(Toplumsal İlişkiler 1618)
حَتّٰٓى اِذَا جَٓاءَ اَحَدَهُمُ الْمَوْتُ قَالَ رَبِّ ارْجِعُونِۙ
لَعَلّٖٓي اَعْمَلُ صَالِحاً فٖيمَا تَرَكْتُ كَلَّاؕ اِنَّهَا كَلِمَةٌ هُوَ قَٓائِلُهَاؕ وَمِنْ وَرَٓائِهِمْ بَرْزَخٌ اِلٰى يَوْمِ يُبْعَثُونَ* “Sonunda, onlardan birine ölüm geldiği zaman (yalvarıp) der ki: “Rabbim, (ne olur, lütfen) beni (hayata) geri çevirin. (Bir imtihan fırsatı daha verin.)” (Müminun/99) * “Ki, geride bıraktığım (dünya)da (terk edip yapmadığım) salih amellerde bulunayım.” Asla ve hayır! Çünkü gerçekten bu sadece (samimiyetsiz) bir sözdür ki, bunu da kendisi (ancak dara düşünce) söylemektedir. Onların önlerinde, (yeniden) diriltilip kaldırılacakları güne kadar (geri dönmekten alıkoyan) bir engel (berzah) vardır.” (Müminun/100)
Bozkırın tezenesi Neşet Ertaş; “çöpe giden nimete bile yazık dedim ağladım, ama çöpe giden yıllarımın, hiç farkına varmadım” derken insanoğlunun bu dünyada hep bir oyalanma ve aldanma içinde olduğuna vurgu yapar.
Bu dünya gelip geçici bir gölgelik olduğu kadar bir de insanı derin gafletlere yatıran adeta sağır uykusuna daldıran özelliği de vardır. İnsanların çoğu “ah ile vah ile geçti şu ömrüm, yaşadım mı öldüm mü anlayamadım” şarkısını söyler dururlar. Neşet Ertaş’ın “ah yalan dünyada” türküsü de buna dahildir.
Aha işte dışarıdan sıra sıra birbirine ulalı tramvaylar geçiyor, paltolular geçiyor, güvercinler geçiyor, kediler geçiyor, ido ve budo vapurları geçiyordu, ama en önemlisi günler zor, yıllar kolay geçiyordu. Hayatlarımız geçiyordu, lakin beyhude bekliyorduk işte kapımızın önünde, hiçbiri geri gelmiyordu.
Nice yaşlı insanlar bilirim dedikleri hep şuydu; “zaman değilmiş geçen, ömürmüş anlamadık.” Hani böyle bir cümleyle karşılaşınca insan “günaydın” demekten kendini alamıyor. Ama herkesin üç aşağı beş yukarı bu modda olduğunu da hepimiz unutmamalıyız. Kur’an’da geçen şu ayet hep dikkatimi çekmiştir: “Size düşünecek kimsenin düşünebileceği kadar bir ömür vermedik mi?”(Fatır/37)
Maalesef kötü bir alışkanlığımız var. Sosyal ilişkilerimizde zamanlama yapamıyoruz, saatli ve dakikalı yaşamaya da alışmamışız. “Öğleden sonra buluşuruz, bu hafta borcumu öderim, bir ara uğrarım, ‘akşama doğru gelirim, bir ara bakarız, cümlelerine varıncaya kadar, bir zamanlama yok. Bırakınız dakikalı randevuyu, saatli bir görüşme, buluşma ve ziyaretimiz, vs. yok kardeşim.
Bırakın saati dakikalar bile önemli. Saatte beş dakikanın günde 1 saat ettiğini, günde bir saatin ayda otuz saat, yılda on beş gün ettiğini düşündük mü? Bir gecede uyuduğumuz sekiz saatin, senede dört ay uyumak demek olduğunu hatırımıza getirdik mi? Zamana değer veren ve iyi değerlendiren milletlerin niçin ilerlediği ayan beyan ortada değil mi dostlar?
Zaman algısı olmayan, hiç bir şeyi değerlendirmiş sayılmaz. İnsanın gerek mesleğindeki, gerekse hayattaki başarısı, zaman anlayışına bağlıdır. İleri ve geri memleketler arasındaki fark da, bu anlayış farkıyla ilgilidir. Başarılı bir hayat ve bereketli bir ömrün formülünü “Kısa zamanda az enerji ile çok verim almak’’ olarak ifade edersek, zamanı çok iyi kullanmak mecburiyetinde olduğumuzu da, herhalde kavramış oluruz. Ömrü ve onun sermayesi olan, zamanın değerini anlamak için, Sadi Şirazi’ye kulak verelim:
“Bir dere kenarına otur da, ömrün geçişini seyret!”
Şemsettin ÖZKAN
30.11.2024 KONYA
KAYNAKLAR
1-kuran.diyanet.gov.tr
2-kuranmeali.com
3-suskunduvar.com