ASLA KENDİN HAKKINDA KÖTÜ KONUŞMA ÇÜNKÜ İÇİNDEKİ SAVAŞÇI BUNU DUYACAK VE BUNDAN OLUMSUZ ETKİLENECEKTİR

(Toplumsal İlişkiler 721)

وَلَٓا اُقْسِمُ بِالنَّفْسِ اللَّوَّامَةِ
Yemin ederim pişmanlık duyup dâimâ kendini kınayan nefse ki, siz mutlaka diriltilip hesâba çekileceksiniz!” (Kıyamet/2)

İnsan sürekli hata yapan bir varlıktır. Öyle ki hatasız bir günü dahi geçmez. Atalarımız “hatasız kul olmaz,” diyerek her insana bir hata payı tanımışlardır. Hz. Mevlana’nın “hatasız dost arayan dostsuz kalır” sözü de bu minvalde söylenmiştir. Bu yönüyle insanın kendini kınaması kaçınılmazdır.

Ancak sorun nerede başlıyor? Bir insan sürekli kendini kınayıp kötülüyor ve yerden yere vuruyorsa, bu durumu marazi (hastalıklı) bir hal almışsa, işte burada sorun başlıyor demektir.

Bir Japon Samuray atasözü der ki; “asla kendin hakkında kötü konuşma! Çünkü içindeki savaşcı bunu duyacak ve bundan olumsuz etkilenecektir.” Gönlü geniş ruhu gezginlerin

Ondokuzuncu Kuralı şöyle der: “Başkalarından saygı, ilgi ya da sevgi bekliyorsan, önce sırasıyla kendine borçlusun bunları. Kendini sevmeyen birinin sevilmesi mümkün değildir. Sen kendini sevdiğin halde dünya sana diken yolladı mı, sevin.
Yakında gül yollayacak demektir.” Geliniz bu usül ŞEMSABAD (Kitabü usul-i’l AŞK) adlı tarihi romanımızda nasıl işlenmiş bir görelim:

KALP MİDİR İNSANA SEV DİYEN, YOKSA YALNIZLIK MIDIR KÖRÜKLEYEN? SAHİ NEDİR SEVMEK? BİR MUMA ATEŞ OLMAK MI, YOKSA YANAN ATEŞE DOKUNMAK MI?

Gecenin esmerliğinde, Selina’nın kalbini kanatan, gonca bir güldü. Duyduğu tüm verimli kelimelerde, ruhunu aydınlatan, dilinden düşmeyen tehlil’di. Hasretin tırnakları ta yüreğinin içine saplanıyordu. Hüznün yağmurları, sağanak sağanak içine iniyordu.

Mumu mutfağa götürüp odanın penceresinden dışarıya baktı. Yerlerdeki çamuru değil, aksine gökteki yıldızları gördü. Hiç bir zaman ümidini kaybetmemişti. Kar, lapa lapa evlerin damlarına ve harabe duvarlarına yağıyordu. Şehirlere giden yollar kapalıyken, Rabbine açıktı, Selina’nın karıncalanmış elleri.

Koca üç yıl geçmişti. Baturalp Hamza, hala ortalıkta gözükmüyordu. Neredeydi bu adam? Hangi şehirde ve şimdi ne yapıyordu acaba? Kerra Hatun, Mevlana ile evleneli, üç yıl olmuştu. Hatta çocukları bile olmuştu. O Mevlana’ya önce dünürcü başı olacak, sonrada Hazreti pir, ona dünürcü başı olacaktı. Ama o ertesi gün ortalıktan kayboldu. Sanki yer yarıldı içine girdi. Sırra kadem bastı. “Ey büyük Allah’ım yardım et ona, bizi birbirimize kavuştur.” Diye dua etti içinden, sonra da ellerini yüzüne götürdü. Şu koca evde yapayalnızdı. Gerçi zaman zaman, yaşlı komşu nine geliyor, yanında kalıyordu ama bu nereye kadar, böyle devam edecekti? Aklına Şems’ül Aşk’ın, sevdiği Cüz’ül Kamer için yazdığı, Şarkı adlı gazel geldi ve ağlamaklı bir ses tonuyla, mırıldanmaya başladı. Boş evin, boş duvarlarında ses yankılanıyordu:

Aşk Yağmurlarına Numunedir Ukde-i Ruhun,

Yârin Yoluna koyulup da, kaybolduğum zaman.

Neyleyim yalan Nemli dolu gözyaşları Neden mahzun,

Uzun gecelerde bile Unutamam, Unutamam seni Unutaman

Rennanım, Rıdvanım, Resmindir Resulün, Rüyadır âyân.

Sanki bizim için söylemiş Şems’ül Aşk bu gazeli” diye geçirdi içinden Selina. Bu şiirin yazılışında, okunuşunda, manasında bir şeyler saklı ama ne? Baturalp Hamza’yı görürse ona soracaktı? Birden avazı çıktığı kadar; “Neredesin Baturalp Hamza?” diye bağırdı. Ses, suya taş atınca, dalga dalga yayılıp, halkalar yaptığı gibi, ses önce, evin içinde yankılandı. Sonra da, Zindankale ’de yankılandı ve sonra da evrende yankılandı. Baturalp Hamza, rüya görüyormuş gibi, aniden tüm vücudunu ter basmış şekilde, ayağa kalkıp;

-Buradayım Selinaaa!” diye bağırdı. Onun bağırması bu sefer Selina ’ya malum oldu. Selina, “aman Allah’ım Baturalp Hamza yaşıyor, bir yerlerden onun sesi geliyor, hem de yakınlardan bir yerden.” Dedi. Gecenin karanlığına aldırmadan pencerenin perdesini araladı, ancak yerler ve evlerin damları bembeyazdı. “Üşüyorum Hamza, üşüyorum” diyebildi, hıçkırıklara boğularak.

Yüreği miydi ona sev diyen, yoksa şu yalnızlığı mıydı körükleyen? Sahi neydi, neydi sevmek? Bir muma ateş olmak mı, yoksa yanan ateşe dokunmak mı?

Şems’ül Aşk’ın, unutulmaz “Aşk mı Sanır” şiirindeki dizeleri, ona aşkın, nasıl olması gerektiğini haykırıyordu:

Aşk badesini içmeyen,

Kendini sarhoş mu sanır?

Deli ırmağı geçmeyen

Kendini yunmuş mu sanır?

İki iken bir olmayan

Aşkla gözleri dolmayan

Bülbüle gülü solmayan

Kendini çiçek mi sanır?

Sevdalara salınmayan

Gönüllere alınmayan

Sevdiğine kanılmayan

Kendini âşık mı sanır?

Mecnun gibi gezinmeyen Ferhat gibi dağ delmeyen Benim gibi dertlenmeyen Kendini dertli mi sanır?

Bakma benim güldüğüme

Nefes alıp verdiğime

Çok söz eden sevdiğime

Her sözünü aşk mı sanır?

Sevgi vermek mi almak mı?

Yoksa gitmek mi kalmak mı?

Aşk oduyla dağlamak mı?

Her alevi meşk mi sanır?

Aşk tutulması” adlı şiirinde ise, ölümüne inadına sevmekten söz ediyor ve sevdiğini gelmemesine rağmen hala bekliyordu. Zaten gerçek hayatında da Cüz’ül Kamer ölmüş, o hala gelecek diye Alanya’nın sahillerinde, deniz kenarında bir ağacın altında öldüğünü bildiği halde oturup beklemiyor muydu? Gelmeyince de elindeki çiçekleri götürüp onun tepedeki mezarına bırakmıyor muydu? Şiiri eline alıp içine sindire sindire okumaya başladı.

Bana bir şiir oku! Yağmur yürekli olsun. Okunan her mısra damla damla yüreğime aksın. Oralarda yeni aşklar yeniden filizlensin, açsın. Raks edip ateşe atsın tutkular, bedenleri yaksın.

Bana bir sevgi ver, ölümler korksun haşmetinden, Sehpalar, darağaçlar sükût suretinde konuşsun. Geceler karardı, yıldızlar söndü, aşklar tutuldu, Sen ey yar! Kaç ay tutulması oldu hala dönmedin?

Yalnızlık, neydi sahi yalnızlık? Adam gibi sevenlere verilen bir ödül müydü? Siz söyleyin geceler ne tarafa düşüyor sevda? Hicran ne yana? Yalnızlık hep bana, bana mı geceler? Yanına kalmaya gelen komşu nine: “Zor be kızım zor şu sevmek. Ya doğru insanı beklerken yalnızlıktan ölürsün, ya da yanlış insana katlanırken görürsün.” Diyordu. Galiba haklıydı.

Mevlana hazretleri ne mübarek insandı. Kadınlara yaptığı bir sohbette;

Allah bana, aşkı nasip etmedi diyorsun.

Kulağınla değil, yüreğinle dinle

Aşk kapını çalıyor da,

Sen duymuyorsun.” Diyordu. Sahi aşk denilen şey, sadece bir adamı mı sevmekti? Bütün sevgilerin kökeni Allah sevgisi değil miydi? Bütün herkes onu terk etse bile, Allah bizi hiç terk etmiyordu. Yeter ki sevgiden aşktan yana ödün vermeyelim? Bu kendimizi sevmek bile olsa mutlaka yapmalıyız.

Ama nasıl olacak bu? Kendimizi sevmek egoistlik olmaz mı? Yani bencillik olmaz mı? Kendi kendine sorduğu bu soruya kocaman bir “hayır” dedi. Çünkü bencillikle, kendini sevmek aslında birbirinin tam zıddı şeylerdi. Benciller kendilerini de sevemezlerdi. “Buna kalıbımı basarım” dedikten sonra mantık yürüttü:

Kendini sevmeyen bir kişi, başkasını sevebilir mi? Peki ya ben kendini bile sevmeyen birini sevebilir miyim? Elbette hayır.

Aşkın kırk halinden biri de kendini sevmek değil miydi? Ne demişti hazreti pir: “Başkalarından saygı, ilgi ya da sevgi bekliyorsan, önce sırasıyla kendine borçlusun bunları. Kendini sevmeyen birinin, sevilmesi mümkün değildir. Sen kendini sevdiğin halde, dünya sana diken yolladı mı, sevin. Yakında, gül yollayacaklar demektir.”

Kendimizi sevmenin ne gibi faydası olacaktı ki? Sanırım “Öz beğenisi olanlar, hayatı, herhalde daha bir güvenle, iyilik dağıtarak ve iyimser olarak yaşayacaklardır. Algılama daha yüksek düzeyde olacaktır. Ayırt etme güçlenecektir. Daha az keder ve üzüntü yaşayacaklardır. Dili bile dikkatli kullanacaklardır. Daha keskin bir hafızaya sahip olunurken daha hızlı bu tezahür ettirilecektir. Daha duygusal olduklarından ruhi hedeflerine de kolaylıkla ulaşacaklardır. Hayatlarında neşeyi, tatmini ve doluluğu her an hissedeceklerdir. Yaşamın karmaşıklığıyla başa çıkmada daha esnek ve donanımlı olacaklardır. Yıkıcı değil, besleyici ilişkiler kuracaklardır. Hata yaptığını fark edebilecek ve kendisi için en doğru kararı verebilecektir. Başkalarına değer vermeyi bilebilen, kendini geliştirebilen, kendisi ile gurur duyup, haklarını savunabilen kişilerdir. Bu karakterde olanlar, başkalarının menfaatlarına da alet olmazlar. Yaşam amaçlarına ve kaderlerine daha iyi bir yönelim gösterirler. Bu yüzden ruhsal farkındalıkları arttığından kendileriyle ve toplumla barışıktırlar.” diye akıl yürüttü.

O halde kendini sevme, yani öz beğeni, yoksa tüm bunlar o kişide de olmayacaktır. Kendini kabullenemeyen, aynı düzeyde başkalarını da, kabullenemeyecektir. Yetersiz olması, iyi hissetmesini engelleyecektir. Kendi duygularından koptuğu için, aşkta, işte vb. yaşamın her alanında, sağlıklı seçimler yapmasını güçleştirecektir. Sürekli terkedilme korkusu içinde olacaktır. Sevilmeyi ancak başarırlarsa, hak edebileceklerini düşündüklerinden, kim ve ne oldukları için değil, ne yaptıklarına göre değerlendireceklerdir. Bu yüzden onlar, aidiyetlerinden ziyade, menfaatleri ön plana çıkaracaklardır. Sürekli negatif düşünce üreten bir merkez gibi içeride eleştiren bir iç sesle, iç tacizciyle mücadele etmek hiç de kolay olmasa gerek.” Diyerek müthiş bir entelektüel birikim ortaya koydu. Bu denli akıl yürütmesine kendisi de şaştı ve kendi kendini takdir etti şımarmadan.

O gece sabaha kadar kar yağdı, sabaha karşı da ayaza çekti. Dipi çıkmıştı, karı bir yerden alıp, bir yere savurtturuyordu. Bazı yerlerde hiç kar yokmuş gibi, oradan alıp, kuytu yerlere karları yığıyordu. Saba makamında Alaeddin camisinden müezzin sabah ezanını okuyordu. Selina;

-Sabahları etmişim yine, kalkıp namazımı kılayım “dedi. Ocağın üstündeki güğümdeki sıcak su ile ibrikteki suyu, karıştırarak, ılıştırıp abdest aldı. Huşu içinde, sabah namazını kıldı. Baturalp Hamza içinde dua etti. Hava kapalı olduğu için, ortalık aydınlık değildi, ama seher vaktiydi. “Şöyle dış kapıyı açıp, kapının önündeki karları kürüyeyim ki, komşu teyze eve girebilsin” dedi. Kapıyı açınca, soğuk bir hava dalgası, arsızca içeri girdi. Tam karları kürüyecekti ki, yolun üzerinde bir adam, atın üstünde insan değil, her yeri sanki ışıkla saydamlık arasında Selina’ ya;

-Kızım, sabret! Baturalp Hamza yaşıyor. Medreseyi yusufiyye’de, günlerini tamamlayınca dönecek, boşu boşuna yatıyor.” Deyip, atını on beş yirmi metre koşturduktan sonra, karın üstünde hiçbir iz bırakmadan, sokağa sapıp, ortadan kayboldu. Hâlbuki her yerde kar vardı. Bir insan, karın üstünden geçecek, izi kalmayacak, mümkün değildi. Selina bu işe, şaştı kaldı:

-Allah, Allah nasıl bir adam bu kişi, şimdiye kadar böylesini de, hiç görmedim. Her neyse, sevinçli bir haber verdi bana, Baturalp Hamza yaşıyormuş.”

Elindeki kürekle, bu güzel haberin, yüzü suyu hürmetine aşkla, şevkle, sabahın dondurucu ayazına aldırmadan, evin önüne birikmiş karları, kürümeye koyuldu.

Şemsettin ÖZKAN

12.06.2022 DOĞANŞEHİR

KAYNAKLAR

1-kuranvemeali.com

2-pixabay.com

3-Şemsettin ÖZKAN, ŞEMSABAD (Kitabü Usul-i’l AŞK) adlı henüz basılmamış tarihi romanımdan alıntı

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir