GÖRÜNMEK Mİ, OLMAK MI?

(Toplumsal İlişkiler 21)


اَلَّذ۪ينَ هُمْ يُرَٓاؤُ۫نَۙ﴿٦﴾  (1)             “Yaptıkları ibadetleri gösteriş için yaparlar.” (Maun/6)

Hz. Mevlana “Ya olduğun gibi ol, ya da göründüğün gibi görün,” derken bizleri tutarlı olmaya çağırır.

            “Müslümanlığın görünmek değil, olmak” olduğunun ısrarla altını çizen Aliya İzzetbegoviç de, Müslüman oluşuyla takdir edilmeyi bir madalya gibi göğsünde taşıyarak aramızda dolaşmak isteyenlerin bize bir katkısının olmayacağını anlatır gibidir. Bu yüzden Müslümanlar Müslümanlıklarına sahip mi çıkacaklar yoksa Müslümanlıklarının kullanılmasına göz mü yumacaklar sorusunu akla getirir ve Müslümanları görüntüye önem vermekten çok, Müslüman olmaya çağırır.   

              Olmakla ve görünmek arasında Mevlana’nın dediği gibi tutarlılık olsa çok iyi olur ama esas sorun insanın kendi değerlerini yaşamak yerine başkalarının ölçüsüne göre yaşamasıdır. İnsanın başkalarının beğenisini alma yarışına girip kendisi olamaması çok acıdır. Çünkü başkaları için yaşamak kesin olarak insanı mutsuz yapar.

             Bazıları için kim ne derse desin “olmak” esastır. Bazıları için de ne olursa olsun “görünmek” daha değerlidir.  Bazı insanlar kendilerini sadece kendi gözleriyle değerlendirir bazıları da kendilerine başkalarının gözünden bakarak not verir. 

             Peki siz bunlardan hangisine daha çok önem veriyorsunuz? Sizin için hangisi daha fazla değer addediyor? Olmak mı yoksa görünmek mi?

             İnsanın takdir görmek istemesi, elbette çok doğal… Alain de Botton’un dediği gibi “Hepimiz dünyadaki takdir pastasından kendi payımızı almak isteriz.” Çünkü takdir edilme isteği insanın başarıya ulaşmasında çok etkili bir motivasyondur. Zoru başaran insanları harekete geçiren en önemli dürtü, başta yakınları olmak üzere, insanların takdirini toplamaktır. 

            Ancak takdir toplamak için yaşamaya başladığında, insanın kendi standartlarından, kendi değerlerinden uzaklaşma tehlikesi baş gösterir. Farklı insanların farklı beğenilerine hitap etme arzusu insanı hayatta pusulasız kılar. İnsan kendini başkalarının gözünden değerlendirdiği zaman, birbiriyle çelişen hedeflerinden hangisine yöneleceğini şaşırır. Ne değerleri kalır, ne de kırmızı çizgileri kalır.

            İnsanın kendini başkalarına beğendirme arzusu her toplumda vardır ama bizim kültürümüzde bu istek çoğu batı toplumlarına kıyasla daha baskındır. Cem Yılmaz bir skecinde “Üstü açık spor arabasını arkadaşlarına gösteremedikten sonra insanın böyle bir araba almasının ne kıymeti var?” diyerek, bizim toplumumuzun başkaları için yaşadığını bir cümlede özetler. 

           Özellikle sosyal medyanın hayatımıza girmesinden sonra başkaları için yaşama yarışı, iyice çığırından çıkmıştır.  Hemen herkes kendi arkadaşlarından daha mutlu, daha paralı, daha eğlenceli, daha rahat, daha keyifli bir hayat yaşadığını Facebook, Whats App,  Instagram gibi sosyal hesaplarından ispat etme gayreti içine girmiştir. Bir yemek masası başında toplanan insanlar yemek yemeye, sohbet etmeye başlamadan önce fotoğraf çekmeye başlıyorlar. İçinde kendilerinin de göründüğü fotoğrafı sosyal medyada paylaşmayı o anı yaşamaktan daha fazla önemsiyorlar. Kendi tadacakları lezzetlere, paylaşacakları sohbetlere değil, arkadaşlarının beğenisine daha fazla önem veriyorlar.

          Oysa insanın kendisini sürekli başkasına göre kıyaslaması ruhunu zedeler. Çünkü insanın her zaman kendisinden daha uzun, daha zayıf, daha güzel, daha zeki, daha akıllı, daha başarılı, daha paralı bir arkadaşı mutlaka vardır. 

          Facebook, Instagram ve benzeri sosyal medya hesaplarında  “beğeni” özelliğinin kaldırılması bu konuda  “sosyal ben” ile “gerçek ben” arasındaki uçurumu bir nebze olsun kapatabilir.

           İnsanın hayatta kendi etinden ve kemiğinden kendi heykelini yaparken rol modeller seçmesi çok doğrudur ama kendisini sürekli başkalarına göre yontması çok tehlikelidir. Çünkü yontmanın sonu yoktur; sonunda insanın kendisinden eser kalmaz. (2)                     

           Görünmek boyutu eğitimde de kısa süreli iyi gözükse de uzun vadede sonuçları kötüdür. Sürekli ödül, takdir ve teşekküre çocukların alıştırılması, test çözme manyağı    yapılması, dershaneler, sosyal hayattan tecrit edilmesi ilerde çocukların psikolojilerinde onulmaz yaralar açacaktır.   

           Dr. Özgür Bolat, “Beni Ödülle Cezalandırma” adlı eserinde Ödül Bireyleri Nasıl Etkiler? Bölümünde şöyle der: “Ahmet bey 60 yaşında çok değerli bir eğitimci. Bana mektubunda şöyle diyor:

           ‘Özgür’cüğüm, ilkokulda çok başarılıydım. Her akşam ailem o gün sınıfta herhangi bir yarışmada birinci olup olmadığımı sorardı. Beni diğer öğrencilerle karşılaştırırlardı. Ben çoğu zaman birinci olurdum ama olmadığım zaman da yalan söylerdim. Çünkü ailemin beklentilerini karşılama ihtiyacı duyardım. Sürekli stres içinde, her yarışmada birinci olmanın yollarını arardım. Ha, ben bunu şu andaki bilinç düzeyimle yeni anlıyorum.’      

        Ahmet Bey, neden yalan söylüyor? Yalan söylemese ne olur? Sürekli kazanan çocuklar da başka bir sorun yaşar. Bu sorun da en az kaybedenlerin yaşadığı kadar derindir. İlk olarak sürekli kazanan bir çocuk, başarısıyla kabul gördüğünü düşünür. Ailesinin ve öğretmenlerinin onu başarısı için sevdiğini düşünür. Sürekli sevilmek ve kabul görmek için de sürekli kazanmak ve birinci olmak ister. “Ben kazanmazsam, birinci olmazsam insanlar beni kabul etmez” diye düşünür. Kazanamadığı zamanlarda kendisini değersiz hisseder. Çoğu zaman da bu, bir üzüntü değil, bir utanç duygusudur. Kazanamadığı zamanda kendisini değersiz hissedeceği ve kabul görmeyeceğini düşündüğü için de (mümkünse) başarısızlığını saklar. Kendisini sürekli iyi gösterme eğiliminde olur. Zaman zaman da kendisini iyi göstermek için yalan söyler. Yaptıklarıyla kabul görmek yapay sevgi demektir. Kimliğiyle değil de yaptıklarıyla kabul gören bir kişi asla iç huzuru yaşayamaz. Kabul görmek için de Ahmet Bey gibi yalan söyler ve sürekli kaygı ve endişe içinde sürekli gelecekte yaşarlar. Rekabet bu çocukların özgüvenini de sarsar.” (3)             

             Tolstoy; “İnsanoğlunun değeri bir kesirle ifade edilecek olursa; payı gerçek kişiliğini gösterir, paydası da kendisini ne zannettiğini. Payda büyüdükçe kesrin değeri küçülür,” derken sanki bize insanın “olmaya” yöneldiğinde payı, insan “görünmeye” yönelip kendini bir şey zannettiğinde ise, paydasının yükseldiğini anlatır gibidir.

              İnsanların “ne derler acaba?” diye bir putu vardır. Hep görüntüyü ön plana çıkarırlar. Olmak devreden çıkmıştır. Münafık (ikiyüzlü, inanmadığı halde inanmış gözüken) karakterler hakkında inmiştir; Yaptıkları ibadetleri gösteriş için yaparlar,” ayeti. Kıldıkları namazdan gafil olan, samimi olmayan, gösteriş yapan, belki abdesti de olmayan bu tipler, görüntüleriyle girdikleri camide samimi Müslümanları aldatıyorlardı ama Allah’ın ayetleri inip dururken, yaptıkları fitne fesat mescidi olan Dırar Mescidini ve onların her halini Peygamberine ileten Allah’ı hiç hesaba katmıyorlardı. Görüntüde Müslümandılar ama Müslüman olamamışlardı.

Şemsettin ÖZKAN

04.03.2020 KONYA    

KAYNAKLAR

1-kuran.diyanet.gov.tr

2-temelaksoy.com

3-Dr Özgür Bolat, Beni Ödülle Cezalandırma, İst.2017, Doğan kitap yay.  s.42  

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.