BİR KÖTÜ TAŞ BİR ALTIN KÂSEYİ KIRAR AMA NE TAŞIN DEĞERİ ARTAR NE DE ALTININ DEĞERİ DÜŞER

(Toplumsal İlişkiler 1623)

وَمَا قَدَرُوا اللّٰهَ حَقَّ قَدْرِهٖ وَالْاَرْضُ جَمٖيعاً قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ وَالسَّمٰوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمٖينِهٖؕ سُبْحَانَهُ وَتَعَالٰى عَمَّا يُشْرِكُونَ 

“(İnkârcılar, münafıklar ve DEİST sapkınlar) Onlar Allah’ın kadr-u kıymetini hakkıyla takdir edemediler. (Yaratılış sırrını ve kulluk imtihan programını bilemediler.) Oysa kıyamet günü yer (Dünya) bütünüyle O’nun (kudret) avucundadır; gökler de (film şeridi gibi) sağ eliyle dürülüp bükülmüş (bulunmaktadır. Yani bütün hayat, tabiat ve kâinat, ruh ekranımıza yansıtılan kader filminin görüntüleri olmaktadır.) O, onların şirk koştuklarından münezzeh ve yüce konumdadır.” (Zümer/67)

Bir kimsenin manevi valığı, özü, çekirdeği çok ama çok  önemlidir. Biz bir şeyin ne tür özelliklere sahip olduğunu, ancak o şeyin, nesnenin özüne inerek tanıyabiliriz.

            Gönlü geniş, ruhu gezginlerin yirmiikinci kuralı şudur:
“Hakiki Allah aşığı bir meyhaneye girdi mi, orası ona namazgah olur. Ama bekri aynı namazgaha girdi mi, orası ona meyhane olur. Şu hayatta ne yaparsak yapalım, niyetimizdir farkı yaratan, suret ile yaftalar değil.”

            Bu aşk usulü Şemsabad (Kitab-ü usul-i’l AŞK) adlı tarihi romanımızda nasıl işlenmiş bir görelim:

 “Yürüyordu, hep yürüyordu durmadan. Tefekkür ediyordu her zaman. Geceler ve gündüzler birbirini kovalıyordu, bıkmadan usanmadan. Güneş batıyordu yine dağların ardından. Bir rüzgâr çıkmış, ağaçlar dalga dalgaydı o an. Dağ tepe aşarak hep yürüyordu yabancı adam. Zıtların ahenginde dönen kâinatın esrarını “Rabbena ma halakte haza batıla” yani “Rabbimiz sen bunu boşuna yaratmadın!” boyutlarında çözüyordu bu esrarengiz adam. Hızla Konya’ya doğru yol alıyordu. Hocası şeyh Kemal’in sözleri aklından hiç çıkmıyordu:

“-Sen Fahreddin Iraki gibi bazı sırları şiirlerle ortaya dökmüyor, ifşa etmiyorsun. Yoksa senin gönlünde bir şeyler yok mu?” diye onun sükûtuna takılmıştı.

Esrarengiz adam:

“-Onların güzel söz söyleme ve şiir yetenekleri var. Tanık oldukları anlamları ve sırları, edebiyatla, halkı incitmeden söylemeyi çok iyi bilirler. Benimse buna gücüm yok” deyip boyun bükünce, Şeyh Kemal Cendi:

“-Sakın ola ki, üzülme. Sana öyle bir sohbet yareni, öyle öz ve söz ustası bir eren nasip olacak ki, öncenin ve sonranın tüm ilimlerini, senin adına şiirle kaleme alıp, tüm dünyaya duyuracak.” Demişti.

          İşte bunun için, bu gönül dostunu, ruh ikizini bulmak için, yollardaydı esrarengiz adam. Ondan ıraktaydı, uzaktaydı. Sözde herkes ‘gözden ırak olan, gönülden de ıraktır’ diyordu. Ama gönle giren, gözden ırak olsa, ne yazardı ki? Daha onu, görmeden sevmişti. “Benim hem şeyhim, hem de müridim”   diyordu onun için.  

           Yine gece olmuştu. Kasım ayında geceleri, Konya ovasındaki geniş bozkırlarda, daha da bir ayaza çekiyordu. Konya’ya yaklaştığını hissetti. Uzaktan, şehrin silueti görünüyordu. Ayın şavkı, Konya surlarının üstüne vurmuştu. Nöbetçi muhafızların, kalkanlarının ve mızraklarının ucuna da vurunca, ayın ışığı, daha çok kırılıyor ve yansıyordu. 

          Ağzındaki dilinin aksine, içindeki ses hiç susmuyor, kendi kendine konuşuyordu:

“-Allah’ı arıyorsan onu boşuna yerlerde ve göklerde arama! Çünkü Allah; ‘Yerlere göklere sığmam, ama mümin kulumun kalbine sığarım” demiyor mu? İşte ben de, tam böyle bir kulu, arıyorum. İşte bu yüzden, bu kargaşa ortamına bile aldırmadan, buralara kadar geldim. Diyarı Rum’a, kanat açtım. Rüyalarıma dahi giren, o gönül dostu, demek burada yaşıyor. Merhaba Konya! Ne mutlu sana böyle bir madeni bağrında taşıyorsun. Bana deseler ki, baban mezarından kalkmış seni bekliyor, gitmem, ama Mevlana Muhammed Celaleddin Rumi için, dünyanın en uzak köşesinde bile olsa, gece gündüz demem giderim. Niyetim halisane, onun uğruna canımı bile veririm.

          Yolda gelirken şahit olduğu, o güzel aşığı, hatırladı birden. Adam sürekli kırbaçlandığı halde, hiç sesi soluğu çıkmıyordu. Şaşırmamak mümkün değildi. Kırbaçlandıkça, sanki daha da, vurdumduymaz oluyordu. O şaşkınlıkla, peşine düşüp, niçin kırbaçlandığını sorunca, bir kadına âşık olduğundan, bu duruma düştüğünü söylemişti adam. Neden bu acılar karşısında bağırmadığını, sesinin çıkmadığını sorunca, adam ona;

“-Sevgilim olan kadın, kalabalığın içinde, bana bakıyordu. O bana bakarken, ben nasıl ah, vah ederim, bağırırım ki? ”demişti. Öyle deyince adama, kendinden geçip, kulağına şöyle dediğini hatırladı ve bir kez daha kendinden geçti:

“-Tüm evreni yaratan Allah’ın, seni devamlı izlediğini, sürekli gördüğünü, bilseydin ne yapardın ey âşık?” Kendine geldiğinde, o âşık adamın da, kendinden geçtiğini  görmüştü. 

          Konya’nın enbiyalarının ve evliyalarının yattığı, bir mezardan geçerken, onlara selam verdi ve şehirlerine girebilmek için, onlardan izin istedi. Onlar da, ona izin verdi. Çeşme kapıdan, daha yakın mesafeden, şehre giriş yapacakken, meydan kapıdan girerek, yolu biraz uzattı. Çünkü edeben onları, görmemezlikten gelip geçemezdi. Nöbetçi muhafıza, geceyi geçirebileceği, en yakın hanı sordu. 

Nöbetçi muhafız:

“-Sağdaki sokağın içinde, Şeker furuşan hanı var, derviş baba. Orada konaklayabilirsin” dedi. 
Sokağa sapınca hancı onu kapıda karşıladı:

“-Ağşam, ağşam ne yanna doğru gidiyon gari babalık?” 

 “-Geceyi geçirebileceğim bir yer arıyorum.”

“-Kapıcık, dipicik, orası senin burası benim dolanmana üluzum yoğ en gözel han, şeker füruşan. Soğna dimedin dime.”

“-O zaman ver şu odanın anahtarını.” 

“-Sen kimsin babalık?”

“-Bu biraz zor soru, hele bir düşüneyim, bir otur da kim olduğumu sana anlatayım.”    

“-Allah, Allah yahu, ne kadar zor soru sorıvırmışım? Habarım yoğ, babalık yav!”

“-Bundan önce büyük bir zat gelmiş geçmişti. Adı Âdem idi. İşte ben onun oğullarındanım.”

“-Anovv!..  Babalık, sen öyle ağnadınca benim gafamın öğnü, bi yanna kiddi, argası bi yanna.”

“-Niye?”

“-Taa, Âdem atamızdan başından, ağnatmaya başladın da ooo, ben şinci, nöğürecem di, düşünüyom, en iyisi mi zabahınan  devam idelim, seni şindi fazla ayakda dutumayım. Al şu anahtarı sen babalık.”

“-…………….”

       Konya, Konya olalı, böyle bir adam görmemişti. Yeme, içme ve uyuma problemi olmayan bu esrarengiz adamı, Konya’nın hancısı anlamamıştı, yolcusu da anlamayacaktı. Çocukluğundan beri, Muhammedi muhabbetle ve neşeyle coşup coşup taşan, bu esrarengiz adam, âşıklar topluluğunun değil, maşuklar topluluğunun doruklarında seyran eden, bir gayb güneşi olduğu için, ona ayak uydurmak ve onun daldığı derin sulara dalmak, çok zordu. Anlamayanları çok olduğu için de, arkasından konuşanların sayısı da çok olacaktı.

        Ama olsun dedi, esrarengiz adam; ‘şu hayatta, ne yaparsak yapalım, niyetimiz değil miydi farkı yaratan? Şekiller ve etiketler değildi. Gerçek Allah dostu, meyhaneye de girse, orası ona mescit olur, aynı mescide sarhoş girse, orası da ona, meyhane olur. Ne de olsa hancı, pek anlamasa da iyi niyetliydi, sabahleyin devam edelim, sen şimdi uzaktan gelmişsindir, yorgunsun diyordu.

       Dede Korkut da; “bir kötü taş bir altın kâseyi kırar, ama ne taşın değeri artar, ne de altının değeri düşer” derken, aynı şeyi anlatır aslında.

Şemsettin ÖZKAN
05.12.2024 GÜZELYALI

KAYNAKLAR
1-kuran.diyanet.gov.tr
2-kuranmeali.com
3-pixabay.com
4-Şemsettin ÖZKAN, ŞEMSABAD (Kitab-ü usulîl AŞK) adlı henüz basılmamış tarihi romanımdan alıntı

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir