(Toplumsal İlişkiler 1383)
وَاَنْ لَيْسَ لِلْاِنْسَانِ اِلَّا مَا سَعٰىۙ
“Ve insana, kendi gayret ve çabalarının sonuçlarından başka bir şey yoktur!” (Necm/39)
Sabahattin Ali, “Kuyucaklı Yusuf” romanında; “iki insanın birbirleriyle karşılaşması kadere, tanıştıktan sonra yan yana kalmaları ise onların gayretine bağlıdır” demesi, kader ve emeğin, muhteşem birlikteliğini gözler önüne serer.
Gönlü geniş ruhu gezginlerin yirmidokuzuncu kuralı şöyle der: “Kader hayatmızın önceden çizilmiş olması demek değildir. Bu sebepten “ne yapalım kaderimiz böyle” deyip boyun bükmek cehalet göstergesidir. Kader yolun tamamını değil, sadece yol ayrımlarını verir. Güzergah bellidir ama tüm dönemeç ve sapaklar yolcuya aittir. Öyleyse ne hayatına hakimsin, ne de hayat karşısında çaresizsin.” Bu mevzu Şemsabad (Kitab-ü usul’il AŞK) adlı tarihi romanımızda nasıl işlenmiş bir görelim:
EY İNSAN! KAFDAĞI KADAR YÜKSEKTE OLSAN DA, KEFENE SIĞACAK KADAR KÜÇÜKSÜN. UNUTMA, HER ŞEYİN BİR HESABI VAR. ÜZDÜĞÜN KADAR ÜZÜLÜRSÜN.
Selçuklu Devletinin başındaki vezir Mühezzibüddin Ali’nin, Ilgın’da hastalanarak ölmesinden sonra, yerine geçen Şemseddin İsfahani, naip sıfatıyla, Moğol hanı Batu Han ile mevcut anlaşmayı, sağlam esaslara dayandırarak, yeniden imzalanmıştı. İsfahani ’ye de, ‘Nizamü’l Mülk salahu’l-âlem ünvanını vererek, Türkiye’ye hâkim olmasını istemişti.
Moğolların hâkimiyetini kabul etmek zorunda kalan II. Gıyaseddin Keyhüsrev, devlet idaresini de veziri Şemseddin İsfahani ’ye bırakmış, devlet büsbütün sultansız kalmıştı. Moğollar Selçuklu illerine kendi atadığı valilerle egemen olmuşlardı. Selçuklu devletinin Anadolu coğrafyasında sadece adı vardı, ama kendisi yoktu.
1246 yılında II. Gıyaseddin Keyhüsrev, Alaiye (Alanya’da), sessiz sedasız, aniden bu dünyadan ayrıldı. Çünkü ordu bu esnada Çukurova’ya inmiş, Tarsus’ta Ermenileri kuşatmıştı. Tam galip gelecekleri zaman tufan gibi yağmur yağmış, her yeri seller götürmüştü. Bir de bu duruma sultanın aniden ölümü eklenmişti.
Keyhüsrev’in cenazesi, Konya’da Alaeddin tepesinde bulunan, sultanların medfun bulunduğu, Kümbed mezara defnedildi. Cenaze namazı öncesi vaiz;
“-Ey insan! Kafdağı kadar, yüksekte olsan da, kefene sığacak kadar, küçüksün. Unutma, her şeyin bir hesabı var. Üzdüğün kadar üzülürsün.” Diyordu.
Bazen insanların, güçlerini unutmaları gerektiğini anlatıyordu:
“-Bir zamanlar, çok ama çok zengin, bir tüccar varmış. Bu adam, çalışmanın insan için, çok önemli olduğuna inanır, herkese de bunu anlatmaya çalışırmış. İnsanlara yardım etmeyi seven, paylaşmaktan imtina etmeyen, biriymiş. Bu adamın kendisiyle uyuşmayan, çok ama çok zıt karakterde, bir oğlu varmış. Zevk peşinde koşan, cimri, kimseye yardım etmeyen, aksine zararı dokunan, biriymiş.
Bir gün, oğlunu yanına çağırmış:
“-Bak oğlum! Senin bu durumunu, hiç beğenmiyorum. Çalışmıyor, hep gezip tozuyorsun. Hep dünya malıyla ilgileniyorsun. Benim bir ayağım çukurda, yarın öbür gün, ben ölürsem, yerime sen geçeceksin. Onun için, çalışmayı öğren ve kendi adına da, bir şeyler yap ki, senden sonra da insanlar senin için, iyi şeyler söylesinler. Her şey para demek değildir.” Demiş oğluna.
Oğlu ise;
“-Aman baba, niye çalışayım ki, zaten çok zenginiz. Bu para bana, hayatımın sonuna kadar yeter. Hem gezerim, hem de tozarım.” Demiş.
Tüccar ise, bakmış oğlunun pek anladığı yok;
“-Peki, oğlum senden son istediğim, ben ölünce, beni çok sevdiğim, çoraplarımla gömmeni istiyorum” demiş.
Oğlu ise;
“-Ooo, bundan kolay ne var ki baba, demiş. Tek istediğin, bu olsun.” Diye cevap vermiş.
Günler, bu minval üzere akıp giderken, bir gün tüccar, ölüvermiş. Tüccarın elbiselerini çıkarırlarken, sıra tam çoraplarına gelince, oğlu imama dönerek;
“-Babam, çoraplarını çok severdi. Ölmeden önce de, çoraplarıyla gömülmek istediğini vasiyet etmişti, bu yüzden çorapları kalsın” demiş.
İmamın bu teklifi kabul etmemesi üzerine, bir defaya mahsus yapılabileceğini ve karşılığında çok ama çok para verebileceğini, söylemesine rağmen, yine de kabul ettirememiş. Bunun üzerine çocuk;
“-Affet beni babacığım! Ben elimden geleni yaptım, ama yine de, çoraplarınla gömülmene izin vermiyorlar.” Diye kendi kendine düşünmüş.
Tüccarın çoraplarını çıkarttıklarında, içinden bir kâğıt parçası çıkmış. Kâğıtta şunlar yazılıymış:
“-Oğlum, ben hayatta iken, çok zengin bir adamdım. Ama neye yarar? Gördüğün gibi, öldükten sonra yanımda bir çift kirli çorabımı bile, götüremiyorum. Yanıma sadece, insanların sevgilerini ve saygılarını alabiliyorum.”
Vaiz, sanki tüccar ile müsrif oğul hikâyesinde, merhum sultan ile babasını anlatıyordu. İkisinin devleti nasıl yönettiklerini, insanların hayatlarına neler kattıklarını, kimin zevkü sefa ile günlerini geçirdiğini, tebaasının kişi başına düşen gelirlerini, kimin arttırdığının, kimin de azalttığının bilançosunu çıkarıyordu sanki. Kimin zamanında ülke ileriye gitmiş kimin zamanında geriye gitmişti? Kader diyordu kader;
“-Hayatımızın önceden çizilmiş olması demek değildir. Bu sebeple ne yapalım? Kaderimiz böyle deyip boyun bükmek cehalet göstergesidir. Kader yolun tamamını değil, sadece yol ayrımlarını verir. Güzergâh bellidir, ama tüm dönemeç ve sapaklar yolcuya aittir. Öyleyse ne hayatına hâkimsin, ne de hayat karşısında çaresizsin.” Diyordu.
Vaiz dolu doluydu. Sözü yerel bir hikâyeye getirmişti. Tembellik ve ehli keyfiliğin böylesine de, pes doğrusu denecek cinsinden bir olaydı. Aslında dünyayı boş geçen, tembellereydi lafı belki de ölen sultanaydı bu sözleri, kim bilir? Anlayan anlasındı işte.
Olay Meram bağlarında geçiyordu. Vakti zamanında adamın biri Meram’daki bağını belletip, budatmak için amele pazarına gidiyor. Beş kişilik bir amele grubuyla anlaşıp onları bahçesine götürüyor. Beş kişiden biri de onların başında çavuş. Çavuş bağ sahibine;
“-Bize bir bekni boza pişirivir, içivirelim emmim, ben aslanlarımı salıvırır birden belleyiviririz.” Diyor. Beknileri, bozaları yarıya gelince de, tekrar ev sahibine dönerek;
“-Sen bize bir de ayran hazırlayıvır da, ayranı içip öyle başlayıvıralım. Ben aslanlarımı salıvırır birden belleyiviririz. Adam ayranı hazırlar. Bekni, ayran, ayran bekni, derken olur, saat:11.
Çavuş tekrar bağ sahibine dönerek;
“- Öğle vaktı irişiyor, şinci başlayıp da yarım yamalak bırakıvırmayalım. Sen bize öğle yimeğini de hazırlayıvır emmim, yimeği yir yimez birden belleyiviririz.” Der.Ev sahibi yemeği de hazırlar. Yemeği yiyip bitirdiklerinde olur saat:14.
Bu sefer çavuş;
“-Biz bir de öğle namazını kılıvıralım emmi. Öyle başlayıvıralım.” Der. Saat:14.30 olur.
Çavuş;
“-Emmim sen bir de yimeğin üstüne bi bal şerbeti hazırlayıvır da şerbeti içer içmez başlayıvıralım. Ben aslanlarımı salıvırır birden belletiviririm.” Der. Şerbeti içinceye kadar olur saat;15.30.
Bu sefer çavuş:
“-İkindi yaklaşıvırır. Abdestimizi alıp namazı kılıvıralım da öyle başlayalım. Şinci başlayıp da namaz kılacağımızda bırakıvırırsak eğsik olur.” Demiş. Olmuş saat; 17.00.
Namazı kılınca bu sefer de çavuş;
“-Emmim, bir de ikindi ayranı içivirelim de, öyle başlayalım. Ben aslanlarımı salıvırır, birden belleyivirirler” der.
Ev sahibi cozuldanmaya, fokurdanmaya başlamış:
“-Ben senin emmin filan değilim gari. Ağşam oluvırır hala işe başlayıvırmadınız len. Salma aslanlarını yav, bunnar her şiyimi yiyivirip, içiviriyorlar. Nöğürecem yav ben bunnarı? Sadece sünnetleyiviriyorlar. Farz işi ne zaman yapıvıracaklar leng? Takkeli dağ gibi çöktünüz leng üstüme. Sizin tilkinizin guyruğu bi değil ki? Biri gopsa başka birini dakıvırıyonuz .”
Çavuş, ev sahibinin nabzına göre şerbet vermeye, onu gevşetmeye çalışıyormuş:
“-Emmimsin. Vay emmim, sen ne mübarek bi adamsın. Bi ayranı çok görmen gari. Sevaptır, hati git, getirivir gari de şu işe başlayıvıralım yav.” Deyince, ev sahibi boynunu büküp ayranı getirmeye gitmiş. Ayranlar içilmiş. Olmuş saat:18.00.
Çavuş bağ sahibine dönüp güneşi göstermiş;
“-Gün inip gidivirir, şinci başlarsak, ağşama bitiremeyiz. En iyisi mi biz, şinci gidelim, zabahınan irkenden gelelim. Aslanlarımı salar, Allah’ın izniyle, birden bitiririz. Gidiviririz biz şinci. Hadi eyvallah, emmim.” Demiş.
“Vay emmim” deyip, ev sahibinin ellerinden de öpmeyi ihmal etmemişler. Hepsi tek tek ev sahibinin elini öpüp giderken arkalarından ev sahibi;
“-Emmin değilin dediydim gidiye de, emmimsin dedi gidi!” diye sokurdanırmış.
“İşte insanın şu dünyadaki yaşantısı da bu ameleler gibi öyle böyle geçip gidiyor. Bugün Allah için ne yaptın? Tembellikle geçen günler, aylar ve yıllar. Hayat dört şeyle kaimdir derdi babam; su ve ateş ve toprak ve rüzgâr. Ona sonradan kendimi ben ekledim…”diyordu vaiz.
Ermeniler, sultanın ölümünü duymadan, İsfahani kurnazlıkla barış teklifi götürmüştü. Ermeniler bu duruma çok sevinmişlerdi. Selçuklu ordusunun derhal hükümdarın ölümüyle dönmesi gerekiyordu. Ermeni prensliğinin ortadan kaldırılması, mümkün iken, oluşan olağan dışı konjonktür gereği, kaldırılamadı. Oğulları ise saltanat mücadelesine giriştiler. Her ne kadar II. Gıyaseddin Keyhüsrev ölmeden önce veliaht olarak en küçük oğlu II. Alaeddin Keykubat’ı tayin etse de, emirlerin dediği oldu. En büyük oğlu, II. İzzeddin Keykavus, tahta çıkarıldı. Gerçi o, ne kadar içlerinde büyük olsa da, nihayetinde o da, çocuk yaştaydı.
Babası ipleri, bir zamanlar veziri Sadeddin Köpeğe kaptırmıştı, oğlu da, Moğol hanı Batu han destekli, Şemseddin İsfahani ‘ye kaptırdı. Aslında ipler, daha önceden, babası II. Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından, İsfahani ’ye kaptırılmıştı. Keyhüsrev’in devlet yönetme tarzı, her şeyi vezirine havale edip, kendisinin ortalıktan arazi olmasıydı. O öylesine dünyadaki sayılı günlerini tamamlayıp eğlencesinden, basiretsizliğinden, hiç feragat etmeden, aniden tahta çıktığı gibi aniden rahatsızlanıp dünyasını değiştirmişti.
İsfahani ’de, entrikalarla rakiplerini tek tek ortadan kaldırıyordu. Sultanın annesiyle evlenmesi de halk nezdinde, oldukça cüretkâr bir hareket olarak değerlendirildi. Kumandanlar ise, girdikleri savaşlarda, vezirin şöhreti artar endişesiyle, gevşek davranıyorlardı. Halk da, günden güne fakirleşirken, ‘vay devletin haline vay!’ diyerekten can çekişiyordu. Tabiri caizse devlet devlete karşıydı. Zaten Moğollar Demokles’in kılıcı gibi başlarında sallanıyordu. Birde devletin çarkları birbirini yiyordu. Biraz çok başlılıktan kurtulunca devlet millet rahat ediyordu etmesine de bu hal çok sürmüyordu.
Bu arada Moğolistan’daki en küçük bir hareket devleti etkiliyordu. Göyük Han tahta çıkmış bu münasebetle orada bulunan sultanın ortanca kardeşi Rükneddin Kılıç Arslan, Moğol hanından iki bin Moğol askeriyle geri dönmüştü. Elinde abisinin saltanattan, vezir İsfahani’nin de vezirlikten azlini belirten bir yarlığ vardı. Sivas’ta sultanlığını ilan etmesiyle sultanlığı, Kayseri, Malatya, Harput ve Amid ’de tanındı. Vezir İsfahani ’de Moğol hanının yarlığı gereğince yakalanarak öldürüldü.
Üç yıllık ister İzzeddin Keykavus dönemi deyin, isterseniz Şemseddin İsfahani dönemi deyin, sona ermişti. İşin enteresan yanı, var olan sultanın üzerine Rükneddin, tek sultan benim, diyor, Moğol hanının yarlığını delil olarak gösteriyordu. İşin içinden çıkılamıyordu. Devreye, yılların deneyimli devlet adamı ve üç kardeşin üzerinde manevi otoritesi bulunan, Celaleddin Karatay girdi. Üç kardeşin birlikte saltanat sürmelerini öneriyordu. Üç kardeşin, atabeyliklerini üstüne alarak, aralarında kısa süreli de olsa, uyum sağlamayı başardı.
Son olarak şunu da söylemeliyim ki tüm aşkların kaderini çizen de emektir. Aşklar da emek verilerek yaşatılır. Emek verilmezse, sulanmazsa o çiçekler solar.
Şemsettin ÖZKAN
09.04.2024 GÜZELYALI
KAYNAKLAR
1-kuran.diyanet.gov..tr
2-kuranmeali.com
3-pixabay.com4-Şemsettin Özkan, ŞEMSABAD