BEN ONUNLA İÇİMDEN KONUŞUYORDUM

(Toplumsal İlişkiler 228)


لَوْلَٓا اِذْ سَمِعْتُمُوهُ ظَنَّ الْمُؤْمِنُونَ وَالْمُؤْمِنَاتُ بِاَنْفُسِهِمْ خَيْراًۙ وَقَالُوا هٰذَٓا اِفْكٌ مُب۪ينٌ
Peki, hiçbir delile dayanmayan bu söylentinin sağda solda konuşulduğunu işittiğiniz zaman siz inanan erkek ve kadınların, Hz. Aişe gibi tertemiz bir insana karşı kalplerinde güzel düşünceler beslemeleri ve “Bu düpedüz bir iftiradır!” demeleri gerekmez miydi? Çünkü suçu ispatlanmadıkça, bütün insanlar masum kabul edilmelidir.” (Nur/12)

Bizim toplumumuzda ne hikmetse kendi kendine gülene, konuşana deli derler. Delilik ruhumuzda var. Delilikle beraber saflık ve samimiyet damarımızda var dostlar. Doğrusu ben bu yönümüzü seviyorum. Neden acaba bu deliler seviliyor?

Deliler öyle seviliyor ki, eskiden bildiğim her köyün bir delisi bir başka ifadeyle velisi vardı. Onlar asla incitilmez, ağızlarından çıkan her söze dikkatlice bakılır, konuşunca da acaba ne demek istedi diye kelimelerdeki kapalılık halleri çözülmeye çalışılırdı.

İnsanlar bilhassa merhamet timsali Anadolu kadınlarımız miskin ve gariplerin tekkelerine, Bakırköy ruh hastalıkları hastanesine gidip onlara öte beri, eski kıyafetler götürürlerdi. Onların zor şartlardaki hallerini anlatırlardı. Hayır duala-

rını alırlardı. Bilmiyorum modern zamanlarda yaşayan bizim İslamcı kadınlarımızda gidiyorlar mı oralara? Hiç sanmıyorum. Erkekleri hiç anmıyorum bile.

Büyük velilerden Beyazid-i Bestami; “Kırk yıldır insanlarla tekellüm ediyorum da kendileriyle konuştuğumu zannediyorlar,” dermiş. Yani ağzını kapatmış, sükutu seçmiş. Konuştuğu zannediliyor ancak o artık kendisiyle konuşan içsel yolculuğunu başlatmış biridir.

Şair Cahit Zarifoğlu; “ben onunla içimden konuşuyordum” derken aynı duruma işaret ediyor. Bu fakir de henüz basılma-

mış Aşkabâd (Aşk Sanatı) adlı romanında roman kahramanı Ahmet Hamdi’yi kendi kendine konuşturur:

Kendi kendine Fuzuli gibi konuşuyordu işte, söylese tesiri yoktu, sussa gönlü buna razı değildi. Bazı insanlar söyleyeceği çok şeyler varken, susmayı tercih ederlerdi. Çünkü çok iyi bilirlerdi ki, onları anlayan birileri yoktu. Bu yüzden konuşmasa da içinde fırtınalar kopuyordu. Hem de bu fırtınalar, kasırgalar dur durak bilmiyordu. Bir gün uzun yola gitmeye hüküm giymiş bir aşk mahkûmuydu o. Tabiri caizse bir deliydi o. Sevdiği bir başka diyara göç etmişti, bunun için hep yollardaydı. Aşk şehrine doğru yola çıkmıştı, yani Aşkâbad’a gidiyordu, ama Aşkâbad, onun içindeydi.

Aşk, bir başkaldırıydı ve tüm engelleri ve setleri yıkan coşan seldi. Aşk ayrımcılıktı. Şems’ül aşk, bir şiirinde öyle demiyor muydu?

Sanma şafaklar söküyor,
Sinemdeki bu yangınlarda.
Sanma belalardan kurtuluyorum,
Bana, can alan gamzenle baktığında.
Önce aşkın girdi kapımdan,
Ayırdı beni her şeyden,
Herkesten.
Aşk çöllerinde,
Yol alırken hasret kervanım.
Özlem rıhtımında,
Gün akşam olurken.
Atamamışken seni,
Aşk suyuna.
Boğuldum,
Bir aşk çeşmesinin,
Tasında.

Bir şeyi arıyordu, ama neyi aradığını bile bilmiyordu. Ne aradığını bile bilmeden, gezinip duruyordu. Aşk böyle bir şeydi. Bu dünyada yapayalnızdı, bundan sonra da bu yalnızlık devam edecekti, ama yalnızlıktan artık hiç korkmayacaktı. En büyük korkusu yalnız kalmaktı. Aşkı ona, yalnız olmanın nasıl bir şey olduğunu öğretmişti. Yalnızlığı zaten aşktan başka insana ne öğretebilirdi ki? Yerdeki çamuru değil de, gökteki yıldızları gördü. Nihavent makamındaki o eseri seslendirmeye koyuldu: Gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar, Yeryüzünde sizin kadar yalnızım. Bir haykırsam belki duyulur sesim, Ben yalnızım, ben yalnızım, yalnızım.

Kaderim bu böyle yazılmış yazım, Hiç kimsenin aşkında yoktur gözüm. Taşa geçer kendime geçmez sözüm, Ben yalnızım, ben yalnızım, yalnızım.

Tatmadığım zevk kalmadı dünyada, Hangi kalbe girdimse kaldı izim. Bir haykırsam belki duyulur sesim, Ben yalnızım, ben yalnızım, yalnızım.

Çocukluk aşkı Leyla, yıllar önce bilmediği bir kente göç etmişti. Ona minicik dudaklarından, evrensel bildiriyi sunmuştu. Doğrusu kutsal metinleri anlamasa da, ruhunda derin izler bırakmıştı. Sonra her ikisi de, ayrı trenlerde hayata yol alırken, yollar aşklarına gölge düşürmüştü. Ahmet Hamdi de, Leyla da, birbirlerinden habersiz çoktan evlenmiş, çoluk çocuğa karışmışlardı.

Ama Ahmet Hamdi’nin bu aşkı hiç bitmemiş, tek kişilik yaşanan türdendi. Herkese ve her şeye rağmen güncelleni- yordu. Âşık olunan sevgili, aşk karşısında artık önemsizleştiği bir mekânın adıydı o. Aşk her daim tek kişilikti. O tek kişilik aşklar, derin ıssızlardaydı. İnsanı büyüten aşklar, gerçi günümüzde kalmamıştı her neyse. Şimdilerde aşk acelenin ta kendisiydi. Issızlığın değil, yoğun kalabalığın, yavaş yavaş yürümenin değil, avmlerde, geniş ve gösterişli caddelerde, bulvarlarda koşuşturmacanın adı olmuştu aşk. Bir tramvay durağından diğerine varıncaya kadar kısa sürüyordu şimdilerde aşklar. Öyle ki, bir valizini bile toplamaya gereksinim duymuyor aşklar, o derece acelesi var. Ne oldu? Bir dakika, bile demeden. Sanki tabakhaneye, şey yetiştirecekler.

Klavyenin tuşlarına basan, parmak uçlarına kadar inceltmişlerdi, aşkları. Sanki eşya ile insanlar rolleri değişti. Malum eşya incelikten, insan kalınlıktan kopardı ya. İşte bu sözü somutlaştırmışlardı, aşkları pamuk ipliğine çevirmişlerdi.

Aşk tek kişilikti, oysa yalnızlık iki kişilik. Aşk öyle bir çöldü ki, aşk ve âşık olandan başka kimsenin su bulamadığı bir vahaydı. “Yalnızım, ben yalnızım” diyen Hikmet Münir Ebcioğlu, şarkısını yazarken farkında değildi galiba âşık olmadığını dile getirmekten. Çünkü yalnızlık, birinin noksanlığıydı. Kendi eksikliğini gidermek için, birini arardı hep yalnızlar. Oysa aşk öyle miydi? O tek kişilik bir ülkeydi. Orası ne de olsa Aşkâbad’dı. Tek kişilik yaşanacaktı.

Şemsettin ÖZKAN

17.01.2021 KONYA

KAYNAKLAR

1-kuran.diyanet.gov.tr

2-kuranmeali.com

3-Şemsettin ÖZKAN, AŞKABÂD (Aşk Sanatı) romanından alıntı

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.