BİR CANIM VAR AMA YÜZ BİN BEDENİM VAR CANIM CANINA KARIŞMIŞTIR BİRLEŞMİŞTİR SENİ İNCİTEN HERŞEY BENİ DE İNCİTİR

(Toplumsal İlişkiler 1269)

وَلَمَّا دَخَلُوا عَلٰى يُوسُفَ اٰوٰٓى اِلَيْهِ اَخَاهُ قَالَ اِنّٖٓي اَنَا۬ اَخُوكَ فَلَا تَبْتَئِسْ بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
(Nihayet) Yusuf’un yanına girdikleri zaman, o (öz) kardeşi  (Bünyamin’i tanıyıp kenara çekti ve) bağrına basarak; “Ben senin gerçekten kardeşinim. Artık onların yaptıklarına üzülme!” demişti.” (Yusuf/69)

Hz. Mevlana; “bir canım var ama yüz bin bedenim var. Canım canına karışmıştır, birleşmiştir. Seni inciten herşey beni de incitir” derken, Hz. Şems-i Tebrizi’ye düşkünlüğünü, ona yapılan haksızlıklar, kıskançlıklar ve incitici davranışlara adeta kol kanat gerercesine konuşur ve ortadan kaybolan insan sarrafı güzel dostunun bulunması için olağanüstü bir çaba sarfeder. Bu durum Şemsabad (Kitab-ü usul-i’l aşk) adlı tarihi romanımızda nasıl anlatılmış görelim:

                  28. USÛL

“Mazi, zihinlerimizi ihata eden bir sis bulutundan müteşekkildir. Âtî ise, müstakillen, bir hayal perdesi. Ne istikbalimize malûm oluruz, ne de mazimizi tâdil edebiliriz.”   

(Geçmiş zihinlerimizi kaplayan bir sis bulutundan ibaret! Gelecek ise başlı başına bir hayal perdesi. Ne geleceğimizi bilebilir, ne de geçmişimizi değiştirebiliriz.)

BİZİ BİZDEN BAŞKASI ZATEN AYIRAMAZDI. BİZE BUNU BİZDEN BAŞKASI YAPAMAZDI. AH BE SEVGİLİ! HAMDIM BELKİ AMA PİŞTİM YANDIM. ZATEN BENİ SENDEN BAŞKASI YAKAMAZDI.

             Mevlana Şems’in birdenbire ortadan kayboluşuna çok ama çok üzüldü. Şems gitmişti ama Mevlana’da can evinden vurulmuştu. Şems gitsin de Mevlana bize kalsın diyenler de büyük bir hayal kırıklığı yaşıyorlardı. Mevlana Şems’i kaybetmenin acısıyla yanıp yakılıyor, dertli dertli şakıyordu:

“-Ey nida eden kişi! Nerede bir topluluk görürsen bağır. ‘Ey Müslümanlar, hiç kaçmış bir kul gördünüz mü?’ diye.

“-Ondan bir işaret bildirene, ondan bir nükte söyleyene, müjde olarak canımı vereceğim.”

           Rebabın inleyişi gibi feryadını bu kez de Şems’e yöneltiyordu:

“-Ayna gibi yüzünden hayaller topladım. Şimdiyse bak da gör yüzüm nasıl sapsarı, nasıl bumburuşuk.”

“-Senin sıcaklığınla pişmiş bir somun gibi al al oldu yüzüm. Şimdi bayat ekmek gibi ufalanmış, yerlere saçılmışım. Gel de yoldaki topraklardan topla beni.”

“-Gel, gel ki ayrılığınla ne akıl kaldı bende, ne din … Şu yoksul gönülden karar da gitti, sabır da. Yüzümün sararmasını, gönlümün derdini, can evimdeki yanışı sorma.” 

            Şems gitmesine gitmişti ama Mevlana sürekli Şems’i sayıklıyordu, her sözünde onu anıyor, hep onu söylüyor ve hep onu arıyordu:

“-Ey Tebrizli Şems! Bu seferden dön, gel Allah aşkına.”

“-Aşk delidir, ama biz delinin de delisiyiz. Nefis kötülükler emreder. Ama biz onu çoktan buyruğumuz altına almışızdır.”

“-Biz bir tek aşka tutulmuşuz. O aşkla oyalanmadayız.”

“-Ey zamanede sevimli yar! Nasılsın bensiz?                         

   Ey dert taşım, gam ortağım dildar! Nasılsın bensiz?

   Ben sensiz harabım, soldum hazan yaprağı gibi,

   Sen genç ve dinçsin tıpkı bahar, nasılsın bensiz?” 

        Şems’in kayboluşu Mevlana yanardağındaki lavları büsbütün patlatmıştı. O artık kor halini almış feryatlarıyla ciğerleri dağlıyordu:

“-Aşk geldi adeta damarımda, derimde kan kesildi. Aşk geldi beni kendimden aldı. Aşk geldi beni sevgiliyle doldurdu.”

“-Vücudumun bütün hücrelerini sevgili kapladı. Benden geriye kalan, sadece bir isim. Ondan ötesi, hep o…”

“-Bizi, bizden başkası, zaten ayıramazdı. Bize bunu, bizden başkası yapamazdı. Ah be sevgili! Hamdım belki ama piştim, yandım. Zaten beni, senden başkası yakamazdı.”

      Gerçekten de, Şems’ten başkası Mevlana’yı yakamamıştı. Onu yakan bir Şems’ti. Ona gönül gözüyle bakanlar, artık Mevlana’yı değil, aşka dönüşmüş, aşktan ibaret olmuş, aşkın rengine tamamen boyanmış birini görüyorlardı. Kendi varlığından boşalmış, aşkla dolmuştu Mevlana.

         Mevlana’daki bu müthiş duygu durum, etrafındakilerin yüreğini yumuşatmış, merhamete getirmişti. Şems’e kin ve düşmanlık besleyenler yaptıklarına pişman olmuşlardı:

“-Özür dileriz, bir yanlışlık yaptık.”

“-Bir daha böyle kindar olmayacağız.”

“-Şems hazretlerinden de, özür diliyoruz.”

“-Bir anda sizi, elimizden aldı zehabına kapıldık.”

“-Tövbe istiğfar ediyoruz.”

“-Bugünden tezi yok onu her yerde arayalım.”

“-Nerede ise getirelim.”

“-Etrafa haberler salalım.”

“-Hemen onu bulalım.”

“Siz olmazsa mektuplar yazın, götürelim.”

“-Heyetler halinde gidip, gelmesini sağlayalım.”

“-Değerli hediyelerle kendisini teçhiz edelim.”

         Mazeretler ve teklifler uzayıp gidiyordu. Mevlana onların özürlerini kabul etti. Büyüklüğünü göstererek onları affetti. Bu arada Konya’nın her yerinde ve çevresinde Şems’i arıyor ve arattırıyordu. Bütün Konya adeta seferber olmuş, dağ tepe her yerde Şems’i arıyorlardı. Ancak Şems’ten bir iz dahi bulamıyorlardı. Sanki yer yarılmış içine girmişti. Konya ve etrafından ümit kesilince, halka genişletildi civar illerde aranmaya başlandı. Halka sürekli genişletiliyordu. Tebriz’e gittiği söylendi. Doğup büyüdüğü yere, haberler salındı, bulunamadı. Şems’in son konuşmasını, hafızasında canlandırmaya çalışan Mevlana, birden, onun ‘murad-ı ilahi, bizim Şam’a gitmemizi istiyor’ sözünü hatırlayıverdi. Şems’i aramak için birkaç kez Şam’a gitti. Bu arayışlar bir teselliydi:

“-Biz Şam’ın aşığı ve delisiyiz. Biz Şam’a canımızı vermişiz. Gönlümüzü bağışlamışız. Üçüncü kez Rum’dan Şam’a koşu-yoruz. Çünkü biz Şam’ın gece gibi karanlık saçından kokular sürünmüşüz. Hak güneşi Tebrizli Şemseddin eğer oralarda ise, biz Şam’ın efendisiyiz…”

       Şam’da da Şems bulunamadı ama manen onun varlığını hissetti:

“-İster onu gör, ister beni, ey arayan kişi! Ben oyum, o da ben.”  Her şeye rağmen, arayanlara;    

“-Onu, Şam’da aramaya devam edin,” talimatını verdi.

         Nihayet birkaç ay sonra Şems’in Şam’da gözüktüğü haberi alındı. Mevlana o kadar çok sevindi ki, daha o gün ilk mektubunu satırlara döktü:

“-Ey gönlümün ışığı gel! Ey dileğim, ey amacım, gel! Ey seven, ey sevilen, bilirsin ki yaşamamız senin elinde… Sıkıntı etmeden ne olur gel! İnat etmeden gel! Gel, ey hüdhüdlere sahip Süleyman, gel! Lütfeyle bize gel! Ey vefalar gösteren, ey seven, sevilen dost! Kerem eyle gel!    Ayrılığın bitirdi bizi. Sözünde dur lütuf sahibi, kusuru ört, iyilik et… Gel! Araplar ta al der, Farisiler biya… Gel demektir, bunlar. İşte gel de, nasıl gelirsen gel, yeter ki gel!

Gelirsen murada erer, açılır gülerim. 
Gelmezsen perişanım, yok olur giderim. 
Gel, gel diye candan, gönülden seslendiğim.
Gel, artık durma, gel!
Ey Tebrizli Şems, gel!
Çabuk ne olur gel!
Dur, sakın! ‘Hayır’ deme!
Sana evet, hayır demek yakışmaz.
Gelmek yakışır, gel!”

        Mektubunu özel bir haberciyle gönderdi göndermesine de, aylar geçmesine rağmen, mektubuna bir cevap alamadı. Bu  sefer ikinci mektubunu yazdı:

“-Derde düşenin ilacı nedir söyle?” diye bin bir yakarış ve gözyaşlarıyla ıslanmış, bir mektuptu bu. Ancak bu mektupta cevapsız kaldı. Mevlana eridi, sararıp soldu.

         Mevlana’daki bu yangınları ranta dönüştürmek isteyen bazı sahtekârlar ona;

“-Hazreti Şems’i şurada gördüm, burada gördüm,” diye aklı sıra müjde verip, haber uçuranlara bol bahşiş veriyordu. Çıkarıyor üstündeki hırkasını veriyordu.

          Mevlana’nın bu yanık halini bilen biri:

“-Ya Mevlana! Geçenlerde Hz. Şems’i Şam’da gördüm,” deyince Mevlana derhal üzerindeki hırkasını çıkarıp o adama verdi. Adam hırkayı alıp gidince etrafındakiler şaşkın şaşkın bir Mevlana’ya bir çekip gidene bakarak;

“-Pirim! Yalan, dolan bu adam! Onun, bırakınız Şam’da Halep’te Şems’i görmesini, Konya’da bile, görmemiştir.” Dediler. Mevlana onlara, ‘gerçek dost nasıl olur?’ mesajını şu cümlelerle verdi, hem de uygulamalı olarak;

“-Biliyorum kardeşler, biliyorum. Yalanının kuyruk salladığını gördüm. Ama ben, onun yalanına hırkamı verdim. Eğer adam gibi, doğru söyleseydi, sadece hırkamı değil, canımı da verirdim.”

         Nihayet hazana dönmüş, bir gönlün hıçkırıklarıyla, sabırla olgunlaştırdığı, üçüncü mektubunu yazdı.

         Şems’te ona, aynı coşkunlukta, cevap verdi. Daha doğrusu dayanamadı, bu ciğeri ayrılıktan pare pare olmuş, yanan dostuna. Ondaki pişme evresinin çoktan geçtiğini, bu ayrılıkta, son evresi olan, yanma aşamasına, geldiğini hissetti. Bir yıl çoktan geçmişti. Mevsim bahardı. Günler su gibi akıp gitmişti. Geçmiş, zihinlerimizi kaplayan bir sis bulutu gibi geçip gitmişti. Gelecekse başlı başına bir hayal perdesiydi. Ne geleceğimizi biliyorduk ne de geçmişimizi değiştirebileceğimizi. Onun için, şimdiki zamanı, tez elden, iyi değerlendirmek lazımdı. İçinden;

“-Mevlana dostumuzu, artık fazla üzmemek gerekir.” Dedi.

       Mektubu eline alan Şems, onu sevgi ve hürmetle okudu:

“-O yüce efendinin, ömrü uzun olsun. Allah, onun koruyucusu olsun.” Diyor, onun geleceğine ve zatına dualar ediliyordu. Okurken, Şems’in gözleri yaşardı, tıpkı yazanın da, yazarken gözlerinin yaşardığı gibi.

      Gelen ulağa aynı coşkunluk ve özlemlerle dolu bir mektup yazarak karşılık verdi. Mevlana mektubu alınca sevinç gözyaşları döktü. Cemrelerin hepsi, baharla gönlüne düştü:

“-Yürüyün ey erler! Sevgiliyi getirin.

    Bizden kaçan o özel olanı getirin.”

         Şems’in yazdığı mektup, Mevlana’yı harekete geçirdi. Oğlu Sultan Veled başkanlığında 20 kişilik bir heyeti Şam’a gönderdi. Çok değerli hediyeler, paralar pullar hazırlanarak içlerine Mevlana’nın dördüncü mektubu da konuldu.

           Bir buçuk ay süren yolculuğun sonunda Sultan Veled Şam’a vardı. Önüne gelene;

“-Hazreti Şems, adında bir dervişi tanıyor musunuz?” diye sordu. Nihayet birisi;

“- İlerideki sokağın içinde Ayn’ül Hayat kıraathanesinde, satranç oynar, oraya bir bakarsanız belki bulabilirsiniz.” Dedi.

            Sultan Veled babası gibi çok şık giyinirdi. Şehzade gibi kaftanlar içinde kahveye girdi. Etrafı kolaçan edince Şems hazretlerinin, bir hasırın üstünde oturmuş, rahlenin üzerinde duruşundan Yahudi’ye benzeyen biriyle satranç oynadığını gördü. Bir anda başını çeviren Şems hazretleri sadece gülümsedi o kadar;

“-Niye geldin?” dedi.

            Sultan Veled, babası gibi, ayakta durup, sağ elini kalbine koyup, başını sol omzuna doğru eğdi ve Şems’in hasırın kenarındaki önceden bildiği ayakkabılarını Konya’ya doğru çevirdi. Babam seni bekliyor diyemiyordu edebinden. Nezaket-i Muhammediyye’ye ters düşer diye düşündüğünden böyle bir jest yapmıştı. Çünkü Şems, bir gönül sultanıydı, ona bir şey demeye gerek yoktu. Satranç oynayan Yahudi, çok şaşırmıştı. Servete, mala düşkünlüğüyle tanınan Yahudi, şehzade kılıklı bu adamın, Şems’in karşısında, nasıl iki büklüm durup, itibar ettiğini görünce, şok geçirdi. Şems’in nazarıyla, yere düştü ve onun elini ayağını öpüp, şehadet getirdi.

Hz. Şems;

“- Eğer Sultan Veled gelmeseydi, seninle biz daha çook, satranç oynardık. Çünkü kalbindeki putu yıkmakta zorlanıyordum, ama bir şehzade gelip de, bana saygı gösterince, bana karşı gönlündeki bütün putlar yıkılıverdi.” Dedi.

        Sultan Veled, getirdiği hediyeleri, onun ayaklarına serdi. Şems hazretleri, içlerinden sadece mektubu alarak;

“-Bizi altın, gümüş, mal, mülk elde edemez. Sadece Muhammed huylu Mevlana’mızın daveti, yeterlidir. O güzel insanın, davetine icabet etmemek, mümkün müdür?” dedi. Heyetin getirdiği para altın eşya ne varsa hepsini fakir fukaraya dağıttı. Yanında hiçbir eşya bırakmayarak varını yoğunu infak etti ve Konya’ya gitmek üzere yol hazırlıklarına başladı.

Şemsettin ÖZKAN

17.12.2023 GÜZELYALI

KAYNAKLAR

1-kuran.diyanet.gov.tr

2-kuranmeali.com

3-Şemsettin ÖZKAN, ŞEMSABAD (Kitab-ü Usul-i’l AŞK) adlı henüz basılmamış tarihi romanımdan alıntı

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir