(Toplumsal İlişkiler 1964)

وَلَا تَكُونُوا كَالَّذ۪ينَ نَسُوا اللّٰهَ فَاَنْسٰيهُمْ اَنْفُسَهُمْۜ اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ
“Sakın ha, kendileri Allah’ı unutmuş (şeytanın ve dünyalık arzularının yolunu tutmuş), böylece O (Allah) da (ceza olarak onları dergâhından kovmuş) kendi nefislerinin (ebedi kârını ve uhrevi çıkarını) onlara unutturmuş (bütün maneviyatını ve cennet hayatını, fani ve fena şeyler için feda etmeyi akıllılık ve gözü açıklık sanacak bir gaflet ve dalâlete sokmuş) kimseler gibi olmayın! Ki onlar (Rahmet-i İlahi’den nasipsiz bırakılmış ve hidayetleri kararmış) fasık (ve münafık)ların ta kendileridir.” (Haşr/19)
Bazen bulmak için, kaybetmek lazım. Hem de, her şeyi. Çünkü kendini bulabilmesi için insan, her şeyden kendini soyutlaması gerekiyor. Hz. Mevlana; “her şeyi kaybettim, ama kendimi buldum” derken, tam olarak bize bunu anlatıyor.
Geliniz bu mevzuyu daha iyi anlamak için henüz basılmamış AŞKABAD (Aşk Sanatı) adlı romanımdan bir alıntı ile idrak etmeye çalışalım:
1. İNCELİK
“ Kendimi arıyorum, gören var mı?”
YA VEDUD! YA VEDUD! YA VEDUD!
Gökler çullanıvermişti sanki yeryüzüne. Nefesi çıkıyordu iğne deliğinden. Bağdaş kuruvermişti hüzün gönlüne. Ölüler geçit resmi yapıyordu, sanki karanlık geceden.
O habire sırtında çantasıyla diyardan diyara yol alıyordu. Dışarıda, bardaktan boşanırcasına bir yağmur vardı. Geçtiği kentlerin cami avlularındaki musalla taşlarının, yağmurlarla ağladığına kaç kez tanık olmuştu. Onların çıkardığı iniltiler, içine işlemişti. Bir an ışığın gözlerinden kaybolup ta karanlıklarla yoldaş olduğunu, tahta ata bindirilip insanların omuzlarında hamuşana, yani mezarlığa doğru götürüldüğünü hayal etti. Aslında bu hayal, bir gün nasıl olsa gerçek olacaktı.
O zengin biriydi. Dolayısıyla cenazesine de şafşata, debdebe damgasını vuracaktı. Çelenkler, çiçekler, siyah kostümlere bürünmüş, siyah gözlüklerin ardından timsah gözyaşları döken, yalandan ah vah edenlerle cenazesi dolup taşacaktı. Eşi, kızı, çocukları ve dostları. Hızlıca bir an evvel onu gömüp işlerine dönmenin davranışlarını sergileyeceklerdi. Sonrada ölülerin sarındığı ikinci kefene, yani unutulup gitmeye bürünecekti. Bu kaçınılmaz bir sondu.
Böyle dalmışken bir fren sesi ve kedi miyavlamasıyla, irkildi. Az ötede, kedinin cansız bedenini gördü. Kim verecekti kedilere trafik bilgilerini, hayatlarıyla ödüyorlardı, karşıdan karşıya geçmeyi. O sadece, gecelerin emzirdiği kaldırımlarda yürüyordu. Bir esmer kadına benziyordu, kaldırımlarda gece. Derin bir vecd içinde, derin bir trans halinde, başı dimdik hayalini sürüklüyordu. Simsiyah gözlerine, bir an gözleri değince, yolunu gözleyen bu esrarengiz adam ona; “ Haydi düş peşime!” diyordu. Caddeleri pırıl pırıl, lambaları ışıl ışıl, nice kara şehirler biliyordu.
Camileri hınca hınç dolduran nice namaz kılmayanlar biliyordu. Sağına soluna selam verince, nice şeytan başı kılığında namaz kılanlar görüyordu. Her öğle ikindi namazları çıkışında, ömür boyu yeşilin her tonunda giyinip te, Allah’ın evine ilk kez gelen, yeşil örtülü tabutlar biliyordu. Tabutun içinde, musalla taşındaki namaz kılınmayı bekleyen mevta, bir anda ona ayan beyan oluyordu.
Yürüyordu, hep yürüyordu, kaldırımlardaki o esmer gecede. Onu göğsüne alıp sıkmak, sıkmak istiyordu. Bir türlü yetişemiyordu ona, fecre kadar ardından yürümesine rağmen. Çünkü ondan bir temas gibi, yağmur kuşlarıyla esen rüzgâr, bu esrarengiz adamı bürümüş, onu etten bir kalıba dönüştürürken, gecede bir ince ruh olup çıkmıştı. Adam ardından, bir kahkaha duysa veya pencerelerde soyunan bir karaltı görse, onu bir başkasına bağlanıyor sanarak yaralanıyordu. Geceyi öylesine somutlaştırmıştı içinde. İstiyordu ki, bir elem, acı duymasın içine akıttığı gözyaşlarından. Bir gün, rahat bir döşek serince yerin altı, gece zaten gerçek bir yar gibi, başının ucundan nasıl olsa, hiç kalkmayacaktı.
Yürüyordu hep yürüyordu kaldırımlardaki o esmer gecelerde. Biliyordu bu kaldırımlar kadar onu anlayan olmayacaktı. Ne de onun anladığı kadar kaldırımları.
Günlerdir “Ya Vedud! Ya Vedud! Ya Vedud!” çekiyordu. Sükût suretinde diyordu ki;
- “Ey kullarını çok seven ve salih kulları tarafından çok sevilen ve gönüllerde sevgi yaratan Allah’ım! Sonsuz muhabbete yegâne layık olan, tüm yaratıklarını seven ve onların iyiliğini isteyen ve iyi kullarını seven onları rahmet ve rızasına erdiren, aşkın kaynağı olan Allah’ım!”
Çağdaş yaşamımızda, sevgi ve muhabbete, çok az yer olduğunu düşünüyordu. Aşk istiyordu, bu yüzden de Allah’ın Vedud ismiyle, kırk gündür çalışıyordu.
Islak karanlığa sarınıyordu yollar. Elleri yağmuru kolluyordu, O’nun sevgisiyle. Gecenin esmerliğinde, kalbini kanatan gonca bir güldü. Mümbit kelimelerde ruhunu aydınlatan bir tehlil’di. Bir taraftan ortaçağın gizemli dehlizlerinde gezinildiği gibi, koca metropol şehri dolaşıyordu. Ama bir taraftan da sıkı sıkı tutunuyordu, kendini kente karışmaktan alıkoymaya.
Bu düşünceler içinde yol alırken, kutsal mesajın anlamı beyninin derinliklerinde yankılandı:
“İman edip, İslam’ı adamakıllı yaşayanlar için Rahman, gönüllerinde bir sevgi yaratacaktır.”
Doğru dürüst oldukları için başlangıçta deli mecnun addedilen, mutluluk çağının o güzel insanlarına, zamanla insanların, saygı ve sevgi göstereceğini müjdeliyordu. Tek şart; iman ve adamakıllı Müslüman olmaydı. Herhalde bugünün Müslümanlarına, tüm insanlığın, saygı ve sevgi duymamasının nedeni, adam gibi inanmayı becerememeleriydi. Kendisi de eski bir mücahit iken, müteahhit olup parayla, adeta dans eden değil miydi? Namazlarını da kılmıyor muydu? Hele cumaları, hiç geçirmiyordu. Ama hayatında da, sevgiye hiç yer yoktu. Tam bir kapitalist olup çıkmıştı.
Adeta Peygamberimize ağıt yakıyordu yüreği:
Modern zamanlarda
Yaşıyoruz ya Resulullah!
Modern toplumlar,
Rekabet ve başarı diyalektiği
Üzerinde yükseliyor.
Manevi dünyamızı,
Kaba, saba ve başıboş,
Bir çekim alanına dönüştürüyor.
Herkes de sanki doğuştan
Öğrenilmiş bir cimrilik,
Öğrenilmiş merhametsizlik.
Kendi zindanımız için,
Ördüğümüz duvarlar;
Öğrenilmiş bencillik.
Yok edilen insanlar,
Yitirilen insanlıklar,
Modern çağın
Lisanında şiddet,
Sevgiye muhtaç,
Bakıcıya emanet
Çocuklar var.
Sınırlı vakti ve işi olan
Anneler var.
Huzurevlerinde
Devletin asık suratlı
Şefkatini gören,
Yavrularının
Şefkatini göremeyen,
Annelerin anneleri var.
Bu toplumda
Herkes inanıyoruz diyor,
Ya Resulullah!
Teknolojinin ihtişamında
Habire dünyevileşiyoruz.
Sorumluluklarımızı unutuyor,
Unutturuyoruz.
Her şeyi kurumlara havale ediyoruz.
Açları aşevlerine,
Hastaları sosyal sigortalara,
Yetim ve öksüzleri, çocuk esirgemeye,
Resmi bir kuruma dönüştük:
Bu duygu ve algılarla nereye?
Bu kentler ateist değil ama
Sağcısı da solcusu da,
Müslümanı da,
Kapitalist Efendim!
Kendi kendine Fuzuli gibi konuşuyordu işte, söylese tesiri yoktu, sussa gönlü buna razı değildi. Bazı insanlar söyleyeceği çok şeyler varken, susmayı tercih ederlerdi. Çünkü çok iyi bilirlerdi ki, onları anlayan birileri yoktu. Bu yüzden konuşmasa da içinde fırtınalar kopuyordu. Hem de bu fırtınalar, kasırgalar dur durak bilmiyordu. Bir gün uzun yola gitmeye hüküm giymiş bir aşk mahkûmuydu o. Tabiri caizse bir deliydi o. Sevdiği bir başka diyara göç etmişti, bunun için hep yollardaydı. Aşk şehrine doğru yola çıkmıştı, yani Aşkâbad’a gidiyordu, ama Aşkâbad, onun içindeydi.
Aşk, bir başkaldırıydı ve tüm engelleri ve setleri yıkan coşan seldi. Aşk ayrımcılıktı. Şems’ül aşk, bir şiirinde öyle demiyor muydu?
Sanma şafaklar söküyor,
Sinemdeki bu yangınlarda.
Sanma belalardan kurtuluyorum,
Bana, can alan gamzenle baktığında.
Önce aşkın girdi kapımdan,
Ayırdı beni her şeyden,
Herkesten.
Aşk çöllerinde,
Yol alırken hasret kervanım.
Özlem rıhtımında,
Gün akşam olurken.
Atamamışken seni,
Aşk suyuna.
Boğuldum,
Bir aşk çeşmesinin,
Tasında.
Bir şeyi arıyordu, ama neyi aradığını bile bilmiyordu. Aradığını bile bilmeden, gezinip duruyordu. Aşk böyle bir şeydi. Bu dünyada yapayalnızdı, bundan sonra da bu yalnızlık devam edecekti, ama yalnızlıktan artık hiç korkmayacaktı. En büyük korkusu yalnız kalmaktı. Aşkı ona, yalnız olmanın nasıl bir şey olduğunu öğretmişti. Yalnızlığı zaten aşktan başka insana ne öğretebilirdi ki? Yerdeki çamuru değil de, gökteki yıldızları gördü. Nihavent makamındaki o eseri seslendirmeye koyuldu:
Gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar,
Yeryüzünde sizin kadar yalnızım.
Bir haykırsam belki duyulur sesim,
Ben yalnızım, ben yalnızım, yalnızım.
Kaderim bu böyle yazılmış yazım,
Hiç kimsenin aşkında yoktur gözüm.
Taşa geçer kendime geçmez sözüm,
Ben yalnızım, ben yalnızım, yalnızım.
Tatmadığım zevk kalmadı dünyada,
Hangi kalbe girdimse kaldı izim.
Bir haykırsam belki duyulur sesim,
Ben yalnızım, ben yalnızım, yalnızım.
Çocukluk aşkı Leyla, yıllar önce bilmediği bir kente göç etmişti. Ona minicik dudaklarından, evrensel bildiriyi sunmuştu. Doğrusu kutsal metinleri anlamasa da, ruhunda derin izler bırakmıştı. Sonra her ikisi de, ayrı trenlerde hayata yol alırken, yollar aşklarına gölge düşürmüştü. Ahmet Hamdi de, Leyla da, birbirlerinden habersiz çoktan evlenmiş, çoluk çocuğa karışmışlardı.
Ama Ahmet Hamdi’nin bu aşkı hiç bitmemiş, tek kişilik yaşanan türdendi. Herkese ve her şeye rağmen güncelleniyordu. Âşık olunan sevgili, aşk karşısında artık önemsizleştiği bir mekânın adıydı o. Aşk her daim tek kişilikti. O tek kişilik aşklar, derin ıssızlardaydı. İnsanı büyüten aşklar, gerçi günümüzde kalmamıştı her neyse. Şimdilerde aşk acelenin ta kendisiydi. Issızlığın değil, yoğun kalabalığın, yavaş yavaş yürümenin değil, avmlerde, geniş ve gösterişli caddelerde, bulvarlarda koşuşturmacanın adı olmuştu aşk. Bir tramvay durağından diğerine varıncaya kadar kısa sürüyordu şimdilerde aşklar. Öyle ki, bir valizini bile toplamaya gereksinim duymuyor aşklar, o derece acelesi var. Ne oldu? Bir dakika, bile demeden. Sanki tabakhaneye, şey yetiştirecekler.
Klavyenin tuşlarına basan, parmak uçlarına kadar inceltmişlerdi, aşkları. Sanki eşya ile insanlar rolleri değişti. Malum eşya incelikten, insan kalınlıktan kopardı ya. İşte bu sözü somutlaştırmışlardı, aşkları pamuk ipliğine çevirmişlerdi.
Aşk tek kişilikti, oysa yalnızlık iki kişilik. Aşk öyle bir çöldü ki, aşk ve âşık olandan başka kimsenin su bulamadığı bir vahaydı. “Yalnızım, ben yalnızım” diyen Hikmet Münir Ebcioğlu, şarkısını yazarken farkında değildi galiba âşık olmadığını dile getirmekten. Çünkü yalnızlık, birinin noksanlığıydı. Kendi eksikliğini gidermek için, birini arardı hep yalnızlar. Oysa aşk öyle miydi? O tek kişilik bir ülkeydi. Orası ne de olsa Aşkâbad’dı. Tek kişilik yaşanacaktı.
Böyle derin düşüncelere dalmışken, birden karşısına bembeyaz sakallı nur yüzlü bir dede peyda oldu. Bir elinde de bir güvercin vardı. Güvercinin yeşil bir gerdanlığı vardı. Kuşcağız meraklı bakışlarla etrafı süzüyordu. Esrarengiz adam caddeden akan insan seline hitaben;
“ Ey insanlar kendimi arıyorum. Gören var mı?” deyince, Ahmet Hamdi’nin kafasında şimşekler çaktı. İlginç bir soru ile karşılaşınca;
-Bir dakika dedem, bu da ne demek şimdi? Dedi.
Esrarengiz adam, heybesini indirdikten sonra, sağ elini Ahmet Hamdi’nin omuzuna koyarak, ağır ağır anlatmaya başladı:
“-Bak evlat! Hoca Nasreddin, bir gün kervana katılıp, tıpkı senin gibi uzun bir yolculuğa çıkmış. Sefer esnasında kaybolmamak için, beline bir kabak bağlamış. Yolda konaklayacakları bir yere gelince, hoca belindeki kabağı çözüp yatağının kenarına koymuş. Muzip bir adam da, sabahleyin erkenden, herkesten önce kalkıp, kabağı aşırıp, kendi beline bağlar.
Nasreddin Hoca, sabahleyin uyanınca kabağı arar, ama bulamaz. Bir süre sonra, kabağı başkasının belinde görür. Son derece şaşırarak, yanındaki arkadaşlarına:
-Ben şu adamım! Amma acaba ben kimim?” diye sorar. Nasreddin Hoca, bir insanın ömrü boyunca kendisine sorması gereken en önemli soruyu dile getirmiştir. Hocanın belindeki kabak nefsini ve nefsinin isteklerini simgelemektedir. Hoca beline astığı kabağı başka birinde gördüğü zaman kendi özelliklerini o zatta görmüş, böylece o kişi Hocaya ayna olmuştur. İnsana ayan beyan olan şeytan, köpek, domuz suretindekiler, aslında onun nefsidir. Kimseyi küçük görme evlat! Zina edeni, içki içeni dahi küçük görme. Üstlerinde bir şeyleri yoksa paltonu üstlerine atıver evladım! Atıver evladım! Sarhoşun mezesinden alırken, bu helalle, haramı niye karıştırırsın be gardaşım deyiver evladım! Deyiver evladım! Aşk sanatında birinci incelik, kendini bilmektir. İlim ilim bilmektir. İlim kendini bilmektir. Sen kendini bilmezsin bu nice okumaktır. Dört kitabın manası, kişi Hakkı bilmektir. Çün okudun bilmezsin. Ha bir kuru emektir. Yunus Emre der Hoca. İsterse var bin hacca. Hepisinden iyice, bir gönüle girmektir. ”
Ahmet Hamdi şimdi daha iyi anlıyordu, bu Kuşçu Dedenin anlattıklarından, namazlarda selam verirken veya tabutlarda gördüğü o şeytan, köpek, domuz türünden başların aslında kendi nefsi olduğunu, gördüklerinin kendisine ayna tuttuğunu.
Kuşçu Dede, heybesini omuzuna alıp, şehrin dışındaki dağa doğru yürümeye başladı. Ahmet Hamdi öylece arkasından bakakaldı. Yağmur çoktan dinmiş, bulutların ardından yıldızlar gözükürken, ay dede de, tüm sevimliliğiyle gülümsüyordu.
Şemsettin ÖZKAN
11.11.2025 GÜZELYALI
KAYNAKLAR
1-kuran.diyanet.gov.tr
2-kuranmeali.com
3-pixabay.com
4-Şemsettin ÖZKAN, AŞKABAD (Aşk Sanatı) adlı henüz basılmamış romanımdan alıntı