NEYİN PEŞİNDEYSEN, SEN OSUN.

(Toplumsal İlişkiler 62)


وَاِذْ اَخَذَ رَبُّكَ مِنْ بَن۪ٓي اٰدَمَ مِنْ ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَاَشْهَدَهُمْ عَلٰٓى اَنْفُسِهِمْۚ اَلَسْتُ بِرَبِّكُمْۜ قَالُوا بَلٰىۚۛ شَهِدْنَاۚۛ اَنْ تَقُولُوا يَوْمَ الْقِيٰمَةِ اِنَّا كُنَّا عَنْ هٰذَا غَافِل۪ينَۙ
“Çünkü Rabbin, Âdemoğullarının bellerinden, onların nesillerini alıp yaratır. Onlar dünyada bir insan olarak var oldukça her birini gönderdiği Peygamberler ve onların yolunda giden elçileri aracılığıyla muhatap kabul eder. Onları bizzat kendileri hakkında şâhit tutarak, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sorar. Onlar da lisân-ı hâlle, “Elbette! Sen bizim yegâne koruyucumuz, sahibimiz, efendimiz ve Rabbimizsin, biz de buna şahidiz!” derler. Ve bu olay, Kıyamet Gününe kadar her insan ve her toplum için tekrar tekrar yaşanır.
Böylece Biz her insanın ruhunun derinliklerine, Peygamberler aracılığıyla ulaştırılan vahiy ve bu doğrultuda yaşanan hayatın etkisiyle Rabbini tanıyıp emirlerine itaat etme duygusunu yerleştirdik ki, yarın Mahşer Gününde hesaba çekilirken, “Bizim bundan haberimiz yoktu!” demeyesiniz.” (Araf/172)

         Hz. Mevlana o meşhur şiirinde kişinin değerinin, aradığı şeyle aynı şey olduğunu vurgular:

Eğer sen can konağını arıyorsan bil ki sen cansın.
Eğer bir lokma ekmek peşinde koşuyorsan sen bir ekmeksin.
Bu gizli bu nükteli sözün manasına akıl erdirirsen anlarsın ki
Aradığın ancak sensin sen.

Madendeki inciyi aradıkça madensin.
Ekmek lokmasına heves ettikçe ekmeksin.
Şu kapalı sözü anlarsan anlarsın her şeyi;
Neyi arıyorsan sen osun.

Senin canın içinde bir can var o canı ara!
Beden dağının içinde mücevher var o mücevherin madenini ara!
A yürüyüp giden sofi gücün yeterse ara;
Ama dışarıda değil aradığını kendinde ara.

          Hacı Bektaş Veli hazretleri de, aramanın yönteminin nasıl olacağının ipuçlarını verir. Bütün işin insanın kendinde bittiğini söyler:

Hararet nardadır sacda değildir,
Keramet baştadır taç da değildir
Her ne arar isen, kendinde ara,
Kudüs’te Mekke’de hacda değildir

Sakin ol kimsenin gönlünü yıkma,
Gerçek erenlerin izinden çıkma.
Eğer adam isen ölmezsin korkma
Aşığı kurt yemez uçta değildir.

     Hacı Bayram Veli de insanın kendini bilmesi, tanıması gerektiğinin altını şu mısralarla çizer:

Bilmek istersen seni,
Can içre ara canı.
Geç canından bul anı,
Sen seni bil sen seni.

Kim bildi ef’alini,
Ol bildi sıfatını.
Anda gördü zatını,
Sen seni bil sen seni.

Görünen sıfatındır,
Anı gören zatındır.
Gayri ne hacetindir,
Sen seni bil sen seni.

Kim ki hayrete vardı,
Nura müstagrak oldu.
Tevhidi zatı buldu,
Sen seni bil sen seni.

Bayram özünü bildi,
Bileni anda buldu.
Bulan ol kendi oldu,
Sen seni bil sen seni.

        Bütün mesele insanın kendini, özünü ve haddini bilmesinde yatıyor. Psikolojide bir kavram var Freud tarafından ortaya atılan. Bilinçaltı ya da bilinçdışı diye adlandırılıyor. Bilinçdışı (bilinçaltı) zihin, zihindeki otomatik olarak gerçekleşen ve iç gözlem için uygun olmayan ve düşünce süreçlerini, hatıraları, ilgi alanlarını ve güdülenmeleri içeren süreçlerden oluşuyor. Bastırılmış duygular, iyi kötü birçok imge burada barınıyor. Zaman zaman bilinçaltımıza yerleşen olumsuz, bizi perişan eden inanışlardan, önyargılardan ve düşüncelerden arınmamız gerekiyor.

        Sadece olumsuz olanları yok elbette. En ilkel kabilelere varıncaya kadar her insanın bilinçaltında yüce bir varlığa inanma eğilimi var. Yukarıda geçen Araf/172. Ayeti gözden geçirerek bilinçaltımızda var olan “kalü bela” (evet sen bizim Rabbimizsin!) sözleşmesini anlamaya çalışalım.   

       Şimdi bu bağlamda, muhtemelen ortaya çıkabilecek bir iki soruyu düşünelim: Bu sözleşmenin vuku bulduğunu farz edecek olursak, bu konuda herhangi bir hatırlamaya sahip miyiz? Ve yaratılışımız sırasında, hangimiz Allah’ın huzuruna getirildiğinin ve bahsi geçen konuşmanın hakikaten meydana geldiğinin şuurunda? Eğer cevaplar olumsuz ise, o zaman nasıl olur da ne hatırladığımız ve ne de farkında olduğumuz böyle bir misakın bize karşı delil olarak getirilmesi hakkaniyete uygun olur?

       Cevap şöyle olacaktır, evet bu misak bize bir şahit olarak getirilecektir, çünkü her ne kadar onun anısı ve idraki hatırımızdan ve bilincimizden gittiyse de, bu bilinçaltında (sub-consconsmind) ve vicdanda muhafaza edilmektedir.

        Bellek ve idrakimizden niçin silinip gittiği sorusuna gelince, eğer bir misakın tesiri hafıza ve şuurumuzda devamlı canlı taze kalsaydı, o zaman herkes otomatikman onu yerine getirir ve dolayısıyla da imtihan ve yargılamanın bir anlamı kalmazdı. Böylece insanın esas yaratılış gayesi anlamsızlaşırdı. Oysaki bu bir potansiyel olarak bilinçaltında ve vicdanda (Intuition) muhafaza edilmektedir. Ve diğer la-şuurî bilgi branşlarında da olduğu gibi keşif, sezgi ve derunî (internal) faktörlerle bu, bilinç haline, şuur haline çıkarılabilmektedir. Hakikat şu ki, insanlık, kültür, uygarlık, ahlâk, bilim ve bütün diğer beşerî faaliyetlerde ne başardıysa, aslında potansiyel olarak, daha önceden gizli olanın, harici (externel) faktörler ve sezgi yoluyla dışarıya çıkarılmasıdır bu. Öte yandan, hiçbir eğitim, terbiye, çevre, dış faktör ve sezgi, bilinç-altında saklı yetenek olarak zaten yatmakta olandan başka bir şey vücuda getiremez. Ve aynı şekilde, bu faktörlerden hiçbirisi de bilinçaltında saklı olanı, hiçbir surette silmeye muktedir değildir. En fazla belki onun tabiatını tahrif edebilirler ama bütün çabalarına rağmen o güç, gizli olarak şuuraltında var olmaya devam edecek ve haricî faktörlerin uyarılarına karşılık olarak da zahire çıkmaya çalışacaktır. Aşağıdakiler bütün saklı bilgi dalları için geçerlidir:

-Tüm bunlar, saklı olarak bilinçaltımızda vardırlar ve günlük eylemler halinde gözüktüklerinde var olduklarını kanıtlarlar.

-Bütün potansiyel bilgiler, dış tesirin bir karşılığı olarak pratik şekil alması için öğrenim ve eğitim vb. gibi haricî uyarıcılara ihtiyaç gösterirler.

-Bütün bu saklı güçler, kötü arzu, çevre ve yoldan çıkarmalarla bastırılabilir, uyutulabilir ama hiçbir zaman tümüyle bilinçaltından silinemez. Bu yüzden de içsel duygular ve harici çabalarla düzeltilip yeniden döndürülebilirler.

Âlemdeki konumumuz ve âlemin yaratıcısı ile olan alâkamız hususunda hissi bilgimiz için de aynı şeyler söylenebilir.

Bu bilginin gerçekten var olduğu, yeryüzünün her ucundaki insan hayatının her döneminde, her yerleşiminde, her kuşak ve her neslinde arada sırada tezahür ederek hiçbir beşerî gücün onu silmeye güç yetiremediğinin ortaya konmasıyla ispatlanmaktadır.

Bu, ayrıca ne zaman bu bilgi pratik hayata uygulanmışsa, her zaman iyi ve faydalı sonuçlar doğurduğu gerçeğine de uymaktadır.

Bu bilgilerin zahire çıkması ve pratik şekiller alması için daima bazı haricî sebeplere ihtiyaç duyulmuştur. İşte bu nedenle, peygamberler, semavî kitaplar ve peygamberlerin yolundan giden davetçiler, bu işlevi görmektedirler. Bundan dolayı Kur’an-ı Kerim, bunlara “hatırlatıcılar” demektedir. Çünkü bu peygamberler, semavî kitaplar ve Hakka davetçiler insanların zihinlerinde yeni bir şeyler yaratmıyor, aksine bazı hatırlatmalarla, kendilerinde zaten gizli potansiyel olarak bulunanı canlandırıyor ve gün yüzüne çıkarıyorlar.

İnsanın bilincindeki bu gizli bilginin var oluşunun başka bir kanıtı da, her çağda bu davetçilerin çağrısına olumlu karşılık vermiş olması ve onun sesini tanır tanımaz hemen ortaya çıkmasıdır.

Belki de hepsinden önce bu bilginin varlığı hakkındaki en büyük delil; bastırmak, susturmak, örtmek ve değiştirmek için şiddetli ve sürekli çabalara rağmen halâ insanoğlunun kalbinde yaşamış olmasıdır. Her ne kadar cehalet ve ahmaklık, hırs ve önyargı, saptırıcı ve iğva edici güçler; şirk, tanrıtanımazlık, dinsizlik ve sapıklık üretmekte başarılı olmuşlarsa da, bütün bu şer güçler, bu fıtrî bilgiyi insanın kalbinden silip atamamışlardır. Bunun içindir ki, ne zaman o bilgiyi yeniden diriltmek için çaba sarf edilse, hemen gün yüzüne çıkacaktır.

           Hesap gününde, bu fıtrî bilginin nasıl şahitlik yapacağına gelince; Allah bütün insanların, İlâh ve Rab olarak yalnızca O’nu kabullendikleri Misakın anısını yeniden tazeleyecek, canlandıracak ve sonra da dünyada iken mütemadiyen reddetmelerine rağmen bu bilginin kalplerinde gömülü olarak kaldığını onlara gösterecektir. Bu sözleşmenin izlerinin her zaman zihinlerinde olduğunu ispat etmek için gene bizzat onların kendilerinden şahitler bulacak ve fıtrî bilginin sesini nasıl ve ne zaman bastırdıklarını hayatlarının kayıtlarında onlara gösterecektir. Keşfi bilgilerinin, inhiraflarına nasıl ve ne zaman isnat ettiği ve gene bu bilginin, Hakka davet eden tebliğcilerin çağrısına uymaya onları nasıl zorladığı ve onların da çeşitli bahanelerle bu derunî-içsel sesi nasıl susturdukları kendilerine gösterilecektir. Bütün gizli şeylerin açığa çıkarılacağı o anda, hiçbir kimse artık bir mazeret bulamayacaktır. Herkes suçunu açık ve doğru ifadelerle itiraf edecektir. İşte bu yüzden Kur’an, insanların “bizim bu anlaşmadan bir haberimiz yoktu” diyemeyeceklerini, aksine “Biz inkârcılardandık ve bile bile gerçeği yalanladık” diyerek itiraf etmek zorunda kalacaklarını söylemektedir. Bunlar, inkârcı oluşları konusunda kendi kendileri aleyhine de şahitlikte bulunacaklardır. “…Kendi aleyhimize şahidiz” dediler…” (En’am: 130).

          İnsan ya bu sözleşmeye sadık kalıp bilinçaltını olumsuz düşüncelerden arındırıp fıtratına yani fabrika ayarlarına dönecek, ya da bilinçaltında silinmemiş kötü fikir ve obsesyonlar içinde boğulup gidecektir. Hz. Mevlana’nın dediği gibi, “şayet birini tanıyamadıysan, onun kimin ve neyin peşinde olduğuna bak, tanırsın.”

Şemsettin ÖZKAN

  17.06.2020 KONYA

KAYNAKLAR

1-kuran.diyanet.com.tr

2-kuranmeali.com

3-antoloji.com

4-eksisozluk.com

5-sevdalara.net

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir