ÖLÜR, ŞEKER İÇİNDE KARINCA

( Mesnevi’den 12. Sohbetimiz ) 

        “O iki elçi kuyumcuya padişahtan müjdeci olarak Semerkant’a kadar geldiler. Dediler ki; ‘ Ey lütuf sahibi üstat, ey marifette kâmil kişi! Senin şöhret ve sanatın şehirlere yayılmış ve herkesçe duyulmuştur. İşte filan padişah seni kuyumcu başı olarak seçti. Çünkü sen büyük bir üstatsın. Şimdi şu güzel elbiseyi, altını ve gümüşü al da, gelince de padişahın seçtiklerinden ve yakın hizmetçilerinden olacaksın.’ Adam çok malı, çok parayı görünce gururlandı ve şehrinden, çoluk çocuğundan ayrıldı. Padişahın canına kastettiğinden habersiz sevinçle yola çıktı. Arap atına bindi ve sevinerek sürdü. Kendi kanının diyetini elbise sandı. Ey yüzlerce hoşnutlukla yolculuğa çıkan ve bizzat kendi ayağıyla kötü bir kazaya giden kişi! Hayalinde mülk, şeref ve ululuk… Fakat Azrail ‘Git evet, muradına erişirsin,’ demekte. O garip kuyumcu, yoldan gelince hekim onu padişahın huzuruna götürdü. O Traz mumunun (Türkistan’da güzelleriyle meşhur bir şehir) yani cariyenin başı ucunda yansın diye kuyumcuyu, izzet ü ikram ile padişahın yanına götürdüler. Padişah onu görünce pek ağırladı. Altın hazinesini ona teslim etti. Sonra hekim padişaha dönerek; ‘Ey büyük sultan, o cariyeyi bu tüccara ver ki, sevdiğine kavuşsun da, onun ayrılık ateşi sönsün.’ Padişah o ay yüzlüyü kuyumcuya bahşetti, o iki sohbet âşığını birbirine kavuşturdu. Altı ay kadar murat alıp murat verdiler. Bu suretle o kız da tamamen iyileşti. Ondan sonra hekim kuyumcuya bir şerbet yaptı. O da içince kızın gözü önünde erimeye, yani hastalanıp zayıflamaya başladı. Kuyumcunun hastalık tesiriyle güzelliği kalmayınca, ona karşı cariyenin de ilgisi kalmadı. Renk cazibesiyle meydana gelen aşklar gerçek aşk değildir, hevesten ibarettir. Öyle heveslerin sonu rezillikle biter. Keşke kuyumcu baştanbaşa ayıp ve ar olsaydı, tamamıyla çirkin bulunsaydı da başına bu kötü hal gelmeseydi! Kuyumcunun gözünden ırmak gibi kanlı yaşlar akıyordu, çünkü yüzünün güzelliği canına düşman kesilmişti. Tavus kuşunun kuyruğu ve kanadı kendisine düşmandır. Nice padişahlar vardır ki, kuvvet ve azametleri ölümlerine sebep olmuştur. Kuyumcu diyordu ki; ‘ben bir ceylanım ki göbeğimin miskinden dolayı bu avcı saf kanımı dökmüştür. Ben o kır tilkisiyim ki, postumu alıp kürk yapmak için pusuya saklandılar, beni yakalayıp başımı kestiler. Ben o filim ki, dişlerimi almak için, filciler yani avcıların vücudumda açtığı yaralar kanımı dökmüştür. Beni güzelliğim için öldüren, kanımın uyumayacağını, yani öç alınmadan kalınmayacağını bilmiyor mu? Bugün bana ise yarın onadır. Benim gibi bir adamın kanı nasıl heder olunur? Duvarın gölgesi bir müddet uzasa bile, yine o gölge duvarın dibine kendine döner. Bu dünya dağdır, bizim yaptıklarımız ses. Seslerin aksi yine bizim semtimize gelir,’ dedi. Kuyumcu bunları söyledi ve hemen ölüp toprak altına gitti. Cariye de aşktan ve hastalıktan kurtuldu. Çünkü ölülerin aşkı ebedi değildir, çünkü ölü tekrar bize gelmez. Diri aşk ruhta ve gözdedir. O Baki olanın aşkını seç ki, O’nun aşkı da bakidir ve canına can katan şaraptan sana çok sakilik (sunuculuk) eder. Onun aşkını seç ki, bütün peygamberler onun aşkıyla kuvvet ve kudret buldular, iş güç sahibi oldular. Sen ‘ Bize o padişahın huzuruna varmaya izin yoktur’ deme. Kerim(şerefli, cömert) olan kişilere, hiçbir iş güç değildir. Allah ise şereflilerin en şereflisi, cömertlerin en cömerdidir. (ekremü’l ekremindir.) ” O adamın hekimin eliyle öldürülmesi, ne ümit içindi ne de korkudan dolayı. Allah’ın emri ve ilhamı gelmedikçe hekim, onu padişahın hatırı için öldürmedi. Hızır’ın o çocuğun boğazını kesmesindeki sırrı halkın alt kademesi anlayamaz. Allah tarafından vahiy ve ilhama nail olan kişi her ne buyurursa o buyruk, doğrunun ta kendisidir. Can bağışlayan kişi öldürse de caizdir. O naiptir eli Allah elidir. İsmail gibi onun önüne baş koy. Kılıcının önünde sevinerek ve gülerek can ver. Âşıklar can şerbetini güzellerinin ellerinden şehit edildiklerinde içerler. Padişah o kanı şehvet uğruna dökmedi. Suizanda bulunma, münakaşayı bırak! Sen onun hakkında kötü ve pis iş işledi deyip kötü bir zanda bulundun. Su süzülüp durulunca, berrak bir hale gelince bu berraklıkta bulanıklık ve tortu kalır mı? Süzülmüş suda tortu kalır mı? Bu riyazetler, bu çile çekmeler, ocağın posayı gümüşten ayırması içindir. Şehvetten de tertemizdi, hırstan da, nefis istediğinden de. Güzel bir iş yaptı, fakat zahiren kötü görünüyordu. Hızır denizde gemiyi deldiyse de onun bu delişinde yüzlerce hikmet vardır. O kadar nur ve hünerle Musa’nın korku ve kaygısı yersizdi. Artık sen kanatsız uçmaya kalkışma! O kırmızı güldür, sen ona kan deme. O akıl sarhoşudur, sen ona ‘deli’ adı takma! Kötü kişinin övülmesinden arş titrer. Takva sahibi olan (Allah’tan korkan) kişi de, kötüyü öven hakkında kötü zanna kapılır. O padişahtı, hem de çok uyanık bir padişah. Özel bir insandı, hem de çok özeldi. Bir kişiyi böyle bir padişah öldürürse, onu iyi bir bahta eriştirir, iyi bir makama çeker, yüceltir. Eğer onu kahretmede yine onun için bir fayda görmeseydi; o mutlak lütuf, nasıl olur da onu kahretmeyi isterdi? Gönül padişahı yarım can alır, ama yüz can bağışlar. Senin hayaline gelmeyen o şey var ya? İşte onu verir. Sen kendince aklından bir kıyas yapmaktasın, ama pek çok uzaklara düşmüşsün, iyice bak! (186-240.beyitler)

SEMBOLLER

Padişah> Ruh,      

Hekim>Kamil-i mürşit, gerçek hoca.

Hasta (cariye) > nefis

Kuyumcu> Dünyanın geçici servet ve altınları…

     Bir Malezya atasözü; “Ölür, şeker içinde karıncalar” der.   Atasözümüz de “Deveyi yardan (uçurumdan) atlatanın, bir tutam ot” olduğunu hatırlatır bizlere.

      Padişah, adamlarını hekimin sözlerini dinleyerek, Semerkant’ta yaşayan cariyenin sevdiği o güzel yüzlü kuyumcuyu getirtmek üzere görevlendirir. Kuyumcuyu hediyelere ve altınlara boğarlar. Padişahın kuyumcu başı gibi çok özel bir makama getirme teklifi kuyumcunun aklını başından alır. Ölüp gidecektir altınların ve lüks hayatın içinde…    

Hekim’in Padişah’a; “Cariyeye tertip etmek istediğim ilacın hazırlanıp yapılması için çok hünerli filan kuyumcunun getirilmesi gerekir” gibi bir şeyler söylemesinde nefsin servete olan sevgisi üzerine ruha sanki şunu demek ister:

 “Çalış, bir miktar altın ve gümüş hazırla. Bunu hazırladıktan sonra insanlığın gerçek değerine nispeten mal ve servetin itibarsız ve çok hakir olduğunu nefis anlasın. Ondan sonra para çoğaltmak gibi boş bir sevdadan vazgeçsin. Kendini ve seni rahata, huzura erdirsin.”

Kuyumcu ve cariye altı ay boyunca murat alıp murat verdiler. O kız tamamen iyileşti.”

Yani; altı ay süre belirlemek her işte ve özellikle önemli işlerde tecrübe için bir iki saatin yeterli olamayacağını uzun süre gerektiğini ima etmek içindir. Bir de yeryüzünde altı yön, (doğu, batı, kuzey, güney, alt, üst) olduğundan nefsin, servetin her durumunu denemesi anlamına gelir. Nefis, Hekimin yardımıyla arzu ettiğine ulaştıktan sonra, kendini servet düşkünlüğünden kurtardı.

“ Ondan sonra kuyumcu için bir şerbet yaptı. Kuyumcu şerbeti içip kızın huzurunda eridi.”

Yani; önce nefis, servette, altında diğer şeylerde büyük lezzetler var ümidine düştü. Ona sahip olamadığından hastaydı, acı içindeydi. Hekimse o durumda para gibi mubah olan bir boş arzuyu görmek üzere nefse izin verdi. Bu da birinci derecede bir tedbir ve ilaçtı. Sonra nefis bu acıdan kurtulunca hekim sağlıklı birisinin dayanabileceği başka ve daha önemli bir tedbir bir ilaç tertip etti. O da kuyumcunun simgelediği servet tutkusunun yok edilmesiydi. İşte nefis, bu çirkef hayallerden çıkıp hakikat deryasına girmekle temizlenmiş oldu. Ondan sonra da nefsi mutmainne (kemale, olgunluğa ermiş nefis) derecesine yükseldi. Cenabı Allah’ın makbul kulları arasına girdi.


”Hastalıktan kuyumcunun güzelliği kalmayınca kızın da canı kuyumcunun muhabbetinin gamından kurtuldu.”

Yani; Demek ki Hekim beyan olunan şerbeti tertip etti. Güzelce kuyumcuya içirdi. Sonra kuyumcunun güzelliği yok oldu. Cariyenin aşkı nefrete dönüştü. Gönlü aşk derdinden kurtuldu.

“Kuyumcunun yüzü sararıp, çirkinleşince, sevimsizleşince, Cariyenin kalbi yavaş, yavaş soğudu.”

Yani; kalıcı olmayan şeylerde aşkın ve mutluluğun daimi olması nasıl mümkün olur ki? Geçici olan şeyler, aykırı bir sebep ve engel meydana çıkınca insanların zihinlerinde kurulan hayal kuleleri bir anda yıkılıverir, yerle bir olur. Geriye yıkılan binaların enkazı kadar olsun işe yarayacak fayda verecek bir şey kalmaz. Bu yıkılıştan sonra geriye bir şey kalırsa o da geçici şeylere tutkunluktan doğan pişmanlıklar ve kederlerdir. Ama insanın mürşidi bir insanı kâmil bir manevî tabip ise velev ki, ümit binası yıkılsa yeniden her şeyle yepyeni tarzda, evvelki gibi hayaller enkazından çürük değil, sağlam ve emniyet veren kalıcı bir binayı manevî mühendislikle kalbin ve aklın feza kadar geniş arsasında yapar. Allah sevgisiyle, güzel ahlakla, ermişlik derecesine yükseltir, sahibine hayat verir, ihya eder.

“Renk cazibesiyle meydana gelen aşklar gerçek aşk değildir, hevesten ibarettir. Öyle heveslerin sonu rezillikle biter.”

Yani; renkten maksat esası ve bekası olmayan geçici olan şeylerdir. Kendisi geçici olan şeyin zorunlu olarak sevgisi de geçici olacaktır. Buna rağmen yine de geçici olana sevdalanan sonunda pişman, gönül hastası, kişilik binası harap olur. Fani, geçici şeylere başlangıçta gösterilen sevgilerin, verilen sözlerin, edilen yeminlerin, çekilen zahmetlerin, hayal edilen mutlulukların yok olmasıyla yerlerine acı bir pişmanlık yüzünü gösterir. Arkasından yeis, keder, üzüntü akar gelir. Akıllı olan insan muhabbetini, sevgisini, aşkını ebedî ve ezelî olan Cenabı Allah’a bağlar. Hazret-i İbrahim gibi “üfüllerden: kaybolup gidenlerden, gidecek olanlardan, yıldız gibi, mehtap gibi, güneş gibi olsalar bile” yüz çevirir.

 “Keşke o kuyumcu baştanbaşa ayıp olsaydı ve çirkin bulunsaydı da, başına bu kötü hal gelmeseydi.”

Yani; Kuyumcu keşke görünüşte olan, şekil ve biçimle sınırlı olan güzellikten bütün, bütün uzak ve mahrum olaydı. Çünkü o ahmak çirkin olsaydı memleket ve ailesinden ayrılmazdı. Anlatılan zehirli şerbeti içmezdi. Kendini helak etmezdi. Bu beyti şerifteki yüce maksat, basit insanların çok heves ettikleri güzellik ve şöhretin felaketlere yok oluşa neden olduğu bildirilmektedir.

 “Kuyumcunun gözünden ırmak gibi kanlı yaşlar akıyordu, çünkü yüzünün güzelliği, canına düşman kesilmişti.”

Yani; Kuyumcu şerbeti içip hâli fenalaştıktan sonra ağlamağa başladı. Bu melâl dolu, perişan hâline sebep, kendine düşman ve asıl kötünün yine kendi güzelliği olduğunu anladı. Sûrî, (şekil ve biçimle sınırlı) güzelliklere ve şanlara güvenen kimse birçok defalar gözyaşı dökmeğe, zarar görmeye, durumunu, kararını kaybetmeye hazır olsun. Beklesin.

Kuyumcu: “Ben, avcının derisini soyup almak için saf ve temiz kanını döktüğü ceylanım” diyordu.

Yani; Kuyumcu kendini öyle bir hayvana benzetiyor ki yalnız ölüsünden yararlanılır. Derisini almak için onu avcı öldürür. Adi bir deriden ibaret olan bu süslü cildi onun helak ve yok oluşunun asıl nedeniydi, der. İnsanlarda çok şöhretler çok övünülen şeyler vardır ki ceylan derisi gibi sahiplerinin aleyhinde ne varsa peşine takar ve başlarına dert ve büyük zararlar getirirler.

“O kimse benden aşağı olan şey için beni öldürmüştür. Bilmez mi ki benim kanım uyumaz.”

Yani; Bu hikâyede kuyumcu, mal ve serveti simgeliyordu. Mal ve servet bir şahıs gibi düşünüldü. Nitekim uluslararası hukukta bir devlet şahıs gibi düşünülerek düzenleme yapılır. Bazı hikmetli eserlerde bazen kişiselliği olmayan bir kavram bir şahıs gibi düşünülür. Yazar, onun ağzından birçok kelimeler, cümleler kurar. Mevlana hazretleri, sınırsız akıl, ruh, mantık gücü ile hikmetli hikâyeleri arasında her hangi bir şahıs ağzından konuşur. Söyledikleri nutuk, son derece kudretli ifadeler, çok etkili beyanlar ve betimlemelerle doludur. İki tarafın ifadelerini zikretmek, Kuranı Azimü’ş Şan’ın yüce üslubundandır. Bu üslup onun sonsuz ve sınırsız belağatının gereğidir. Avrupa’nın yazar ve edipleri de bu kurala uyarlar.

Buralarını beyandan sonra kuyumcunun “beni öldüren bilmez mi ki benim kanım uyumaz” ifadesinin açıklamasına gelelim. “Kanım uyumaz” tabiri, katilin üzerine davet edeceği sonuçların büyük vahametini ima etmektedir.


– Birincisi; katil için, ebedi azap, hüsran ve zillet vardır.
– İkincisi; katiller hakkında siyasi olarak en ağır ve müthiş cezalar düzenlenmiştir.
– Üçüncüsü; öldürülen görünüşte yalnız bir kişi ise de, gerçekte nesil ve zürriyetinden kıyamete kadar hâsıl olması muhtemel olan birçok kişidir. Katil hepsini öldürmüş ve veballerine girmiş olur.
– Dördüncüsü; katil bütün toplumu, insanlığa kötü örnek olarak tehlikeye atmış, bir parçasını öldürmüş ve yok etmiş olur. Diğer kötülüklere ve maceralara sebebiyet vermiştir.
– Beşincisi; öldürülen kişinin annesini, babasını, çocuklarını, akrabalarını, katilin kendisini, yakınlarını, hüzün ve azap içinde bırakıp, umumun nefretini celp etmiştir.
– Altıncısı, katil velev ki,  birçok meşakkatle hükümetin adalet pençesinden kurtulsa bile, vicdan azabı ve sürekli korku ile kendine eza ve cefa vermiş, düzenini bozmuştur.

         Dünyanın en seçkin drama yazarı olarak kabul edilen Shakespeare, Macbeth (Makbet) isimli oyununda, katillerin vicdan azaplarını o kadar somutlaştırmıştır ki, insan okudukça o acıklı hâli görür gibi olur. Oyunun bir yerinde Macbeth isimli kişiyi, karısı kandırır ve yönlendirir. Evlerine gelmiş bir misafiri, gece uykudayken öldürürler. Cinayeti de öldürülen kişinin yanında bulunan iki adama yüklemeyi planlarlar. Önce o günahsızı içecekle sarhoş eder, sonra maktulün kanını adamın elbiselerine bulaştırırlar. Daha sonra o biçareleri idam ettirirler. Bu elem verici hadisede cinayete en çok cüret gösteren Macbeth’in karısıdır. Kadın görünüşte son derece cesurdur. Güya cinayete asla önem vermiyordur. Ama zaman geçtikçe vicdanının zehirleyici suçlaması ve azabı uyanır. Artık vicdan azabı öyle bir noktaya varır ki kadın gece yatağından fırlar ve daha uykuda iken dehşetli bir hâl ile odası içinde gezer ve sayıklar. Evlerinde bulunan bir ihtiyar doktorla hizmetçi bir kız bu halini görürler. Kadın ellerinde günahsız maktul misafirin kanının göründüğünü ve kanın kokusunu duyduğunu zannetmektedir. Bu korku ve dehşet hâlinde ellerini birbirine karıştırarak zannettiği vicdani dehşeti ve azabı yok etmeye çalışır. Ama başaramaz. Kan ellerinden asla çıkmıyor ve kanın kokusu gitmiyor saplantısı içindedir. Kadın yeis ve kederle feryada başlar: “Ah! Ah! Ah! Ellerimden kan çıkmaz ve çıkmayacaktır. Bütün dünyanın deryalarıyla ve sularıyla ellerimi yıkasam, nafile… Şu kan, ellerimden hiç gitmeyecek. Arap diyarlarının en güzel kokularını, ellerime sürsem, bu kan kokusu, ebedi kalacaktır.” Bu feryat ve kaygı durumunda, evinin kapısının çalındığını sanır. Cinayet meydana çıkıyor zanneder. Kendisini büyük bir korku kaplar. Her şeyden korkmaya başlar. Koşar yatağa girer. Düşer bayılır. Aklını kaybeder ve delirir.

“Duvarın gölgesi uzar ise de o gölge tekrar duvar tarafına döner.”

Yani: Her parça hangi yerden, hangi noktadan ayrılmış ise netice aslına geri döner. Nitekim günlerin bilinen vakitlerinde bir duvarın gölgesi uzun olur. O uzun gölge sonra yine çıktığı duvara doğru döner. Cinayet veya diğer filler de zamanın geçmesiyle mutlaka sahibine geri döner. Akıllı olan insan bu cihan imtihanında hayır işlemeye çalışmalıdır ki, iki cihanda mesut ve bahtiyar olsun.

“Bu dünya dağdır, bizim yaptıklarımız ses. Seslerin aksi yine bizim semtimize gelir.” Bu dünyada iyi bir şey yaparsan da, kötü bir şey yaparsan da, dönüp dolaşıp yankılanacağı, vuracağı yer, sensin. İyi bir şey yaparsan aksi sedası da güzel olur. Kötü bir şey yaparsan onun yankısı da kötü olacaktır.  Cihan bizim işimiz sestir. “Cariye, dertten kurtulup temizlenmişti” denmesindeki    maksat, Hekim’in tertip ve tedbirinden sonra “servetin ve vefasız olan her nevi arzu ve hevesin sevgisi ve tutkusu” elem vericidir, sonucu zararlıdır ve kirlidir. Nefis bunları bilince, geçici olan zararlı aşkı, manen öldürür. Kendini “nefsi mütmainne” (kemale ermiş nefis) derecesine yükselterek, diriltir demektir.

“ Ölülerin aşkı ebedi değildir. Çünkü ölü tekrar bizim tarafa gelemez.”

Yani; Ölümlü bir bedende aşk ve sevgi olmaması onun sevip bağlandığı hayat ve güzelliklerinin yok olucu olmasındandır. Ölümlüler de, dünyanın geçici güzellikleri de dünyaya bir daha geri dönemezler. Bedenler ise mutlaka yok olacaklardır. Arif olan insan ise öncelikle öyle ölümlülere sevgisini ve ruhunu bağlamaz. Sevgisini diri (Hay) ve ebedi (baki) olan, hakiki dost olan sadece Allah’a verir.

 “Diri olanın aşkı gönüldedir, gözdedir. Her dakikada goncadan tazedir, daha latifdir.”

Yani; Diri ve ölümsüz olan Allah aşkının varlığı daima güzelliğin en mükemmel hâliyle sürekli tazelenir. Çünkü İnsan, Allah’ın kudret ve merhameti gibi yüce isimlerini hatırladıkça, bunca varlık ve Rabbanî eserleri gözleriyle bile görebilir. Gördükçe İlahî aşk sürekli tazelenir, akıllara güzellik, hoşluk verici, kalplere hayat bağışlayıcı olur.

    Kısacası Allah ve elçisinin yoluna git, bu gerçek aşkı seç ve tat. Diğerleri zaten gelip geçicidir. Allah’a ve elçisine ayıracağın aşk ve sevginin yerini, diğer sevgiler kalbini tıka basa doldurmuşsa, kuyumcunun durumuna düşersin. “Ölür şeker içinde karıncalar” diyen Malezya atasözü, doğru söyler vesselam…                                                       Şemsettin ÖZKAN                                                                                          22.12.2019 KONYA

KAYNAKLAR

1-Mevlana, Mesnevi,(Türkçesi Tahirü’l Mevlevi), İst. 2006, Kırkambar kitaplığı

2-Mevlana Celaleddin Rumi, Mesnevi-Tam Metin-Ankara, Panama yay.

3-www.mevlanavakfi.com 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir