ÖYLE PUSLU Kİ HAVA ŞEYTAN BİLE MÜSLÜMAN MİNTANI GİYİYOR

(Toplumsal İlişkiler 186)


يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اِنَّ وَعْدَ اللّٰهِ حَقٌّ فَلَا تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا۠ وَلَا يَغُرَّنَّكُمْ بِاللّٰهِ الْغَرُورُ
Ey insanlar! Allah’ın yeniden dirilme vaadi haktır, gerçektir; öyleyse, sakın şu dünya hayatının sahte cazibesi sizi aldatıp Allah’a kulluktan alıkoymasın! Hele hele o aldatıcı şeytan ve dostları, Allah’ın ayetlerini çarpıtarak veya Rabb’inizin şefkat ve merhametine güvendirerek sizi Allah ile aldatmasın!” (Fatır/5)

Öyle puslu ki hava şeytan bile Müslüman mintanı giyiyor”

sözünü rivayet olunur ki; Kazım Karabekir Paşa 1918’ de Arabistan’lı Lawrence Müslüman giysisiyle çektirdiği o malum resmi üzerine söylediği şeklindedir. Ancak her ne olursa olsun bu söz her dönem için bu şartlara uyan durumları anlatmıyor değil! Müslümanları ciğerinden yaralayanlar inanın dışarıdan oryantalistlerin söylemleri değil, içten yıkanlar ah… Adam Kur’an’ı öğretmekle memur bir akademisyen ama o Kitabın ahkam ayetlerini örneğin tesettürü, faizi vb şeyleri anlatacağı yerde, Kur’an’ı akıl fikir yoksunu, Kitaba sövmekle meşgul, tarihin derinliklerine tarihsellik falan filan diyerek aklı sıra gömmekle iştigal etmekte. Medya bu duruma sessiz. Anlaşıldı bu dini yine milletin çocuğuna dinini, imanını öğretsin diye maaşını verdiği bu tip aydınlar, akademisyenler değil, bu işe el koyan millet koruyup kollayacaktır. Son günlerde bu zat hakkında gazetelere haklı olarak şu tepkiler yansıdı:

Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Mustafa Öztürk’ün, Kur’an-ı Kerim ile ilgili yaptığı konuşmada, ayetlerden örnek vererek “Bu Allah’ın dili olabilir mi? İnsani dil olamaz mı? Olabilir” ifadesini kullanması çok tepki topladı.

İlâhiyatçı İhsan Şenocak, “Kur’an-ı Kerim’in -hâşâ- Allah Rasulü tarafından uydurulduğunu iddia eden tarihselciler, din ve diyanet alanında entellektüel çapta nasıl Türkiye’nin en yıkıcı hareketi haline geldi ?” dedi.

İlahiyatçı Ebubekir Sifil’de tepkisini şöyle dile getirdi: Dünküler de Hz. Peygamber’i ‘Kelam’ın sahibi olarak gördüğü için ‘Bu Kur’an’ı götür, başkasını getir ya da bunu değiştir’ (10/15) diyordu. Ruh hali aynı. Hz. Musa ve Hz. İsa ümmetlerini Yahudileşerek, Hristiyanlaşarak ‘vahyi’ tahrife götüren de bu psikolojiydi. Modern çağın panteonları dilediğinizi seçip gönlünüzce tapınacağınız tanrılarla dolu. “Olmadı kendi putunuzu kendiniz de yontabilirsiniz. İslam’dan, Kur’an’dan uzak durun, düşün artık bu ümmetin yakasından!…”

İlâhiyatçı Prof. Dr. Mustafa Karataş: “Mustafa Öztürk ya Allah’a dil ve üslup dersi vermeye çalışıyor ya da Kur’ân’ın ilgili âyetlerinin Kur’ân’a eklendiğini iddia ediyor. Her iki durumda da tefsir dersi vermesi caiz değildir,” dedi.

Konu ilahiyat camiasının olunca elbette İlahiyatçılara söz vermek gerek. Prof.Dr. Orhan Çeker de şunları söylüyor:

Perşembe’nin gelişi Çarşambadan belli idi. Bu ümmetin alimlerine aşırı iftiralarla çatmaya başladığı an nihayet sıra Kur’an’a gelecek demiştim. Önce alimler sonra hadisler yani Peygamberimiz (s.a.v) ve sonra Kur’an’ın manasını hedef tahtası yapmak gibi lanetlik bir üslup. Son nokta: Kur’an’ın sözleri ‘ALLAH’a ait değil’ mel’un zırvası. Bu noktaya geleceği ayna gibi belli idi. Kafir güruh da aynı çizgiyi takip etmektedir. İMDİ bu çizgi üzerinde olanlar bilsinler ki, İslam’i tahrif ediyorlar ve şeytana bedava askerlik yapıyorlar. Kendileri farık mümeyyiz iseler tevbe etsinler yoksa sonu cehennem. Farık mümeyyiz değil iseleren kısa yoldan tedavi olsunlar.

Son olarak şunu söylüyorum bu şahsın Kur’an’ı tarihsel bir bakışla vahyedildiği çağa hapseden anlayışıyla ilgili bir kitabını alıp okumadım, okumayacağım ve kimseye de tavsiye etmem. Televizyon programlarındaki tartışmalardan tanıyorum kendisini. En sonunda da bu Kur’an’a şüpheyle bakan zırvasıyla daha da çok tanındı. Diyeceğim ey kendini akıllı, estetik, en iyi Müslüman zanneden madem Kur’an’dan şüphelisin, o zaman nasıl Müslüman kalabilir insan? Din, iman şüpheyi kaldırır mı? Bu kuşkularınla hâla inandığını söylersen inanmış oluyor musun? Müslüman demek Allah’a, Peygamberine, Kur’an’a katışıksız teslim olan demek değil mi?

Şemsettin ÖZKAN

06.12.2020 KONYA

KAYNAKLAR

1-kuran.diyanet.gov.tr

2-kuranmeali.com

3-yenisafak.com.tr (03.12.2020 Haber Merkezi, Aktüel “Mustafa Öztürk’e Büyük Tepki Bu Kimin Hocası” başlıklı yazı)

ÖYLE PUSLU Kİ HAVA ŞEYTAN BİLE MÜSLÜMAN MİNTANI GİYİYOR” için 3 yorum

  1. Kur’an-ı Kerim – Diyanet İşleri Başkanlığı

    Hicr Suresi – 9 . Ayet Tefsiri
    Ayet
    اِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَاِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ ﴿٩﴾
    Meal (Kur’an Yolu)
    ﴾9﴿ Kesin olarak bilesiniz ki bu kitabı kuşkusuz biz indirdik ve onu mutlaka koruyan da yine biziz.
    Tefsir (Kur’an Yolu)
    Zikir kelimesi, sûrenin ilk âyetinde geçen ve ikisi de özellikle Hz. Peygamber’in muhatap olduğu ilâhî vahiy için kullanılan Kur’an ve kitabı ifade etmektedir. Bu sebeple burada zikir kelimesini vahiy diye çevirmeyi uygun bulduk.

    Yukarıda 6. âyette müşrikler alaylı bir ifadeyle, Hz. Muhammed’e vahiy diye bir şey gelmediğini ima etmişler ve onun bir mecnun olduğunu, dolayısıyla vahiy dediği sözlerin Allah’tan değil cinlerden geldiğini veya söylediklerinin hakikatle ilgisi bulunmayan deli saçması olduğunu ileri sürmüşlerdi. İşte burada “Kesin olarak bilesiniz ki bu vahyi kuşkusuz biz indirdik ve onu mutlaka koruyan da yine biziz” buyurularak onların bu iddiası açıkça reddedilmektedir. Şu halde burada “zikir”den maksat vahiy, korumadan maksat da vahiy sürecinde âyetlerin ilâhî olma özelliğini bozacak şekildeki herhangi bir dış etkiden vahyin korunmasıdır. Böylece –bağlamı da dikkate alındığında– âyette esas itibariyle müşriklerin vahye yönelik itirazları reddedilmekte, vahyin Allah’tan geldiği ve ona asla herhangi bir ilâvenin söz konusu olmadığı ve olamayacağı bildirilmektedir.

    Bununla birlikte Taberî, âyeti “Biz muhakkak ki Kur’an’ı koruyup içine onun aslında bulunmayan bir ifadenin, bir yanlışın karışmasını veya hükümlerinde, hadlerinde, farzlarında bir eksiklik meydana getirilmesini engelleyeceğiz” şeklinde açıklamış (XIV, 7); âyetteki korumayı münhasıran gelecekte vuku bulması muhtemel bir müdahaleye karşı koruma şeklinde anlayan bu yorum, müfessirlerin ve diğer âlimlerin büyük çoğunluğunca da benimsenmiştir. Buna göre daha önceki kutsal kitapların mâruz kaldığı ve genellikle tahrif terimiyle ifade edilen eksilme, değişme, bozulma, kaybolma gibi haller Kur’an’ın başına gelmeyecek; Kur’an, Peygamber’e geldiği şekliyle kıyamete kadar varlığını ve orijinalitesini koruyacaktır. Çünkü Kur’an’ı resulüne indiren Allah, onu koruyacağını da vaad etmiştir ve O’nun vaadi haktır, kesindir. Nitekim, yazılı kültürün yaygın bulunmadığı bir ortamda gelmiş olmasına rağmen, Allah’tan geldiği ve yazıya geçirildiği şekliyle korunabilmiş tek kutsal metin Kur’an’dır. Peygamber’in ağzından söz olarak dışa yansıdığı günden bugüne kadar bütün müslümanlar Kur’an’ı korumayı en kutsal görev bilmişler; başlangıçta daha çok ezberleyerek, sonraları da hem ezberleyip hem de yazıya geçirerek aslî şekliyle bugüne aktarılmasını sağlamışlardır. Her türlü yazım imkânlarının geliştiği, özellikle bilgisayar ortamının doğduğu günümüzde ve bundan sonraki dönemlerde ise kuşkusuz Kur’an metninin korunması daha kolay olacaktır.

    Bu âyetin, sûrelerin başındaki “besmele”lerin ilgili sûrenin bir parçası ve dolayısıyla ilk âyeti olduğuna güçlü bir delil teşkil ettiğini düşünenler olmuştur. Aksi halde bunların o sûrelerin başına sonradan eklendiğini kabul etmek gerekir ki böyle bir ekleme de konumuz olan âyetin hükmüne aykırıdır (Râzî, XIX, 166). Ancak bunun Kur’an’ın korunmuşluğu üzerine aşırı hassasiyetten kaynaklanan isabetsiz bir yorum olduğu kanaatindeyiz.

    Âyetin “…ve onu mutlaka koruyacak olan da yine biziz” kısmında, korunacağı bildirilenin Hz. Peygamber olduğuna dair görüşler de vardır. Nitekim yüce Allah, son derece elverişsiz şartlar içinde ortaya çıkıp İslâm’ı yaymaya çalışan resulünü pek çok zorluğa, amansız düşmanların baskı ve zulümlerine karşı korumuş ve sonuçta hiçbir peygamberin ulaşamadığı genişlikte başarılar gerçekleştirmesini sağlamıştır. Kuşkusuz Peygamber’in korunması, dolaylı olarak vahyin de korunması anlamını içerdiğinden her iki yorumu birleştirmek mümkündür.

    Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 335-336

  2. Yoksa Kurân’ı “Peygamber uydurdu” mu diyorlar? Onlara de ki: “O halde, eğer iddianızda samimi iseniz, uydurma olarak, siz de onun (sûreleri) gibi on sûre getirin ve gücünüzün yettiği Allah’tan başka kimseleri de yardıma çağırın”. (Hûd: 13)

  3. İLAHİYATLARA DAİR
    -III- Prof M. Said ŞİMŞEK

    İslam düşüncesi çok erken dönemde lafız-mana meselesiyle karşılaştı.
    Mutezile daha çok dışa karşı İslam’ı savunuyordu. Zaten mutezilenin çıktığı bölge de bunu gerekli kılıyordu. Mutezili Nazzam’ın Kur’an’ın icazına dair risalesinin ardından Kur’an’ın i’cazının lafzında mı manasında mı olduğu meselesi ortaya çıktı. Bir kısmı lafzında yani nazmında olduğunu söylerken bir kısmı da manasında olduğunu söyledi. Tarafların tartışmaları sonunda uzaklaşma değil yakınlaşma oldu. Nazmında olduğunu söyleyenler manaya da yer vermeye başladı. Manasındadır diyenler de nazmı ihmal edilmemeli demeye başladı.
    Bir bütün olarak acemler mana yönündeydi, Araplar da nazım yönündeydi diyemiyoruz ama genelde durum böyleydi. Çünkü Araplar nazmından daha çok etkileniyorlardı.
    Mesela Ebu Hanife İ’cazın anlamda olduğunu söyleyen tarafta idi ve bu nedenle başka dilde namaz kılmayı kabul etti. Öğrencilerinden Ebu Yusuf ve İmam Muhammed kişi, Kur’an’ın Arapçasını öğreninceye kadar başka dilde kılabilir demişlerdir. Daha sonra Ebu Hanife’nin görüşünden vazgeçtiğini söylese de sonraki asırlarda yazılan bazı Hanefi fıkıh kitaplarında başka dilde namazı caiz görenler olmuş, bazıları da kerahaten caiz demişlerdir.
    Kur’an’ın icazının manasında olduğunu ve başka dilde namazın caiz olduğunu söyleyenler, lafzın ilahi olmadığı görüşünde olduklarını hatırlatıyorsa da bu görüşte olduklarını söyleyen bir kaynak görmedim.
    Yine kelamcılar uzun müddet Kur’an’ın mahluk/yaratılmış olup olmadığını tartıştıktan sonra en azından önemli bir kısmının Kur’an’ı Kelam-i nefsi ve kelam-i nutki diye ayırıp nefsi olanının gayr-i mahluk, nutki olanın mahluk olduğunu söylerken bunun ilahi olmadığını mı söylemek istiyorlardı böyle bir kayda da rastlamadım. Doktoramın konusu sebebiyle bu konularda epey okumalarım var. Yalnız o dönemlerde internet ve arama motorları yoktu. Bugün için bu hususlar rahat araştırılabilir ama bende o şevk kalmadı. Neden diye sorarsanız insanları gerçeklerden çok başka şeyler yönlendiriyor. Yine de birkaç samimi kaldıysa onlar için uğraşıp duruyorum.
    Çağımızda bütün milletler için yönlendirici en etkin etken milliyetçiliktir.
    Sosyal meselelerde yönelimi etkileyen tek bir sebep olmayabilir ama tarihselcilik, başka dilde namaz ve hadisleri tümden reddetmenin temel sebepleri arasında milliyetçi duygular yatmaktadır.
    Tarihselciler, “tarihin belli bir döneminde kaba-saba bedevi Araplar için inmiş hükümler bizi niye bağlasın ki”; başka dilde namazı savunanlar, Araplık ibadetimizde bile bizi bırakmıyor”; hadisi bütünüyle inkâr edenlerin inkârlarında ravilerin ilk rivayet halkalarının Araplardan oluşmasıdır.
    Mustafa Öztürk ve hem daha önce hem de günümüzde onun gibi düşünenlerin iddia ettikleri gibi Kur’an’ın manası Allah’tan, lafızları Peygamberden midir?
    İleri sürdükleri deliller:
    1. Kur’an Peygamberin kalbine indirildiğine göre mana indirilmiştir.
    2. Hakka suresinin 40. Ayeti olan: “Kur’an değeli bir elçinin sözüdür” ayetiyle aynı lafızlarla olan Tekvir suresinin 19. Ayeti.
    3. Öztürk’ün iddia ettiği: Bazı ayetlerde geçen lafızların Allah’ın söylediği sözler olmadığıdır.
    Kalbe lafız değil sadece mananın indirildiğini nerden biliyorsunuz. Vahiy sadece peygamberlere indirilir. Neye kıyaslayarak sadece mana indirilmiştir diyorsunuz. Pekâlâ, lafız mana birlikte indirilmiş olabilir.
    “Kur’an değeli bir elçinin sözüdür” anlamındaki iki ayete gelince Hakka suresindeki ayetle Peygamber, tekvir suresindeki ayetle Cebrail kastedilmektedir. Ayetlerin devamını okuduğunuzda bu husus anlaşılmaktadır. Eğer burada geçen “söz” kelimesiyle lafız kastediliyorsa lafızlar Peygamber tarafından mı? İkisinden biri tarafından olmalı.”
    Dikkat ederseniz iki ayet te de “elçi” ifadesi geçmektedir. Elçi, onu elçi tayin edenin sözlerini aktarır. Sözleri ne kadar aslına benzer aktarırsa o kadar iyi bir elçi, benzerlik bütün yönleriyle tam ise mükemmel bir elçidir.
    İşte bu iki ayette: “Ey insanlar! Kur’an iki elçi kanalıyla size ulaşmıştır. Bu iki elçi de değerli elçilerdir. Eksiksiz fazlasız vahyimi size tam olarak ulaştırmışlardır. Ben onlara güvendim ve onları seçtim. Siz de onlara güvenin” denilmektedir. Zaten Müddesir suresinin 25. ve 26. Ayetinde Kur’an’ın bir beşer sözü olduğunu söyleyenin cehennemi boylayacağı söylenerek beşer sözü olması kesin bir dille reddedilmektedir.
    Tevbe suresi 6. Ayetinde: “Müşriklerden biri senden eman dilerse Allah’ın kelamını/sözünü işitip dinleyinceye kadar ona eman ver denilmektedir. Kelam Allah’a nispet edilmiş ve işitilip dinlenilmesinden söz edilmektedir. İşitilmeye konu olan sözdür, mana değil. Söz işitilir ve ondan sonra manası bilinir.
    Yine Arapça bir kitap olarak indirildiğinden söz edilmektedir ki indiriliyorken Arapça olduğundan bahsedilmektedir.
    Kur’an’ın lafız ve mana birlikteliği ve hem lafız hem de mananın Allah tarafından olduğuna dair daha başka ayet ve akli deliller vardır. İnanmak istemeyen deliller arasında kendisince zayıf bulduğuna sarılır ve onu tekrar eder durur.
    Öztürk’ün ileri sürdüğü bazı lafızların Allah tarafından söylenemeyeceği meselesine gelince, aslında tevillerin birçoğunda bu mantık yatar.
    Allah bu kitabı insanlara indirmiştir. Arapça diliyle indirildiğine göre de Arapçanın üslubunu kullanmaktadır. Şunu sormak lazım: Allah’a yakıştıramadığın bu sözleri haydi ilk söylediğinde Peygamber duygulanmış ve tehevvüre kapılıp söyledi diyelim. Bahsettiğin sözler Mekki döneme aittir. Peygamber binlerce kez onları tekrar etti. Onun yakalamadığını sen nasıl yakaladın be mübarek!?

suskunduvar için bir cevap yazın Cevabı iptal et

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.