( Mesnevi’den 13. Sohbetimiz )
“Bir bakkal vardı, onun bir de dudusu (tûtîsi, papağanı) vardı. Yeşil, güzel sesli ve konuşkan bir duduydu. Dükkânda bekçilik yapar, alışveriş yapanlara hoş nükteli sözler söyler ve şakalar yapardı. İnsanlara hitap ederken insan gibi konuşurdu. Tûtîlere özel ötüşü üstatça idi. Efendisi bir gün eve evine gitmişti. Dudu, dükkânı gözetliyordu. Fare tutmak için bir kedi, dükkâna sıçradı. Duducağız can korkusundan, dükkânın başköşesinden diğer bir tarafına kaçtı. Gülyağı şişesini de döktü. Sahibi evden çıkageldi. Tüccar edasıyla dükkânına geçip oturdu. Bir de baktı ki, dükkân yağ içinde, elbisesi de yağa bulaşmış. Dudunun başına bir vurdu, dudunun dili tutuldu ve üzüntüden başı kel oldu. Dudu birkaç gün konuşmayı kesti. Bakkal da pişman olup ah demeye başladı. Bakkal sakalını yoluyor, “eyvah nimet güneşim bulut altına girdi” diyordu. “Elim kırılsaydı da o tatlı dilli tutinin başına vurmasaydım,” diye söyleniyordu. Kuşu yine konuşsun diye fakirlere sadakalar veriyordu. Üç gün üç gece sonra şaşkın, üzüntülü ve ümitsiz bir halde dükkânda otururken, ‘bu kuş ne zaman konuşacak?’ diye düşünüp dururken, tuti söze başlasın diye ona türlü türlü acayip ve garip şeyler gösterirken, ansızın tas ve leğen dibi gibi tüysüz kafasıyla cascavlak bir derviş çıkageldi. Onu gören papağan dile gelip; ‘ey falanca’ diye ona seslendi: “Ey kel, neden kellere karıştın, yoksa sende şişeden gülyağı mı döktün?” Onun, aba sahibi dervişi, kendisi gibi sanıp kıyas etmesinden halk gülmeye başladı. Arslan ve süt anlamlarına gelen (Şîr) kelimesi, yazıda birbirine benzese de mana yönünden ayrıdır. Bunun gibi sen de, ümmetin seçkinlerinin halini kendine kıyas etme.” (241- 260.beyitler)
Burada “tuti (dudu, papağan) kuşu” güldüren mizahçı, komik insanları simgelemektedir. Bazıları, böylelerini eğlenmek ve ufak tefek işlerini gördürmek için evlerinde tutarlar. Bu mizahçı, komik insanlar efendisiyle işi, sohbet ve muhabbeti olanlara ilginç şeyler söyler ve onları güldürürdü. Anlatılan mizahçı ve nükte söyleyici, akıllı adamların sözünü işitir, cevap verir ve hele taklitte tam bir üstattı. Efendisi bir yere gidince mizahçı, dükkân veya evde yalnız kalmıştı.
“ Fare tutmak için, bir kedi ansızın dükkâna sıçradı. Papağan, can korkusundan dükkânın başköşesinden, diğer bir tarafına kaçtı ve bu telaşla gülyağı şişesini döktü.”
Yani; Efendisinin gizli olan hâlini veya düşüncelerini araştırmak üzere zararlı ve desiseci bir adam, duduya benzetilen mizahçının yanına ansızın gidip korkuttu. Sırlarına ortak etmek istedi. Gizli fikirleri çalmak isteyen desisecinin şerrinden kurtulmak ümidiyle çaresiz mizahçı bir sözden diğer söze geçti. Her ne kadar çabaladıysa da sonunda hatayla, söylenmeyecek bir gizli ve mühim şeyi söyleyiverdi. Kendini kötü duruma düşürdü. Şişeye benzeyen o söz içinde gülsuyuna benzeyen saklı mana ve sırları açıkladı, saklı kalması gerekeni gevezelikle ayağa düşürdü.
Efendisi dükkâna dönünce telaşsız, vakur, ağırbaşlı bir şekilde oturdu. Sırrın ortaya döküldüğünün henüz farkında değildi.
“Bir de baktı ki, dükkân yağ içinde, elbisesi de yağa bulaşmış, dudunun başına bir vurdu, dudunun dili tutuldu.”
Yani; efendisi dükkâna geldiğinde mizahçının bazı sırları ifşa ettiğini işitti. Gizli olması gereken durumun herkese yayılmış olduğunu, dükkânın işleyişine zarar ve leke geldiğini fark eden efendi öfkeyle mizahçının başına vurup, şiddet uyguladı.
“Dudunun başına bir vurdu, dudunun dili tutuldu ve üzüntüden başı kel oldu. Dudu birkaç gün konuşmayı kesti. Bakkal da pişman olup, ah demeye başladı.”
Yani; Vurma ve dayak gibi şiddet uygulamadan her zaman sakınmak gerekir. Zira vurulanın ne kadar değersiz olduğu düşünülürse düşünülsün, o da Allah’ın yaratılmış bir kuludur. Dövülenin dayaktan dolayı namusu ve şerefi ayaklar altına alınmaktadır. Kalbi ve aklı zedelenir, durumu değişir. Öfkeye, garaza, şiddete bağlı olmaksızın, hukuk ve kanunun tayin ettiği bir sebebe dayanmadıkça vurma, dövme dayak insanlık dışı bir uygulamadır.
“Bakkal sakalını yoluyor, “eyvah nimet güneşim bulut altına girdi” diyordu. “Elim kırılsaydı da o tatlı dilli tutinin başına vurmasaydım,” diye söyleniyordu.”
Yani; Düşünmeden ve aceleyle yapılan hem de gayrı meşru olan işler genellikle pişmanlıkla sonuçlanır. Akıllı ise bir işi yapmadan önce, dine, ahlaka, akla uygun olup olmadığını değerlendirir. Sonra icrasına geçer. Asıl hüner yanlış işi yapmamaktır. Yaptıktan sonra koca karı gibi feryatlar faydasızdır. Allah saklasın, insan yanlış bir şey yaparsa bir taraftan Allah’tan kusurunun affını dilesin, diğer taraftan yaptığı kötülüğü düzeltmek için çalışsın. Ondan sonra başka yanlışlıklarla neticelenmeyecek teşebbüslerde bulunsun. Hayırlı işler yapsın. Yoksa yanlışlığı yaptıktan sonra feryat ve figanlar boşunadır. Ayrıca böyle boşu boşuna ağlayıp, sızlanmak akıl ve bedene zaaf ve umutsuzluk getirir. İnsanın ümidini kırar ve gayretsiz yapar.
“Üç gün üç gece sonra şaşkın, üzüntülü ve ümitsiz bir halde dükkânda otururken, ‘bu kuş ne zaman konuşacak?’ diye düşünüp dururken, tuti söze başlasın diye ona türlü türlü acayip ve garip şeyler gösterirken, ansızın tas ve leğen dibi gibi tüysüz kafasıyla cascavlak bir derviş çıkageldi.”
Yani; üç gün üç geceden maksat hayli zaman demektir. Bu münasebet üzerine uzun –kısa bazı fikir ve yorumlara işaret etmek isteriz. Şöyle ki: İnsanın aklında dört tür temel güç vardır: Birincisi; “müdrike: İdrak noktası”dır. Görüp işittiği şeyi anlar. İkincisi; “Hafıza: saklama”dır. Müdrike (İdrak noktası) gücünün göz, kulak, dil, dokunma, koklama ile aktardığı şeyleri korur, saklar. Üçüncüsü; “Hayaliye: Tasarlama”dır. Fikirleri bazı gerçek, bazı gerçek olmayan renk ve suretlerle şekillendirir. Eşyanın özelliklerini, küçültür veya büyültür. Dördüncüsü; “Akıldır” Akıl gücüyle insan mutluluğunu kazanmak için mümkün olabilecek sebepleri önce zihnen düzenler. Sonra mümkün olduğu kadar fiilen yapmaya, icra etmeye koyulur.
Hikâyede adı geçen bakkal bu dört özellikten üçünü yerine getirdi. Akıl gücünü ihmal etti. İhmal etme yanlışlığını anladıktan sonra üzüntü içinde yerine oturdu.
Bir adam, kederli ve gamlıysa zihni kederine neden olan şeye takılır kalır. Düşündükçe kendisine gam ve keder veren şeyin gelmişinde geçmişinde geleceğinde ne kadar zarar varsa, ne kadar gerçek veya vehmedilmiş elem varsa, hayal gücünde kurar, keşfetmeye, tahmin etmeye, büyütmeye, süslemeye çalışır. Düşünür, düşündükçe sıkıntısı, derdi, gamı, kederi artar. Düşünür, düşündükçe elemi ve acısı artar. Bu düşünceleri dimağını yorar. Bedeni, dimağına uyarak zayıf ve halsiz düşer. Çok düşünmekten, çok üzülmekten ortaya çıkan zaaf ve yorgunluk, bütün benliğini kaplar. Kederli adamın iradesi acze düşer. Sağlıklı düşünemez hâle gelir. Sağlıklı düşünerek giderebileceği kederlerden kurtulabilme iktidarı kaybolur. Bezgin ve çaresiz kalır. Allah korusun, bazı kereler, vehim ve sıkıntı cinnete kadar götürebilir.
“Onu gören papağan dile gelip; ‘ey falanca’ diye ona seslendi: “Ey kel, neden kellere karıştın, yoksa sende şişeden gülyağı mı döktün?” Onun, aba sahibi dervişi, kendisi gibi sanıp kıyas etmesinden halk gülmeye başladı.”
Yani; efendisi başına vurduğu için, kafası kel, dili suskun kalan mizahçı, konuşma yeteneğini kaybetmişti. Öyle susup dururken, başı kılsız bir derviş görünce, dervişi kendine benzetti. Konuşmaya başladı. ‘Yoksa sende benim gibi gülyağı döküp de kel mi oldun?’ sözünü söyledi. Kötü zanda bulundu ve hata etti. Tuti kuşuna benzetilen mizahçı ve taklitçi derviş de, sırları açıklamış, kendi gibi de dövülmüştür. Böyle kıyaslamak elbette çok yanlıştır.
“Arslan ve süt anlamlarına gelen (Şîr) kelimesi, yazıda birbirine benzese de mana yönünden ayrıdır. Bunun gibi sen de, ümmetin seçkinlerinin halini kendine kıyas etme.”
Yani; Farsça’ da “şîr: aslan ” ve “şîr: süt” aynı şekilde yazılır. Manaya gelince birbirine çok uzaktır. Birinin anlamı arslan diğerinin ki, süttür. İnsanın elbisesi ve diğer dış görünüşü de basit harfler gibidir. Herkesin iki eli ve iki ayağı ve diğer benzerlikleri yönünden birbirinin aynıdır. Fakat insanların biri akıl sahibi, cesur, ruhanî; diğeri ahmak, korkak, adî olabilir. Hakikati anlamak için beden ve elbisesine değil ahlâk, akıl ve davranışlarına bakmalı. Bu beyitten, şu da çıkarılır: Bir yalancı, bir garazkâr diğerlerinden işittiği kelimeleri kendi yalanları, garazları gibi sayar. Çünkü herkesi kendiyle kıyaslar. Böyle kıyasların tamamen hata ve yanlış olduğunu ispatlamaya bile lüzum yoktur.
Ülkemizin önde gelen psikiyatristlerinden değerli insan Prof. Dr. Nevzat Tarhan’da bir travmanın çözümü ve empati şeklinde yaklaşmış, Papağanın yeniden konuşmasına;
“Şok yaşantılar insanın beynine çözülmemiş travmatik yaşantılar halinde kaydoluyor. Beynin ağsal yapısını ve kimyasını bozuyor. Bu da kişiyi bloke ediyor. Mesela bir çocuk ani ve şiddetli bir yaşantı sonucunda hissettiği korkuyla konuşamaz hale gelebilir. Beyni en iyi açıklayan model “Network Modeli”dir. Bu model içerisinde beyindeki her davranışla ilgili çevrimler olduğu kabul edilir. O çevrimler şok yaşantılarla, korkularla beyinde aşırı derecede ACTH diye bilinen asetaj hormonu salgılar. Bu hormon da böbrekten kortizon hormonu salgılatır. Aşırı kortizon hormonu salgılanması sonucunda beyinde hiperkortikolizm oluşur. Böylece beyinde hedef alınan organ hangisiyse onunla ilgili olan network bozulur. Kimisinde konuşamamaya, kimisinde de başka durumlara sebep olabilir. Yani herkesin strese duyarlı bir beyin alanı vardır ve bu durum oradaki fonksiyonu bozar. O organı bloke ederek bazı belirtilerin ortaya çıkmasına sebep olur.
Yaşanan bir başka olay kişiyi travmanın yaşandığı ana geri götürerek o anda unuttuğu, kullanmadığı bilgiyi hatırlamasını sağlayabilir. Geçmiş yaşantının travmanın birdenbire benzer bir şekilde ortaya çıkarmasıyla o olay yeniden proses edilebilir. Kişi yaşadığı korkuyu proses edince, o korkunun bloke ettiği alanlar yeniden aktif hale gelir.
Hikâyedeki papağanda da sanki buna benzer bir durum görüyoruz” diyor, Sayın Tarhan ve ekliyor: “Yaşanan şoku hatırlatan bir şeyle bastırılan konuşma merkezi tekrar aktif hale geliyor. Yani farkında olmadan çivi çiviyi söker anlayışındaki gibi papağanın yaşadığı travmatik an ile ilgili çağrışımlar harekete geçirilmiş. O anla bağlantı kurulduğu için papağan farkında olmadığı durumundan sıyrılıvermiş. Böylece travması çözülmüş.”
İkinci üzerinde durulması gereken konu dudunun sahibinin empati yapamamasıdır. Duygusal zekâda çok öne çıkıyor bu mesele. Böyle olunca da papağan kendisi gibi saçı dökülmüş dervişi kendine yakın hissediyor. Başlıyor ona açılmaya. Açın halinden tok ne anlar? Sevenin halinden sevenler anlar sözleri de, bu duruma örnek verilebilir. Halbuki dükkan sahibi şöyle rast makamında bir şarkıda mırıldansaydı ve deseydi ki durum farklı olabilirdi: “Darıldın mı tutim bana? Hiç bakmıyorsun bu yana! Esmerim güzelim, aman Allah çok seviyorum. Benim için gülyağı değil, sen önemlisin tutim! Tuti dillim!” deyiverse, papağan kendini anlayan bir patronu olduğunu fark edecek, bu travmada yaşanmayacaktı. Ama bırakın böyle bir söz demeyi, bir de şiddet uyguluyor papağanına. Hikayedeki insanlarda papağanı anlayamadıkları gibi tüm duygusal körlükleriyle, empati yoksunu oluşlarıyla üstüne üstlük alay ediyorlar, gülüyorlar, kimse onu anlamaya yanaşmıyor. Hata yapanda özür dileme diye bir şey yok. Sadece özür dilemekte çözüm üretmez. Bu tür hadiselerde mantıksal ve duygusal çözümün birlikte yapılması önemlidir. Analitik bir çözümleme yapılarak travmayı yaşayanın neden sonuç ilişkisini de çözmesi şarttır. Ne güzel der Hz. Mevlana;
“Mutlaka gönülden gönle, bir yol vardır…” Bu yolu bulanlardan eyle bizi Rabbim! Karşımızdakilerin bakış açısını kavrayanlardan eyle bizi. Toplumsal bilince erenlerden eyle bizi Allah’ım!
Şemsettin ÖZKAN
29.12.2019 KONYA
KAYNAKLAR
1-Mevlana, Mesnevi,(Türkçesi Tahirü’l Mevlevi), İst. 2006, Kırkambar kitaplığı
2-Mevlana Celaleddin Rumi, Mesnevi-Tam Metin-Ankara, Panama yay.
3-www.mevlanavakfi.com
4-Prof. Dr. Nevzat TARHAN, Mesnevi Terapi, Timaş yay. İst. 2019