GÜZEL BİR GÜLÜ GÜZEL BİR GECEYİ GÜZEL BİR DOSTU HERKES İSTER ÖNEMLİ OLAN GÜLÜ DİKENİYLE GECEYİ GİZEMİYLE DOSTU TÜM DERDİYLE SEVEBİLMEKTİR

(Toplumsal İlişkiler 783)

وَلَا يَأْتَلِ اُو۬لُوا الْفَضْلِ مِنْكُمْ وَالسَّعَةِ اَنْ يُؤْتُٓوا اُو۬لِي الْقُرْبٰى وَالْمَسَاكٖينَ وَالْمُهَاجِرٖينَ فٖي سَبٖيلِ اللّٰهِࣕ وَلْيَعْفُوا وَلْيَصْفَحُواؕ اَلَا تُحِبُّونَ اَنْ يَغْفِرَ اللّٰهُ لَكُمْؕ وَاللّٰهُ غَفُورٌ رَحٖيمٌ
İçinizden varlık ve servet sahibi kimseler yakınlarına, düşkünlere ve Allah yolunda hicret edenlere (kendi mallarından bir şey) vermeyeceklerine yemin etmesinler. Onlar affetsinler, vazgeçip iyi muamelede bulunsunlar. Allah’ın sizi bağışlamasını arzu etmez misiniz? Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Nur/22)

Hatasız sevaplarıyla olanı herkes sever. Mühim olan hatalarıyla da sevebilmektir. Çünkü hatasız kul olmaz. Gülü seviyorsun, ya dikenini? Dostunu seviyorsun ya onun derdini? Geceyi seviyorsun ya gecenin getireceği sıkıntıları ve içinde barındırdığı gizemleri de seviyor musun?

Hz. Şems-i Tebrizi; “güzel bir gülü, güzel bir geceyi ve güzel bir dostu herkes ister. Önemli olan gülü dikeniyle, geceyi gizemiyle ve dostu tüm derdiyle sevebilmektir” derken şartsız katıksız sevgiden söz eder. Yani herşeyi olduğu gibi kabul edip empati yapmanın önemine dikkatlerimizi çeker.

Gönlü geniş ruhu gezginlerin onaltıncı Kuralı ne der?
“Kusursuzdur ya Allah, O’nu sevmek kolaydır. Zor olan hatasıyla sevabıyla fani insanları sevmektir. Unutma ki kişi bir şeyi ancak sevdiği ölçüde bilebilir. Demek ki hakikaten kucaklamadan ötekini, Yaradan’dan ötürü yaradılanı sevmeden, ne layıkıyla bilebilir, ne de layıkıyla sevebilirsin.” Bu aşk usulü ŞEMSABAD (Kitab-ü usul-i’l AŞK) adlı tarihi romanımızda nasıl işlenmiş bir görelim:

KADIN; BİLENE NEFES, BİLMEYENE NEFS’DİR.

Hz. Mevlana, on sekiz yaşında iken evlendiği, uzun yıllar birlikte olduğu, kendisine Sultan Veled ve Muhammed Alaeddin gibi, iki çocuk veren Semerkand’lı Lala Şerafeddin’in kızı, eşi Gevher Hatun, vefat edeli bir hayli zaman olmuştu. O hayatta iken asla üstüne biriyle evlenmemişti. Onun mezarının başında, derin bir tefekküre dalmıştı:

Allah kadını, erkek onunla rahat etsin, ona eş olsun diye yarattı. O halde Âdem Havva’dan nasıl olur da ayrı olabilir? Havva ’sız nasıl yaşayabilir? Erkek yiğitlikte Zaloğlu Rüstem olsa, cesarette Hz. Hamza’dan bile ileri geçse, hükmetmek hususunda kendi karısının esiridir. Âlemi güzel tatlı sözleri ile mest eden, kendine bağlayan Hz. Peygamber bile ‘Ey pembe beyaz kadın, benimle konuş!’ diye hiddetlenen eşine niyazda bulunurdu.’ İnşallah dünyalar güzeli, gönüller güzeli eşimde benden razı olmuştur. Onu Allah şahidim olsun ki hiç üzmedim. Hakkını inşallah helal etmiştir. Şu anda yanımda değil ama o hep gönlümde.” Onu çok ama çok arıyordu.

Ahlak, yüz güzelliği ve incelikte eşi olmayan Gevher Hatun, gerçekten mübarek bir kadındı. Onunla kendisi, su ile ateşin haline benziyordu. Yani su kendisi, ateş eşiydi. Aslında su, ateşi söndürebilme kudretinde olmasına rağmen, aynı su, bir kap içinde bulunursa, ateş onu kaynatırdı. Öyle ki, bir damlası kalmayıncaya kadar buhar haline getirip havaya karıştırırdı. Görünüşte su gibi olan erkek, kadına hâkim bir durumda ise de işin iç yüzü böyle değildi. Ateşin harareti gibi, Gevher Hatun’un sevgisi ve cazibesi onu kaynatıp coşturmuş ve eritmişti. Kadınlar zaten tam adam olanlara her zaman galiptiler. Kadınları mağlup edenler sert, haşin kaba saba adamlardı. Gerçek erkekler, kadın ateşinde mum gibi erimeye mahkûmdular. O da gerçek bir adamdı. Bu mübarek kadının karşısında ateşin üstünde bir kapta buharlaşan bir su gibiydi. Kadın bilene nefesti, bilmeyene ise onu günaha sokan bir nefs’di.

İnsan varlığında da ruh, su gibi saf ve şeffaftır. Buna karşın nefis, ateş gibi yakıcı ve kaynatıcıdır. Bunun için değil midir ki ateşi, ruh suyunu kaynatarak, ondaki ruhani inceliği, vücudun yoğunluğu içine dağıtıp, ruhu, nefse tabi hale kor. Ruhun ateş üstüne konmuş bir kaptaki su gibi kaynatması bu yüzdendir. Yine bu yüzdendir ki, dünyada kadını arzu eden erkek, görünüşte ona hâkim fakat hakikatte hem kadınına hem de yine dişi tabiatlı olan nefsine mağlup ve mahkûmdur. Çünkü erkek hayatta olduğu müddetçe kadınsız olmaz ve olamaz.

Aslında bu vasıflar sadece insanda vardır. Çünkü akıl ve aşk yalnız insana mahsustur. Hayvanda akıl yoktur. Aşk ise tam değildir. Türlü eksiklikler içindedir. Akılda ve aşkta bu noksanlık yüzündendir ki, çoğu hayvan dişisinin mağlubu olmaz.

Bunun içindir ki, Hz Muhammed (s.a.v); ‘Kadınlar akıl ve gönül sahibi erkeklere hükmeder’ buyurmuştur. Gerçekte budur. Akıllı ve ince ruhlu bir erkek, kadınlara karşı daima anlayışlı ve şefkatli olur, onlara sertlikle davranmaktan çekinir, onları kırmak ve incitmek istemez. Buna karşılık cahil ve akılsız erkeklerdir ki, kadınları ezerler, onlara karşı sert ve kaba olurlar. Çünkü onların doğasında hayvanlık üstün gelir.

Aşk ve ruh inceliği, insanlara mahsus sıfatlardır. Sertlik ve şehvet ise hayvanların sıfatıdır.

Bu demektir ki, insanın sevdiği kadına karşı duyduğu aşk ve cevri cefasını çekmesi boş değildir. Çünkü kadın, Allah güzelliğinin yeryüzüne vurmuş bir nurudur. Sadece sevgili değildir.”

Mevlana kadınlar ne büyük varlıklardır, bizim için; annedirler, bizim için eştirler, bizim için kızımızdırlar hâsılı toplumdurlar diye düşünürken, etrafındakiler de uzun süredir kadınsız yaşamanın, peygamberimizin; “Neha an’it tebettüli” yani ‘Allah resulü bekâr yaşamayı yasakladı’ buyurmuyor mu? Hadisini hatırlatıyorlardı.

Ama kiminle, nasıl olacaktı? Küfüv, yani dengini nasıl bulacaktı? Ön ayak olanlar olacak mıydı? Hiçbir şey bilmiyordu? Gevher Hatun’un yerini doldurabilecek miydi? Çocukları yeni geleni kabullenecek miydi? Sorular soru içinde her şey çok karışıktı. Sadreddin Konevi, dul yaşayan birinden söz etmişti. Herhalde çocuğu da vardı. Hatta sonradan Müslüman olmuş Rum mahallesinde oturduğunu, kocasından kalma bir evde kaldığını, adının da Kerra Hatun mu olduğunu söylemişti? Münasip bir zamanda dünür olarak teklif edip gitmeyi söylemişti. Öylece bekliyordu işte. Allah, kusursuz olunca, onu sevmek kolaydı. Asıl zorluk, hatasıyla sevabıyla fani insanları sevmekti. Kişiler, ancak sevildiği ölçü de bilinebilirdi. Gerçekten kucaklamadan ötekini, Yaratan’dan ötürü, yaratılanı sevmeden, ne layıkıyla bilebileceğiz, ne de layıkıyla sevebileceğiz. Mezardan ayrılıp çıkıyordu ki, bir atlının kendisine doğru geldiğini gördü. Atlı Mevlana’yı görünce atından inerek:

-Selamün aleyküm pirim” dedi ve Mevlana’nın elini öptü.

Mevlana:

-Ve aleyküm selam ve rahmetullahi ve berakatüh ” diye mukabelede bulundu.

Atlı:

– Nasılsınız efendimiz ?(Ya Mevlana)

-Elhamdülillah iyiyiz, Rabbimize duacıyız Baturalp Hamza. Merhum eşimi ziyarete geldim, bir hasbihal edivereyim dedim. Onsuz hayata bir alışamadım, zor geliyor böyle yaşamak ama ne yapalım kader.

-Eşiniz vefat edeli çok mu oldu efendimiz? Başınız sağ olsun.”

-Sen buralarda yoktun galiba. Hepey zaman oldu.”

-Evet, efendim sürekli Konya dışına görev icabı çıkıyorum.”

-Sen zaten bekârdın, bu görevlerden ötürü hiç evlenmeye vakit bulamamışsındır.”

-Doğru efendim, hiç zaman bulamadım. Fırsatını bulursam inşallah hemen evleneceğim, sizi de dünürcü başı göndereceğim.”

-İnşallah, peki var mı birisi?

-Var efendimiz.”

-Senin varmış, ama daha yoluna koyamamışsın. Bizimse yok, yoluna koyabilmek için. Süleyman aleyhisselam’ın ayağına gelen yüzlerce erkeğin aklından daha üstün bir Belkıs gibi birini bulabilirsek tahtı, şöhreti terk edip sadece Allah’a kul olan edepli, ahlaklı görgülü birini bulabilirsek. Bekârlık zor be Baturalp Hamza!”

-Aslında… Öyle biri var gibi efendim!”

-Nasıl yani var gibi?”

-Öyle birini tanıyorum. Size uygun.

Mevlana’nın merakı iyiden iyiye artmıştı:

-Kim?”

Kerra Hatun. Benim sevdiğim kişi de onun yanında kalıyor.”

-Kerra Hatun mu dedin? Bu ismi daha önce Konevi hafızama nakşetmişti. Ama henüz bir haber getirmedi.”

-O zaman, ben bu işi, üstleyim efendim! Tez elden görmeye gidersiniz, dünürcü başınız şimdilik ben olurum. Sonra da, siz bana dünürcü başı olursunuz.”

Baturalp Hamza böyle deyince, karşılıklı birbirini bir gülmek tuttu. Görenler, mezarlığın başında, şehirden uzak, bu adamların haline, taaccüp ederdi, bu adamlar niye gülüyor diye.

Baturalp Hamza: “-O zaman, ben şimdi, hemen doğruca Kerra Hatun ablaya gidiyorum, yarın size, gönüller sultanı, Mevlana Celaleddin Rumi gelecek, diyorum.” Dedi.

Mevlana:

-Allah’ın bu tevafukunda mutlaka bir hayır vardır. Nasipse bu iş hayırla neticelenir. Mevla’m görelim neyler, neylerse güzel eyler. Bir şeyi arayan ister yavaş davransın ister hızlı sonunda aradığına kavuşur. Hasta, elsiz, ayaksız ve uyur gibi de olsan aradığına doğru git, onu talep et! Yakup peygamber çocuklarına ‘Yusuf’u haddinden fazla arayın’ dedi. Sizde her talebiniz için gayret edin çalışın. Zira onun için çalışmanız lüzumludur. Her kaza ve kader için; ‘Tevekkel-tü alellah.” Dedi ve sonra Baturalp Hamza’ya;

-Haydi, şimdi haber ver yarın geleceğimizi söyle, sonra da bana gel, birlikte yarın inşallah gidelim” diye ekledi.

Kerra Hatun kapının halkasına vuruluşundan kapıdakinin bir erkek olduğunu anladı ve ona göre başına bir örtü alarak toparlanıp kapıyı açtı:

-Buyurunuz, hoş geldiniz!”

-Hoş bulduk, Nasılsınız Kerra abla?”

-İyiyiz, her nimet için elhamdülillah!”

-Sana bir müjdem var abla.”

Her şaşılacak şey için Sübhanallah! Neymiş bakalım o müjden?”

-Ablacığım! Pirimiz Mevlana Celaleddin Rumi, size izdivaç maksadıyla yarın akşam gelecekler. Bendeniz de onun dünürcü başı olacağım. Bu haber için geldim. Sizin gelsin onayınızı alıp, pirimize aktaracağım. Ne dersiniz?”

Kerra Hatun, biraz şaşırıp kendini toparladıktan sonra;

-Eh ne diyelim? Koskoca Mevlana hazretleri evimize teşrif edeceklermiş, buyursunlar bir kahvemizi içsinler” dedi, sevincini pek belli etmeden.

Bu arada kapıda beliren Selina içinden, ‘ya beni istemeye ne zaman geleceksin?” dercesine bakıyordu ki, Baturalp Hamza onun bu haline dayanamayıp;

-Pirimiz Mevlana’nın işi yoluna girince, bu sefer o benim dünürcü başım olacak, Selina’yı senden isteyecek abla?”

İkisi de aynı anda gayri ihtiyari olarak;

-Neee?” diyerek sevinçle dolu şaşkınlıklarını ifade ettiler.

Baturalp Hamza;

-Benim daha çok işim var, sultanların ikisini de görmem gerekiyor, Sivas’tan geliyorum, tahtın sultanına haberlerim var. Ayrıca sizin yanınızdan ayrılıp, gönüller sultanına da, yani pirim Mevlana hazretlerine de, haberlerimi söylemem gerek. Bana müsaade” diyerek gitmek için ayaklandı.

Baturalp Hamza, Kerra Hatun’un evinden çıktığında vakit Hepey ilerlemişti, ancak insanlar hala ayaktaydı. Hava iyice kararınca sultan Keyhüsrev’in karşısına çıktı. Çıkarken de kimselere gözükmemeye çalıştı. Sadece kapıda nöbet tutan muhafız onu gördü:

-Sultanla mı görüşeceksin Baturalp Hamza?

-Evet! Yanında kimse var mı?”

-Hayır, kimse yok. Haber vereyim mi?

-Ver.”

Tepeden tırnağa silahlı muhafız içeri girip çıktıktan sonra;

-Sultanımız derhal gelsin diyor,” diyerek onu içeri aldı. İçeride gerçekten de kimseler yoktu.

Baturalp Hamza sultanı selamlayarak;

-Sultanımız, Sivas subaşısı Hüsameddin Karaca ve yardımcısı Emir-i Âlem Togan gelecek haftanın başında Konya’da olacaklar. Önceleri Sadeddin Köpeğin eğlence meclislerine onu işkillendirmemek için katılacaklar, sonra da sizin meclisinize Sadeddin Köpeği de davet edince planlandığı gibi, Beyşehir’deki Kubadabad Sarayında bir av partisi dönüşünde gece bir yolunu bulup Sivas subaşısı ve adamı Sadeddin Köpeğin işini bitirecek. Siz sabırlı olun, onlar işini gayet güzel yapan insanlardır. İnşallah bu beladan kurtulacaksınız.”

-İnşallah, inşallah Baturalp Hamza, hem ben, hem milletimiz ve devletimiz kurtulacak inşallah,” dedi, kararlı bir sesle sultan Keyhüsrev ve ekledi:

-Gelecek haftanın başında Karaca gelip Sadeddin Köpeğin eğlencelerine katılır. O zaman biz de gelecek haftanın sonunda planladığımız yerde, Kubadabad sarayında oluruz.”

-Her şey aynen söylediğiniz gibi bu plana göre tasarlandı sultanımız.”

Sultan eliyle işaret ederek, ona gidebileceğini söyledi. Baturalp Hamza, geldiği gibi gecenin karanlığında, bir hayalet gibi, gözden kayboldu.

1238 yılının sonbaharında Sivas subaşısı Hüsameddin Karaca ve has adamı Emir-i alem Togan ansızın Konya’ya geldi. Geldiğini Baturalp Hamza vasıtasıyla sultana iletti. Saraya girip çıkan Baturalp Hamza’nın Konya’ya geldiğini Sadeddin Köpeğin has adamlarından izci Abdi tarafından rapor edildi:

-Efendim, Baturalp Hamza Konya’ya dönmüş.”

-Derhal yakalayıp zindana atın. Kendinize özgü işkence yöntemlerinizle konuşturun.”

-Baş üstüne efendim!

İzci Abdi tam Sadeddin Köpeğin konağından çıkıyordu ki, Hüsameddin Karaca kapıda belirdi.

İzci Abdi geri dönerek;

-Efendimiz misafirimiz var?

Sadeddin Köpek hızla kapıya yönelerek, Sivas subaşısını görünce şaşkınlığını gizleyerek;

-Ooo, komutanım hoş geldiniz” dedi.

Hoş bulduk.”

-Hangi rüzgâr attı sizi buraya?”

-Sonbahar rüzgârı.”

-Cihan padişahını mı görmeye geldiniz?”

Hüsameddin Karaca, Sadeddin Köpeği şüphelendirmek istemiyordu, güven telkin eden bir ses tonuyla;

-Sizin izninizi almadan ben nasıl sultanın huzuruna çıkabilir ve kendimi onun yakını sayabilirim ki. Kendim için sığınacak ve yardım istenecek makam olarak sizin makamınızı görüyorum.”

Bu övgü dolu, kulağa hoş gelen ve onun gururunu ve itibarını yükselten cümleler, Sadeddin Köpeğin yan kayışlarını iyice gevşetmesine neden oldu. Onun hakkındaki şüphelerini iyice dağıttı. Korktuğu bu komutan bile adeta ona ram olmuş, “seni otorite kabul ediyorum” diyordu. Sultan ile konuşmasını bile onca uzak yerden gelmesine rağmen kendisine bırakı- yordu. Kendini artık narsius gibi görüyordu. Aslında bir insan için en tehlikeli durum buydu. Kendini allameyi cihan görmek kadar daha korkunç bir şey olamazdı. Böyle bir halet-i ruhiye ye sahip olma durumu, insanın adeta kendi ipini çekmesi demekti. Ama o bunun farkına varacak kadar basiret sahibi değildi. Onun gözünü taht hırsı bürümüştü. Bu yüzden sağlıklı düşünecek durumda değildi.

Hüsameddin Karaca onu şüphelendirmeden, güvenini daha da artırmak için, birkaç gün onun yemeklerine ve eğlence meclislerine katıldı. Sadeddin Köpek Hüsameddin Karaca’ya o derece güvenmiş olmalı ki, hafta sonu da hükümdarın Kuba- dabad sarayındaki eğlence meclisine kendisini götürme sözü verdi:

-Beyşehir gölü kenarında çok nefis av partisi olacak. Sultan beni de davet ediyor. Hem gölden balık ziyafeti, hem de av hayvanlarından nefis bir ziyafet bizi bekliyor. Doğrusu sultanımız seni karşısında görünce çok şaşıracak.”

-Sürpriz olur.”

Ertesi akşam, Baturalp Hamza, Mevlana hazretlerini Kerra Hatun’un evine götürecekti. Ama ortalıkta gözükmüyordu. Nerede kalmıştı acaba? Çok gecikmişti. Kerra Hatun için, Mevlana hediyeler almış, içine de mistik ve peri masalı mükemmelliğine sahip lavanta rengi gül ile, tek bir kırmızı gül yerleştirmişti. Tek kırmızı gül; “seni seviyorum” imzası taşırken, lavanta rengi gül ise, ilk görüşte âşık olunduğu anlamını taşıyordu. Baturalp Hamza ertesi gün, daha ertesi günde gelmedi. Bunun üzerine Mevlana, Sadreddin Konevi ile gitmeye karar verdi. “Her halde yine önemli bir iş için, Konya dışına, aniden çıkmak zorunda kaldı” diye düşündü.

Sadeddin Köpeğin adamları devlet içinde devlet kurup, her yerde harıl harıl ararlarken, onu Medreseyi Mevlana’nın hemen yanında geceleyin kıstırmışlar, gecenin karanlığında kimsenin olmadığı bir zamanda zindan kaleye tıkmışlardı. Baturalp Hamza o akşam, Mevlana’ya dünürcü başı olarak onu alıp Kerra Hatun’un evine götürecekti. Baturalp Hamza’nın gelmeyişi, hem hayretle karşılanmış, hem de onun rutin işlerinden biri nedeniyle gelemediği izlenimi oluşmuştu. Kim nereden bilecekti onun zindana atıldığını? Kimse onun suçlu olacağını düşünmüyordu ama sadece Sadeddin Köpek hariç. Gerçi o da sorgulamak için, zindan kaleye teşrif etmemişti. Çünkü şu sıralar önemli konuklarıyla, sultanın Kubadabad Sarayındaki eğlencesine katılmak üzere Beyşehir’e gitmişlerdi. Sadeddin Köpek yanına Hüsameddin Karaca ve onun adamı Emir-i âlem Togan’la mimarı olduğu muhteşem Kubadabad Sarayını gösterirken, Hüsameddin Karaca’dan yine övgü dolu sözler işitti:

-İşte, gerçek bir şah eser! Dünyada eşi bulunmaz, sanat eserlerinden biri daha, karşımda. Muhteşem, harika…”

Sadeddin Köpek iyice kendinden geçmişti. Hüsameddin Karaca’yı kendine hayran zannetti. Ona olan güveni, daha da arttı. Sultanın huzuruna çıkarırken onun hakkında kuşkuları tamamen yok olmuştu. Sultan onları görünce sanki dört köşe olmuştu:

-Ooo, kimleri görüyorum, baş vezirim Sadeddin Köpek ve değerli komutanım Hüsameddin Karaca! Sizlerin şerefine üç gün üç gece eğlenceler tertip edeceğim. Gönlünüzce eğlenin bakalım. Sadeddin bu sarayı yapan aynı zamanda muhteşem mimarımız, sanat anlayışına hayranım. Sahi seni, hangi rüzgâr attı böyle Hüsameddin?”

-Sultanım beni buraya baş veziriniz Sadeddin Köpek rüzgârı attı. Sağ olsun o davet etti. Onunla ne kadar övünseniz azdır.”

-Öyledir, Sadeddin gibisi bulunmaz. Her yönüyle mükemmel!”

Sadeddin Köpek bu medh dolu sözlerle iyice şişti, tıpkı bir kurbağanın şiştiği gibi, şiştikçe şişti. Neredeyse patlayacaktı. Adam kendisinin övülmesine bayılıyordu.

Sultan:

-Sadeddin sen her şeyin iyisini yaparsın, eğlencenin, av partisinin de iyisini yaparsın. Saray eşrafına söyle, üç gün üç gece eğlence başlasın.

Sadeddin Köpek dışarı çıkarken, Hüsameddin Karaca’da mahsustan helaya gitmeye yeltendi. Helaya gider gibi yapıp, Sadeddin sarayın mutfağına inmesinden emin olunca, sultanın yanına dönerek;

-Üçüncü son gün ben yine böyle def-i hacet için çıkıp bir daha dönmeden Sadeddin ’in işini halledeceğiz sultanım. Yanımda Togan’da olacak” dedi.

-İnşallah “

Sonra hızlıca yeniden, tuvalet ihtiyacını gidermek maksadıyla, hükümdarın yanından ayrıldı. Sadeddin Köpek işini bitirip, hükümdarın yanına dönmüştü ki, Karaca’da, hükümdarın yanına döndü. Böylelikle, Sadeddin Köpeğe, hükümdarın hiç yanında kalmamış, mesajı veriyor, en ufak bir şüpheye dahi, mahal bırakmıyordu.

Eğlenceler, üç gün üç gece devam etti, üçüncü günün sonunda, akşamın ilerleyen saatlerinde, bir ara Hüsameddin Karaca eliyle karnını tutarak, Sultandan izin istedi:

-İzninizle, ben bir ayakyoluna çıkayım. Midem biraz rahatsız sultanım” dedi ve dışarı çıktı. Sofada, yani kapının önünde sopa ile yerini aldı. Arkasından yardımcısı Emir-i Alem Togan’da çıktı. Bir süre sonra da, sultanın huzurundan Sadeddin Köpek ayrıldı. Hüsameddin Karaca, birden Sadeddin Köpek’le karşılaşınca sopa ile onun kafasına çok kuvvetlice vurdu ancak, sopa onun başına değil, yüzünü sıyırarak omuzuna isabet etti. Darbenin etkisiyle neye uğradığını şaşıran, yüzü gözü kan revan içinde kalan Sadeddin Köpek, birden kendini toparlayarak sarayın içinde kaçmaya başladı. Emir-i alem Togan’da, kılıcını çekip, Sadeddin Köpeğin peşine düştü. Sadeddin Köpek, can korkusuyla kendisini, sarayın şaraphanesine attı. Fena halde yaralanmıştı. Şaraphane görevlileri, kendilerine illallah dedirten bu adamı görünce, daha Hüsameddin Karaca ve Emir-i âlem Togan yetişmeden, bıçak, kılıç ve gürzle saldırarak, perişan olmuş bu adamı, içlerinde biriktirdikleri kinle, paramparça ederek öldürdüler. Cesedi, ibreti âlem için, demir bir kafese konulup, sarayın yüksek bir duvarına asıldı.

Böyle yapılmasının nedeni de, bir zamanlar bu sarayın mali işlerinden sorumlu Kemal adında görevlisini, Alaeddin Keykubat’a, Sadeddin Köpek gammazlamış ve bu zatı idam edip, cesedini de demir kafese koydurarak, yüksekçe bir yere astırmıştı.

Fakat Sultan, sonra yaptığına pişman olmuş, Kemal’in yakınları, cesedi o demir kafesten indirip, defnetmek için, Sultan’a yalvardılarsa da, kabul etmemiş, bir de onlara;

-Onun ölümüne neden olan kimse burada asılıncaya kadar, bu ceset yerinde kalacaktır.” Demişti. İşte bu zatın ölümüne sebep olan Sadeddin Köpek’te, buraya asılmıştı. Böylece Kemal’in yakınlarına da, onun cesedini alma ve defnetme izni verildi.

Onun bu ibret dolu cesedini, görmeye, her yerden insan geliyordu. Bir gün, onun cesedini taşıyan kafesin zinciri kopup, bir insanın, ölümüne neden oldu. Bu korkunç olay üzerine, Keyhüsrev şöyle konuştu:

-Onun kötü ruhu, öteki dünyaya gitmesine rağmen, adeta kötülüğe doymamış gibi, zaman zaman bu dünyaya dönüyor ve kötülük yapmaya devam ediyor.”

Koca Anadolu Selçuklu Devletinin anasını ağlatan bu psikopat vezir, ortadan kaldırılınca, devlet ve millet biraz olsun rahat bir nefes aldı. Sultan, Hüsameddin Karaca’yı cesaret, bağlılık ve fedakârlığından ötürü, Emir-i Candarlık (cumhurbaşkanlığı muhafız alay komutanlığı) ile ödüllendirdi.

Sadeddin Köpeğin davranışlarına dayanamayıp, bir cami köşesine çekilen Celaleddin Karatay’ı Taşhane ve Hassa Hazinesinin başına, Mühezzibeddin Ali’yi vezirliğe, Şemseddin İsfahani’yi, saltanat naipliğine, Veliyeddin Tercüman’ı pervaneciliğe, İbni Bibi’nin babasını ise, divan tercümanlığına getirdi.

Her şeyi yoluna koyduktan sonra, babası zamanında kararlaştırılan, Gürcü kraliçesi Rodusan’ın kızı Tamara (Gürcü Hatun) ile ikinci evliliğini yaptı. Durumlar her ne kadar iyi gözükse de, Sadeddin Köpeğin yaptığı tahribat çok fazlaydı. İçte kurduğu paralel yapı, dışarıyla koordineli çalışıyordu. Bunun sonuçları zamanla ortaya çıkacaktı.

Şemsettin ÖZKAN

17.08.2022 GÜZELYALI

KAYNAKLAR

1-kuran.diyanet.gov.tr

2-kuranmeali.com

3-pixabay.com

4-Şemsettin ÖZKAN, ŞEMSABAD (Kitab-ü usul-i’l AŞK) adlı henüz basılmamış tarihi romanımdan alıntı

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir