Ağşam, ağşam ne yanna doğru gidiyon gari babalık?”
“-Geceyi geçirebileceğim bir yer arıyorum.”
“-Kapıcık, dipicik, orası senin burası benim dolanmana üluzum yoğ en gözel han, şeker füruşan. Soğna dimedin dime.”
“-O zaman ver şu odanın anahtarını.”
“-Sen kimsin babalık?”
“-Bu biraz zor soru, hele bir düşüneyim, bir otur da kim olduğumu sana anlatayım.”
“-Allah, Allah yahu, ne kadar zor soru sorıvırmışım? Habarım yoğ, babalık yav!”
“-Bundan önce büyük bir zat gelmiş geçmişti. Adı Âdem idi. İşte ben onun oğullarındanım.”
“-Anovv!.. Babalık, sen öyle ağnadınca benim gafamın öğnü, bi yanna kiddi, argası bi yanna.”
“-Niye?”
“-Taa, Âdem atamızdan başından, ağnatmaya başladın da ooo, ben şinci, nöğürecem di, düşünüyom, en iyisi mi zabahınan devam idelim, seni şindi fazla ayakda dutumayım. Al şu anahtarı sen babalık.”
“-…………….”
Konya, Konya olalı, böyle bir adam görmemişti. Yeme, içme ve uyuma problemi olmayan bu esrarengiz adamı, Konya’nın hancısı anlamamıştı, yolcusu da anlamayacaktı. Çocukluğundan beri, Muhammedi muhabbetle ve neşeyle coşup coşup taşan, bu esrarengiz adam, âşıklar topluluğunun değil, maşuklar topluluğunun doruklarında seyran eden, bir gayb güneşi olduğu için, ona ayak uydurmak ve onun daldığı derin sulara dalmak, çok zordu. Anlamayanları çok olduğu için de, arkasından konuşanların sayısı da çok olacaktı.
Ama olsun dedi, esrarengiz adam; ‘şu hayatta, ne yaparsak yapalım, niyetimiz değil miydi farkı yaratan? Şekiller ve etiketler değildi. Gerçek Allah dostu, meyhaneye de girse, orası ona mescit olur, aynı mescide sarhoş girse, orası da ona, meyhane olur. Ne de olsa hancı, pek anlamasa da iyi niyetliydi, sabahleyin devam edelim, sen şimdi uzaktan gelmişsindir, yorgunsun diyordu.
Şemsettin ÖZKAN
14.03.2024 KONYA
KAYNAKLAR
1-kuran.diyanet.gov.tr
2-kuranmeali.com
3-pixabay.com
4-Şemsettin ÖZKAN, ŞEMSABAD (Kitab-ü usul-i’l AŞK) adlı henüz basılmamış tarihi romandan alıntı