SENİ SEVDİĞİME DAİR BENDEN DELİL İSTEME

(Toplumsal İlişkiler 279)


يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اسْتَج۪يبُوا لِلّٰهِ وَلِلرَّسُولِ اِذَا دَعَاكُمْ لِمَا يُحْي۪يكُمْۚ وَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِه۪ وَاَنَّـهُٓ اِلَيْهِ تُحْشَرُونَ
Ey iman edenler! Allah ve Elçisi, bireysel toplumsal, kültürel, ekonomik, siyasi, ahlâkî… yönlerden yeniden dirilişinizi sağlayacak bir konuda size çağrı yaptığında, bu çağrıya mutlaka uyun! Şunu iyi bilin ki, Allah, kişi ile kalbi arasına girer ve onu, itaatkârlığı sayesinde günaha düşmekten koruyup iyiliklere yönlendirir. Unutmayın ki, hepiniz eninde sonunda ölümü tadacak ve yaptıklarınızın hesabını vermek üzere O’nun huzurunda toplanacaksınız.” (Enfal/24)

Hz. Mevlana; “benim seni sevdiğime dair benden delil isteme! Zira kalpten kalbe bir yol vardır. Sen kendi kalbine bak! Eğer sen beni seviyorsan, ben de seni seviyorum demektir,” demekle Arapların mine’l kalbi ile’l kalbi sebila dedikleri şeyi mi söylemeye çalışıyor?

Hz. Mevlana’nın oğlu Sultan Veled’e vasiyeti şöyledir: “Ey Bahaeddin! Eğer düşmanını sevmek ve onun da seni sevmesini istiyorsan, ona kırk gün boyunca güzel şeyler söyle; senin arkadaşın olacaktır. Çünkü dilden kalbe giden bir yol vardır, tıpkı kalpten dile giden bir yol olduğu gibi.

Onaltıncı Kural ne diyor:
Kusursuzdur ya Allah, O’nu sevmek kolaydır. Zor olan hatasıyla sevabıyla fani insanları sevmektir. Unutma ki kişi bir şeyi ancak sevdiği ölçüde bilebilir. Demek ki hakikaten kucaklamadan ötekini, Yaradan’dan ötürü yaradılanı sevmeden, ne layıkıyla bilebilir, ne de layıkıyla sevebilirsin.

İnsan aynaya bir bakmalı, başkalarını ne kadar seviyor? Ondan sonra da sevilmenin hesabını. Ama önce sevmek olmalı. Gelin Kitab-ü Usul-i’l Aşk ŞEMSABAD adlı tarihi romanımızdan Hz. Mevlana’nın ölen eşinin mezarını ziyaret ettiğinde ona duygularını nasıl arzettiğini görelim:

Hz. Mevlana, on sekiz yaşında iken evlendiği, uzun yıllar birlikte olduğu, kendisine Sultan Veled ve Muhammed Alaeddin gibi, iki çocuk veren Semerkand’lı Lala Şerafeddin’in kızı, eşi Gevher Hatun, vefat edeli bir hayli zaman olmuştu. O hayatta iken asla üstüne biriyle evlenmemişti. Onun mezarının başında, derin bir tefekküre dalmıştı:

Allah kadını, erkek onunla rahat etsin, ona eş olsun diye yarattı. O halde Âdem Havva’dan nasıl olur da ayrı olabilir? Havva ’sız nasıl yaşayabilir? Erkek yiğitlikte Zaloğlu Rüstem olsa, cesarette Hz. Hamza’dan bile ileri geçse, hükmetmek hususunda kendi karısının esiridir. Âlemi güzel tatlı sözleri ile mest eden, kendine bağlayan Hz. Peygamber bile ‘Ey pembe beyaz kadın, benimle konuş!’ diye hiddetlenen eşine niyazda bulunurdu.’ İnşallah dünyalar güzeli, gönüller güzeli eşimde benden razı olmuştur. Onu Allah şahidim olsun ki hiç üzmedim. Hakkını inşallah helal etmiştir. Şu anda yanımda değil ama o hep gönlümde.” Onu çok ama çok arıyordu.

Ahlak, yüz güzelliği ve incelikte eşi olmayan Gevher Hatun, gerçekten mübarek bir kadındı. Onunla kendisi, su ile ateşin haline benziyordu. Yani su kendisi, ateş eşiydi. Aslında su, ateşi söndürebilme kudretinde olmasına rağmen, aynı su, bir kap içinde bulunursa, ateş onu kaynatırdı. Öyle ki, bir damlası kalmayıncaya kadar buhar haline getirip havaya karıştırırdı. Görünüşte su gibi olan erkek, kadına hâkim bir durumda ise de işin iç yüzü böyle değildi. Ateşin harareti gibi, Gevher Hatun’un sevgisi ve cazibesi onu kaynatıp coşturmuş ve eritmişti. Kadınlar zaten tam adam olanlara her zaman galiptiler. Kadınları mağlup edenler sert, haşin kaba saba adamlardı. Gerçek erkekler, kadın ateşinde mum gibi erimeye mahkûmdular. O da gerçek bir adamdı. Bu mübarek kadının karşısında ateşin üstünde bir kapta buharlaşan bir su gibiydi. Kadın bilene nefesti, bilmeyene ise onu günaha sokan bir nefs’di.

İnsan varlığında da ruh, su gibi saf ve şeffaftır. Buna karşın nefis, ateş gibi yakıcı ve kaynatıcıdır. Bunun için değil midir ki ateşi, ruh suyunu kaynatarak, ondaki ruhani inceliği, vücudun yoğunluğu içine dağıtıp, ruhu, nefse tabi hale kor. Ruhun ateş üstüne konmuş bir kaptaki su gibi kaynatması bu yüzdendir. Yine bu yüzdendir ki, dünyada kadını arzu eden erkek, görünüşte ona hâkim fakat hakikatte hem kadınına hem de yine dişi tabiatlı olan nefsine mağlup ve mahkûmdur. Çünkü erkek hayatta olduğu müddetçe kadınsız olmaz ve olamaz.

Aslında bu vasıflar sadece insanda vardır. Çünkü akıl ve aşk yalnız insana mahsustur. Hayvanda akıl yoktur. Aşk ise tam değildir. Türlü eksiklikler içindedir. Akılda ve aşkta bu noksanlık yüzündendir ki, çoğu hayvan dişisinin mağlubu olmaz.

Bunun içindir ki, Hz Muhammed (s.a.v); ‘Kadınlar akıl ve gönül sahibi erkeklere hükmeder’ buyurmuştur. Gerçekte budur. Akıllı ve ince ruhlu bir erkek, kadınlara karşı daima anlayışlı ve şefkatli olur, onlara sertlikle davranmaktan çekinir, onları kırmak ve incitmek istemez. Buna karşılık cahil ve akılsız erkeklerdir ki, kadınları ezerler, onlara karşı sert ve kaba olurlar. Çünkü onların doğasında hayvanlık üstün gelir.

Aşk ve ruh inceliği, insanlara mahsus sıfatlardır. Sertlik ve şehvet ise hayvanların sıfatıdır.

Bu demektir ki, insanın sevdiği kadına karşı duyduğu aşk ve cevri cefasını çekmesi boş değildir. Çünkü kadın, Allah güzelliğinin yeryüzüne vurmuş bir nurudur. Sadece sevgili değildir.”

Mevlana kadınlar ne büyük varlıklardır, bizim için; annedirler, bizim için eştirler, bizim için kızımızdırlar hâsılı toplumdurlar diye düşünürken, etrafındakiler de uzun süredir kadınsız yaşamanın, peygamberimizin; “Neha an’it tebettüli” yani ‘Allah resulü bekâr yaşamayı yasakladı’ buyurmuyor mu? Hadisini hatırlatıyorlardı.

Ama kiminle, nasıl olacaktı? Küfüv, yani dengini nasıl bulacaktı? Ön ayak olanlar olacak mıydı? Hiçbir şey bilmiyordu? Gevher Hatun’un yerini doldurabilecek miydi? Çocukları yeni geleni kabullenecek miydi? Sorular soru içinde her şey çok karışıktı. Sadreddin Konevi, dul yaşayan birinden söz etmişti. Herhalde çocuğu da vardı. Hatta sonradan Müslüman olmuş Rum mahallesinde oturduğunu, kocasından kalma bir evde kaldığını, adının da Kerra Hatun mu olduğunu söylemişti? Münasip bir zamanda dünür olarak teklif edip gitmeyi söylemişti. Öylece bekliyordu işte. Allah, kusursuz olunca, onu sevmek kolaydı. Asıl zorluk, hatasıyla sevabıyla fani insanları sevmekti. Kişiler, ancak sevildiği ölçü de bilinebilirdi. Gerçekten kucaklamadan ötekini, Yaratan’dan ötürü, yaratılanı sevmeden, ne layıkıyla bilebileceğiz, ne de layıkıyla sevebileceğiz.

Şemsettin ÖZKAN

08.03.2021 KONYA

KAYNAKLAR

1-kuran.diyanet.gov.tr

2-kuranmeali.com

3-1000kitap.com

4-Şemsettin ÖZKAN, Kitab-ü Usul-i’l Aşk ŞEMSABAD adlı tarihi romandan alıntı

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir