KURAN’A GÖZÜNLE BAKARSAN YAZIYI GÖRÜRSÜN AKLINLA BAKARSAN İLMİ GÖRÜRSÜN KALBİNLE BAKARSAN AŞKI GÖRÜRSÜN TÜM RUHUNLA BAKARSAN RABBİNİ GÖRÜRSÜN

(Toplumsal İlişkiler 1792)

اَفَلَا يَتَدَبَّرُونَ الْقُرْاٰنَۜ وَلَوْ كَانَ مِنْ عِنْدِ غَيْرِ اللّٰهِ لَوَجَدُوا فٖيهِ اخْتِلَافًا كَثٖيرًا  

“Hâla Kur’an üzerinde gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah’tan başkası tarafından gelmiş olsaydı onda birçok tutarsızlık bulurlardı.” (Nisa/82) 

İdrak ettiğimiz Ramazan ayının en güzel hediyesi, Kur’an değil midir? Tüm zamanlara, çağlara ve nesillere ulaşan, kutlu çağrı, Kur’an değil midir? Kur’an ilahi muştu, rehber, hayatın kaynağı, iyiye güzele ve doğruya eriştiren, zaman ve mekan ötesi kutsal mesaj. Karanlıklardan aydınlığa çıkaran, toplumsal yaşam biçimi, insanlığa indirilen son vahiy.

         Hz. Mevlana; “Kuran’a gözünle bakarsan, yazıyı görürsün. Aklınla bakarsan, ilmi görürsün. Kalbinle bakarsan, aşkı görürsün, tüm ruhunla bakarsan, Rabbini görürsün” derken, verdiği mesaj da, ona bakış açımızın, nelere karşılık geleceğini net bir şekilde ortaya koyar. Peki bir Müslüman olarak bizler Kur’an’a nereden bakıyoruz?

         Acizane bu kulun görüşü çağın Müslümanlarının Kur’an’a anahtar deliğinden baktığı şeklindedir. Bir insan düşünün ki, bir kitaba inanıyor, lakin okuduğu kitabı anlamıyor. Görünmek mi olmak mı Müslümanlığı içinden, görünmek Müslümanlığını seçmiş. Adı var kendi yok. Böyle olunca da yüzeysel bir din anlayışı var.

        Gözüyle bakıp Kur’an yazısını görüyor. Arapça gördüğü her yazıyı Kur’an sanıyor. Ümmetin çoğunluğu bu şekilde bir İslam anlayışına sahip. Böyle olunca hayatında inandığı Kur’an ile yaşadığı hayat arasında acayip ve garaip farklılıklar var.

        İyi bir Kur’an okuyucusu üç şeyin payını vermelidir. Bunlar;1-Dil 2-Akıl 3-Kalptir.
Dilin payını; bir müslüman Kur’an’ı okuduğunda harflerini, sıfatlarını ve mahreçlerini tam çıkararak ve tecvit kurallarına uygun, hüzünlü bir musikiyle okuyarak verebilir. Aklın payını; dille telaffuz edilen Kur’an ayetlerinin anlamlarına akıl ve hafızamızda yer açarak verebiliriz. Hatta bazı ayetler bilinçaltımıza adeta nakşedilmelidir. Kalbin payını ise dille okunan ve akılda anlamları canlandırılan Kur’an ayetlerinin günlük hayatımıza tam bir samimiyetle kalpten, yürekten ve ciğerden uygulanması pratiğe aktarılmasıyla vermiş olur ancak bir Müslüman. İşte bu metotla Kur’an okuyan kişiler dört dörtlük Kur’an okuyucusudurlar.                                                           

        Sezai Karakoç “Hızırla Kırk Saat 1” şiirinde her evde kutsal kitap olduğunu, ancak okuyanın olmadığının, okusalar da anlamadan okuduklarını söyler:

Bu çok sağlam surlu şehirden de geçtim
beni yalnız yarasalar tanıdı
az kalsın bir bağ bekçisi beni yakalayacaktı
adım hırsıza da çıkacaktı
her evde kutsal kitaplar asılıydı
okuyan kimseyi göremedim
okusa da anlayanı görmedim
kanunlarını kağıtlara yazmışlar
benim anılarım gibi
taşa kayaya su çizgisine
gök kıyısına çiçek duvarına değil
kedi yavrularından başka
-o da gözleri açılmamış olanlardan başka-
el uzatmaya değer
soluk alır bir nesne bulamadım
bir gün daha öldü
ey batıdaki mağaralar
beni afyonunuz bağlasaydı da
uyusaydım
bu katı bu sert kente gelmeseydim

       Hızırla Kırk Saat’in birinci şiirinde, kutsal kitabın sadece duvarlarda âdeta bir süs olarak kaldığını gören Karakoç, “bu katı bu sert kente gelmeseydim” der. Çünkü Karakoç kentin insanı objeleştirdiğini, insanların kentlere değil, kentlerin insanlara biçim vermekte olduğunu, insanların yerine kentlerin düşündüğünü hatta savaştığını belirtmektedir. Kentten soğuyan Karakoç, kentte sadece atları cana yakın bulur. Onların yelelerini öpüp çıkar. Kentteki okumayan, düşünmeyen ve âdeta kent içinde objeleşen insanlar değil; atlar daha doğal gelir Karakoç’a.

Şemsettin ÖZKAN
23.05.2025 GÜZELYALI

KAYNAKLAR
1-kuran.diyanet.gov.tr
2-kuranmeali.com
3-pixabay.com
4-suskunduvar.com

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir