BOZUK OLUNCA MAYA, NE AR TANIR NE HÂYA…

(Padişah ve Cariye hikâyesinde ara fasıl) Mesnevi’den 9. sohbetimiz
“Ruhlara şifadır, sevgilileri sevdiğine, hastaları çaresine kavuşturur.”
HZ. MEVLANA DER Kİ:
Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla

Allah’tan edebe kavuşmayı dileyelim. Edebi olmayan kimse Allah’ın lütfundan mahrumdur. Edebi olmayan yalnız kendine kötülük etmiş olmaz, belki bütün dünyayı ateşe vermiş olur. Alışverişsiz, dedikodusuz Allah sofrası gökten iniyordu. Musa kavmi,    terbiyesizce söylendiler. Ondan sonra gökyüzünün ekmek ve sofrası kesildi. Bıldırcın etiyle kudret helvası bulunmaz oldu. Geriye bize ziraat (ekme), çapa ve orak (belleme ve biçme) meşakkatleri kaldı. Sonra İsa (a.s) şefaat edince, Allah yemek sofrası ve tabaklarla ganimetler gönderdi. Küstahlar tekrar edepsizlik ettiler. Yasağa rağmen çıkın çıkın yiyecek alıp, stokladılar. Hz. İsa (a.s) bunlara yalvarırcasına “bu sofra devamlıdır, yeryüzünden kalkmaz. Bir ulu kişinin sofrası başında kötü zanna düşmek ve açgözlülük etmek nimeti inkâr etmek olur,” dedi. O rahmet kapısı, hırslarından dolayı bu gök görmedik dilencilerin yüzlerine kapandı. Zekât verilmeyince yağmur bulutu gelmez, zinadan da etrafa veba gibi daha önce bilinmeyen hastalıklar yayılır. İçine üzüntüden ne gelirse korkusuzluktan ve küstahlıktan gelir. Kim dost yolunda korkusuzluk ederse yiğitlerin yolunu da vurmuş olur. İşte namert budur. Edepten dolayı bu felek nura boğulmuştur. Yine edepten dolayı melekler masum ve tertemiz olmuşlardır. Güneşin tutulması küstahlık yüzündendir. Azazil’ de (şeytan) yine küstahlık yüzünden kapıdan sürülmüştür.” ( 79-93. Beyitler)

            Hz. Mevlana padişah ve cariye hikâyesini bitirmeden araya böyle bir fasıl koymuş. Edepsizliğin, terbiyesizliğin ve küstahlığın tarihsel boyutundan örnekler sunuyor bizlere. Nefis (cariye) insanların başına neler açıyor neler…

              O halde edep nedir? İslam’ın görgü kurallarına uyarak ruhunda bir zarafet oluşmuş, incelik sahibi, görgülü, iyi ahlaklı, terbiyeli, sevecen ve nezaket gösterip, haddini bilen bir kişiye, edepli denir. Bizim Yunus Emre edebi ilmin de önüne geçirir:

 İlim meclislerinde aradım kıldım talep
 İlim geride kaldı ille edep ille edep

               Bunun zıddı, kaba saba davranıp konuşan, yol yordam bilmeyen, ahlaksız, terbiyesiz, küstah, nezaket gösteremeyen haddini bilmeyene de edepsiz denir. Hani derler ya, her şey incelikten, insan da kalınlıktan kırılır diye. İşte o kalın kişi edepsizin ta kendisidir. Kazmanın ta kendisidir. Bir bayana, bir yaşlıya, büyüğüne, öğretmenine, bir anne ya da babasına nasıl davranacağını bilmez. Nice insanlar var, üzerinde elbise yok. Nice elbiseler var, içinde insan yok, diyen Mevlana hazretleri aynı konuya temas eder: Edepsizlik.                                                                     Edepsizi La Edri de, çıplak insana benzetir:

Edeptir kişinin daim libası
Edepsiz insan üryana benzer.

                Ecdadımız, sergilediği edep, iffet ve namus ile bütün dünyanın hayranlığını kazanmıştır. Nitekim son derece mutaassıp bir Protestan papazı olan Salomon Schweigger, ecdadımızın edep hâline dair bir müşahedesini Seyahatnamesinde şöyle ifade etmiştir:

“Adamlar hamamda bile bir örtü kuşanıyorlar. Ne kadar edepli insanlar. Bu edep ve namusu bu barbarlardan(!) öğrenmemiz lâzım.” (İlber Ortaylı, Osmanlıyı Yeniden Keşfetmek, s. 88)

              Müslüman bir genç; konuşmasında, hareketlerinde, her türlü insani münasebetlerinde Peygamber efendimizin edebiyle   edeplenmelidir. Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh- Allah Rasûlü’nün edep ve ahlâkını şöyle anlatır:

         “Nebiyy-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, kesinlikle hakaret etmez, mübarek ağzından kaba bir söz çıkmaz ve lânet etmezdi. Birimizi azarlayacak olduğunda sadece:

«–Allah iyiliğini versin, ona ne oluyor ki!..» derdi.” (Buhârî, Edeb, 38, 44)

          Hazret-i Ali –radıyallâhu anh- şöyle buyurur:

“Alçakça söylenen bir söze karşılık vereyim deme! Çünkü o sözün sahibinde onun gibi daha nice düşük sözler vardır. Sana yine onlarla cevap verir.”

          Edebi terk etmek, insanı hayvandan da aşağılara düşüren ve nihâyetinde helâke sürükleyen büyük bir gaflettir. Zira edepsizlik, dipsiz bir kuyu gibidir ki, nihâyetine erilmez. İnsan gittikçe daha derinlere doğru batar. Nefsinin bir hevesini tatmin ettiğinde, daha ileri ve daha kötü bir heva zuhur eder. Bu minval üzere insan, nefsinin peşinde koşarken helâk olup gider. Zira resulüllah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bildirdiğine göre:

“Allah Teâlâ, çirkin hareketler yapan, çirkin sözler söyleyen kimseden nefret eder.” (Tirmizî, Birr, 62/2002)

Yusuf Has Hacib şöyle der:

“İnsanlara kaba söz söyleme! Kaba söz, alev alev yanan bir ateştir. Onu ağzından çıkardığında, evvelâ kendin yanarsın.” (İslamveihsan.com)

            Hz. Mevlana’nın yukarıdaki beyitlerde sıraladığı edepsizlikler;

 . Hz. Musa’nın toplumuyla çölde dolaşırken, her gün önlerine Allah tarafından bıldırcın eti, kudret helvası konmasına rağmen, Peygam- berlerine küstahça ve terbiyesizce “sarımsak, soğan, acur nerede?” diye, kaba saba ve haddini bilmeyen davranışlar sergilemeleri.

. Hz. İsa’nın toplumuna da aynı şekilde bir sofra gelmesine rağmen, yiyecekleri stok yapmamaları öğütlenmelerine rağmen, yiyecekleri aşırıp, yığma terbiyesizliğini göstermeleri.

. Zekât vermeme edepsizliğidir. Mal, mülk ve para varsa, fakirin hakkını vererek edebini göstereceksin. Yağmurların yağmamasının nedenini Hz. Mevlana, Peygamberimizin bir hadisine vurgu yaparak zekât vermeme küstahlığını gösterir.

. Nikâhsız yaşama yani zina edepsizliği. Yine aynı hadise dayandırılarak bir toplumda zina, fuhuş terbiyesizliği yaygınlaşırsa, o toplumda veba, taun, ebola ve AİDS vb. devası olmayan salgın hastalıkların çoğalacağı anlatılır.

. Üzüntü, elem ve kederin sebebi olarak korkusuzluk, küstahlık yani terbiyesizlik ve edepsizlik gösterilir. Dost ve arkadaşlarını sırtından vurmayı da terbiyesizler listesine alır. Şarkıda “bırakıp da gitti, dost bildiklerim” sitemini de aynı kategoride değerlendirmek lazım.

. Güneşin tutulması edepsizlik yüzündendir, Azazil’de (Şeytan) Meleklerin ulaştığı mertebeye gelmişken, Allah’ın huzurundan kovuluşu onun küstahlığı edepsizliği yüzündendir, diyor Hz. Pir. Akıl güneş gibidir ama akıl yürüten Şeytanın aklı (güneşi) ayın araya girmesiyle, koca güneş tutuldu kaldı, diyor.

           Bugün edep konusunda, modern hayatta, tam bir gevşeme söz konusudur. Önce eğitim veren öğretmene karşı edepsizlikler arttı. Hem de öldüresiye bir küstahlık. Öğretmene hakaret, darp demiyorum. Öğretmeni öldürüyorlar diyorum dostlar. Bu ne biçim talim ve terbiyedir? Hocanın itibarı sıfırdır, toplum nazarında, kanunlarda ve yönetmeliklerde. Eğitimi öğretmenin merkezinden çıkarıp, öğrencinin rotasına koyarsanız kusura bakmayın, bu bizim atalarımızın sistemi değildir. Öğrencinin ahlakı edebi sıfır olsa, öğrencilik hayatı öğretmenlerine küstahlık, terbiyesizlik yapmakla geçse, testli sorularla da üniversite sınavında Türkiye birincisi olsa, bu öğrenci, alülâde, olağanüstü biridir, bu sistemde. Ahlak, edep virgülün solundaki sıfır dostlar sıfır. Alın başınıza çalın böyle eğitim ve öğretimi. Hala uğraştığımız cevizin kabuğunda dolaşıyoruz. Toplantılarda Yahudilerin kesmesi gereken ineğin teferruatına boğuldukları gibi sarı olsun, kırmızı mı semiz mi, zayıf mı dedikleri gibi, şekillerin içinde boğulduk, boğulduk. Avrupa birliği müktesebatı normları fazilete, erdemliliğe ne kadar yer veriyor da onları eğitimimize baş tacı ediyoruz? Böyle midir acaba Yunus Emre, Mevlana ve Hacı Bektaş’ın söylediği eğitim modelleri? Aristo der ki; “Fazilete (erdemliliğe, edebe, terbiyeye) yol vermeyen eğitim, boş bir çaba ve aldatmacadır.” Değerlerimiz çok aşındı çok. Kapitalizm ve zenginleşmenin getirdiği bir sorun belki de. Eskiden değerler eğitimi teorik olarak verilmezdi. İnsanlar değerler eğitimini gündelik hayatında yaşardı. Ailede alırdı çocuk önce bu pratiği. Şimdi aileden söz edemeyeceğim maalesef. Çünkü ailede çözülmeye başladı. Aileyi ve kadını kanunlarla yönetmeliklerle, sözleşmelerle, toplumsal cinsiyet eşitlik projeleriyle, Avrupa müktesabatıyla güçlendire güçlendire bugünlere geldik.  Habire kadını evden uzaklaştırmanın planları yapılıyor. Evdeki kadınlara değer veren mi var? Aşağıdaki birinci örnekte evde yatan kocasına bakan kadının hali içler acısı, cevap da, biraz küstahça. İkinci örnekte daha vahim olaylar var.  Ölen zengin babanın durumuna mı, mirasçılarının çocuklarının haline mi yanarsın? Tam bir terbiyesizlik davranışları… Aşağıda A. Raif Öztürk hocanın dinihaberler.com’da kaleme aldığı “olur mu yaa hocam…” başlıklı yazısından iki anekdot sunuyorum:    
“BİRİNCİSİ: 
2017’nin bir yaz ayında, mahalle muhtarımız beni arayarak, “hocam seninle birlikte yoksul bir aileye, hasta ziyaretine gidebilir miyiz?” dedi. Ben de o gün müsait olduğum için “elbette gidebiliriz” diyerek, buluştuk ve ilgili adrese gittik. 
Gerçekten de evin reisi olan beyefendi 4-5 seneden beri, tamamen felçli ve yatalak yaşıyormuş. Yaşıyor derken, konuşamıyor, yiyemiyor, içemiyor, hatta bakamıyor bile, yani sadece nefes alıyor. Midesine açılan delikten, belli saatlerde sıvı gıda veriliyor. Her gün altı bağlanıyor ve temizleniyor olduğunu öğrendik. Bu kişinin hanımı bizden; büyük boy alt bezi almamızı istedi. Biz de istediklerinin 6 Aylık bedelini ödedik ve ayrılırken de tesellilerde bulunduk. 
Benim son cümlem: 
“Allah eşinize acil şifalar versin” demek oldu. 
Bayan ise gayet gergin ve hırçın bir ses tonuyla bana şöyle itiraz etti: 
-“Olur mu yâa hocam. Ne şifası? Allah bunu ne yapacaksa yapsın artık!” 
Bu itiraz üzerine biz muhtar ile birbirimize bakışarak, sessiz kaldık ve iyi günler dileklerimizle ayrıldık. 
İKİNCİSİ: 
Bir cami imamı dostum anlatıyor. Semtimizde çok zengin bir iş adamı vefat etmişti. 
5 erkek evlâdı, definden sonra miras kavgalarına başlamışlar. Birkaç hafta geçtikten sonra bir akrabası bana geldi. “Hocam, birkaç haftalardan beri bunların aralarını bulamadık. Artık kavgaları ciddi boyutlara ulaştı. Bunların size saygıları var. Siz buyurun gelin de bunların aralarını bulun” dedi. Ben de mecburen kabul ederek, birlikte gittik ve saatlerce dil döktükten sonra, üçünün de kabul ettiği bir formül bulduk. Her birine (4 500 000 000 TL.) DÖRT BUÇUK MİLYAR düştüğünü ilân ettim. Üçü de memnuniyetle kabul ettiler.
 
Fakat ben bu ölen şahsı tanıdığım için, pek hayır yapmadığını da hatırladım ve kendilerine şöyle bir teklifte bulundum. 
-“Bakınız çocuklar, size bu kadar MİLYAR lira bırakan babanız, şu anda bu malların ve paraların hesabını vermekle meşgul olduğunu, hem Allah cc, Kur’an’da, hem de O’nun resulü bizlere açık seçik bildirmiştir. Orada (kabirde) helâl malın hesabı, haram malın da AZÂBI var. Bu nedenle babanızın bu hesap ve azabını kaldırmak veya hafifletmek adına, bu paralarınızdan, çevrenizdeki yoksullara, fakirlere, şehit ailelerine veya bunlarla meşgul olan güvenilir kurumlara, sadece 100 Biner lira bağışlamanızı teklif ediyorum” deyince. Hepsi birden şöyle kükrediler:
-“Olur mu yâa hocam. Ne bağışı?” dediler ve devamını sizler elbette tahmin edersiniz?”
             Üstadım Necip Fazıl, Konya’da eski stadyumun yanındaki kapalı spor salonunda, sanırım 1977’li yıllarda MTTB’nin düzenlediği bir konferansında, tiki atarak demişti ki; “bir insanda yok ise edep, neylesin medrese mektep, okusa âlim olsa, yine merkep, yine merkep…

             Sözün özü Hz. Mevlana’nın şu sözünde gizlidir:

“ Bozuk olunca maya, ne ar tanır ne haya…”  

Şemsettin ÖZKAN

02.12.2019 KONYA 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.