(Toplumsal İlişkiler 1987)

ثُمَّ تَوَلَّوْا عَنْهُ وَقَالُوا مُعَلَّمٌ مَجْنُونٌۘ
“Sonra da onun hakkında, “Bu adam, Yahudi ve Hıristiyan bilginler tarafından eğitilen ve kendisini Peygamber zanneden bir akıl hastasıdır!” diyerek onun getirdiği mesajdan yüz çevirmişlerdi.” (Duhan/14)
Sosyal medyada kime ait olduğu belirtilmeyen çok güzel bir söze rastladım. Şöyle deniyordu;“akıl baştan çıkarsa; “deli” diyorlar. Sen dünyadan çıkarsan; “ölü” diyorlar. Dünya senden çıkarsa; “veli” diyorlar.”
Deli, ölü ve veli her biri bünyesinde metafizik unsurlar barındıran tılsımlı kelimeler. Delilerin veli olma ihtimalleri de var. Ölü ise dünya boyutundan çıkmış, ruhu ahirete irtihal etmiş, dünyada sadece cesedi kalmış varlıktır.
Gilbert Keith Chesterton; “deli aklını yitirmiş insan değildir deli aklından başka her şeyini yitirmiş insandır” derken delinin sanıldığı gibi akılsız olmadığını ima eder.
Delilik nasıl bir tecrübe ve deneyim acaba? Ruhun tam bir özgürlük halimi, yoksa o ruhun her bir yanından pörsülenmiş, dikilmiş envai çeşit yama yapılmış, ama yama da tutmayan yırtık, pırtık durumu mu? Sahi delilik ne, hele hele delinin delisi olmakta neyin nesi?
Görünüşe bakılırsa akıl ve ruh dengesi bozulmuş olan, akıl ve ruh sağlığı yerinde olmayanlar için kullanılan bir kavram. Bu kelimeden türetilen bir sürü deyim ve atasözü var. Deli gömleği, deli ırmağı, deli balı, deli rüzgârı, deli poyrazı, deli divane, deli saraylı, akıllı köprüyü arayıncaya kadar deli suyu geçer. Atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli derler. Deliye kandıysan gerçekten delisin demektir.
Hz. Mevlana “aşk bir delilikse, biz delinin delisiyiz” der. Gerçekten de aşk bir deliliktir. Deli olmayanın âşık olması söz konusu değildir. Aşkın sınır tanımamasıyla delilerin sınır tanımaması ve her ikisinin de özgürlükçü bir yapıya sahip olmaları her ikisinin de ortak yanlarıdır. Whitehead “bir deli akıllıya çok şey öğretir ama bir akıllı bir deliye bir şey öğretemez” derken lafı, delilerden daha çok şey öğreneceğimiz var, demeye getirmektedir.
Delilikten veliiğe giden yolda Mecnun var. Leyla’yı ararken Mevla’yı bulan o Mecnun da deli değil miydi? Adı üstünde Mecnun, yani deli. Aşktan aklını yitirmiş sözde bu Mecnun. Amma ne sözleri var onu duyanlar veli gibi sözlerini duyunca şaşırıyorlar.
Mecnun Leyla’nın aşkıyla ceylanlarıyla o tepe bu tepe çöllerde dolaşırken, bir dervişin önünden geçer. Derviş; “ ağır ol bakalım, seksen yıllık ibadete durmuş birinin önünden geçmeye utanmıyor musun?” diye çıkışır. Mecnun boynunu büküp; “kusura bakma derviş baba! Leyla’nın aşkıyla bu çöllerde dolaşırken seni fark edememişim. Ya sen, seksen yıllık ibadete durmuşken beni nasıl fark ettin?” der. Ne laf amma, ne laf öyle. Bu deli sözde, lakin ağızdan çıkan söz veli. Onlar için bir nevi olayların iç yüzüne vakıf olmuş insanlar da diyebiliriz. İlimleri de “ilm-i ledün” denilen bir ilimdir. Bu veliliğin en üst makamıdır. O zaman bu ilmi biraz açalım:
Gayb; göz önünde olmayan; alamet ve emmare ile bilinemeyen, hakkında delil bulunmayan, gizli olan manalarının yanında; His ve aklın ötesinde kalan, insan tarafından kavranamayan ve manevi âlem manalarında açıklanır. Bir de GAYB ERENLERİ vardır ki Cenabı Hakk’ın kudretinden ikrama layık görülmüş bu kişiler; özel bir ordu disipliniyle hareket ederler. Anadolu kültüründe adları ÇARIKLI ERKAN-I HARPTİR. Bu çarıklı erkânı harbin kurucusu ve başkumandanı Hz. HIZIR (a.s)’dır.
‘’HIZIR GİBİ YETİŞMEK’’ deyimi halk kültürümüzde önemli bir deyimdir. Çok sıkıntılı bir zamanımızda geliveren, sıkışık-darlık zamanlarında yardımda bulunan insanlar için bu nitelemeyi kullanırız. Deyimin aslı ise tabi yine Hz. Hızır’ın misyon ve vazifesine dayanıyor… ESRAR İLMİNİN BAŞKUMANDANI HZ. HIZIR(A.S) DIR
Biz Hz. Hızır’ı Kuran’daki ayetlerden tanıyoruz. Bu ilmin sırrı da çilingiri de KEHF SURESİ’NDE. 60 ve 82. ayetlerde (KEHF SURESİ) anlatılan Hz. Musa ve HIZIR arasında geçen seyahat esnasında yaşananlar İLM-İ LEDUN, (İLM-İ BATIN, HAVAS’ÜL HAVAS) tarif eder.
Yaşananlar bu ilmi; yaşatan ( HZ. HIZIR) bu ilmin adamlarının vazifesini ve maiyetini bizlere açıklamaya kâfidir. Bu ilmin lütfedildiği kişiler MURAD’LARDIR. Yani bir irşat edicinin talebesi olmakla bu ilim elde edilemez. Âlim olmak, mürşit olmak ayrı bir sanat…
MÜRİT Allah’ı arayan ve bulan kişidir. MURAD ise Cenabı Mevla’nın bulduğu-seçtiği. Mürit iradesine bağlı olarak gevşek davranabilir, yapamayacağım diyebilir ancak MURAD’IN böyle bir hakkı yoktur. Zira vazifelendirme padişahtan geliyor, reddedilemez. Son derece zahir ve batın ilimlerde yüksek derece yetişmiş birisi bu ilmin mümessili olduğu gibi, hiç okumamış hatta birkaç surenin dışında sure bilmeyen insanlar bile bu gayb ordusunun neferi olarak vazifelendirilebilir. Yani MUHYİDDİN-İ ARABİ gibi bir ilim zirvesi yanında az sonra değineceğimiz LADİK’Lİ AHMET AĞA gibi bir ümmi zat-ı muhterem de olabilir. Bu lütuf sahibinin tasarrufu cevahirini yaratanı bilir. Bu ilim çoğunlukla tanımadığınız bir PİR-İ FANİNİN sekerat halindeyken size içirdiği bir tas SU’YLA bazen de yedirdiği herhangi bir yiyecekle açığa çıkar. (Nitekim Ladik’li Ahmet Ağa da 1. Dünya Savaşı’nda Kanal harekâtı sırasında vurulup öldü diye bırakıldığı bir sırada bir atlı tarafından SU içirilerek tayyi mekan yaptırılır.)
“Bir gün, pilot Teğmen uçağı ile eğitim uçuşu sırasında, uçağı arıza yapıyor ve bir tarlaya mecburi iniş yapmak durumunda kalıyor. Her ne kadar yerde arızayı gidermiş ise de, uçağın bu tarla üzerinden kalkmasının imkânı yok. Bulunduğu yer öyle ıssız ki çevrede canlı yok. Hocam (Hz. Hızır) emir verdi:
“- Ahmet, git şu pilot Teğmen’e yardım et, uçağını kaldır,” dedi.
Hemen geldim, pilot çaresizlik içerisinde bocalamakta, ne yapacağını bilememekte idi. Selam verdim;
“- Ne yapıyorsun delikanlı?” Dedim.
O da durumunu anlattı. Ben dedim ki:
“- Oğlum sen uçağı çalıştır, kalkış için ben sana yardım edeyim!”
Şaşırmış bir halde:
“- Nasıl yardım edeceksin?” Dedi.
“- Sen çalıştır, ben uçağı kaldırayım,” dedim.
“- Hacı Baba kaç tonluk dört motorlu bir uçak? Nasıl kaldıracaksın?” Dedi.
“- Yavrum! Sen çalıştır bakalım,” dedim.
“- Neyse çalıştırayım bakalım,” dedi ve uçağı çalıştırdı.
Allah’ın izniyle:
“- Bismillah, ya Allah” deyip, yardım edip uçağı kaldırdık ve uçup gitti. Pilot der ki:
“- Hacı Baba uçağı kaldırıp da, uçak havalanınca, uçağın kuyruk tarafına oturduğunu gördüm” ve;
“- Eyvah, Hacı Baba düşecek,” dedim.
Bir müddet sonra, Hacı Baba bulunduğu yerden kayboldu.
Ben yine;
“- Eyvah! Hacı Baba düştü,” diye müteessir olmuştum.
Mensup olduğum karargâha varıp durumu ve başımdan geçenleri kumandanıma anlattım. Kumandanım bana;
“- Maneviyat adamlarından biri sana yardım etmiş, dedi.”
Pilot Teğmen bu maneviyat adamları nerede bulunur acaba, diye araştırma yapıyor. Şarkta filan yerde var diyorlar, tarif edilen kimseyi buluyor; fakat aradığı ve gördüğü değil. Böyle birçok yerleri geziyor. Nihayet bir gün Konya’da Ladik’li Hacı Ahmet Ağa’yı haber veriyorlar.
Konya’ya gelip Hacı Ahmet Ağa’yı soruşturuyor, kendisine Ladik kasabasını tarif ediyorlar. Bir arkadaşı ile taksiye binip Ladik’e geliyorlar. Hacı Ahmet Ağa’yı sorarak odasını öğreniyorlar. Pilot, Hacı Baba’nın odasına girip de, kendisini görünce;
“- Hah, işte bu amca” deyip, eline ayağına sarılıyor.
Hacı Ahmet Ağa;
“- Oğlum benzetmiş olabilirsin,” diye gizlenmeye çalışırsa da.
Pilot;
“- Hayır yanılmıyorum, o sendin,” diyordu.
Son olarak bir örnek daha verelim. Zira bu konu çok derin biteceğini zannetmiyorum. Gönenli Mehmet Efendi Sultan Ahmet Camiine tayin edilince çevreyi inceleyip fakir fukaralarla ilgilenmek ister. O mahallede oturan ama (kör) birinin yaşadığını öğrenir ve ziyaretine gider. Selam verir:
“- Efendim ben Sultan Ahmet camisine yeni imam olarak geldim. Hem sizleri ziyaret hem de üzerime düşen bir vazife olursa onu ifa etmek isterim,” der. Ama adam:
“- Hoş geldiniz hoca efendi! Allah razı olsun” diye mukabelede bulunur. Gönenli Mehmet Efendi:
“- Maaşınız falan var mı?” Diye sorunca adam;
“- Hayır, yok” cevabını verir. Hoca efendi:
“- Başka yerden falan bir geliriniz var mı?” Der.
Ama adam:
“- Hayır, herhangi bir gelirim yok,” deyince hoca efendi:
“- Peki, neyle geçiniyorsunuz?” Diye sorunca, ama adam bir öfkelenmiş bir öfkelenmiş:
“- Bundan size ne efendi? Bir de imamsınız, Rızık kimdendir hoca? Gidebilirsiniz” diye bir de hoca efendiyi tersler.
Hoca efendi mecburen çıkmak zorunda kalır. Ancak o gün gözünü bir türlü uyku tutmaz. Sabahı zor eder. Ertesi gün tekrar gider ama(kör) adamın kapısını çalar. Ama içeriden;
“- Kimsin?” Diye seslenince, Hoca efendi;
“- Dün kovduğun yüzsüz imam,” diye cevap verir.
“- Gene niye geldin?” Deyince hoca efendi;
“- Hiç efendim, ziyaretinize geldim. Beni bin kere kovsanız da yine geleceğim,” der. Ama adam;
“- Adın ne senin?” Hoca efendi:
“- İsmim Mehmet Öğütçü, efendim. Gönenli Mehmet Efendi diye tanırlar,” diye karşılık verince ama adam bu cevabı işitince birden duraksar içeriye buyur eder;
“- Kusura bakma hocam dün kalbini istemeden de olsa kırdım. Hakkını helal et!” Der. Hoca efendi:
“- Estağfirullah efendim! Sizin gözleriniz görmez, kimsenin yardımına hacet duymuyorsunuz, bu nasıl oluyor? Sırrınız nedir meraktayım,” deyince ama adam;
“- Benim sırrım şu hoca efendi! Ben her gün kuşluk namazını kıldıktan sonra;
“- Ya Rabbi kuşluk senindir, güzellik senindir, nimet ve her şey senindir. Eğer rızkım gökte ise yere indir, yerde ise çıkar. Uzakta ise yaklaştır. Haram ise helal et. Dar ise genişlet ve elime ilet!” diye dua ederim. Sonra ellerimi yüzüme sürer sürmez, biri gelir sağ dizime vurur; “aç elini!” der. O günkü ihtiyacımı verir gider. Kuşluk namazı kıldığım her gün bu böyle devam eder. Aynı zat bugün de geldi ve sağ dizime vurarak benim kısmetimi verdikten sonra, sol dizime vurarak; “bunu da Gönenli Mehmet Efendiye ver,” dedi. “Al kısmetini!”
Bu sözleri işiten büyük alim, fakir fukara ve talebelerin babası Gönenli hoca efendi ellerini açarak;
“- Ya ilahi! Senin hikmetinden sual olunmaz,” diyerek içli içli ağlar. Hoca efendi bu hatırasını naklederken şu ifadeleri ekler: “- O ama adamdan bu mübarek kısmeti aldıktan sonra ömrüm boyunca hiç darlık ve sıkıntı çekmedim. Ben hep acınacak insanları gezerdim. Meğer acınacak o insan benmişim.”
Konumuzu Hz. Şems-i Tebrizi ile hemhal olduktan sonra bu ilmin (ilm-i ledün) pirlerinden Hz. Mevlana’nın ölüm olayını bu ilimle bakınca nasıl değerlendirdiği ile bitirelim:
“Tohum toprağa düşse onun için “öldü” denebilir mi?”
“Ölüm gününde tabutum götürülürken, bende, bu dünyanın dert ve gamı var sanma! Dünyadan ayrıldığıma üzülüyorum zannetme!”
“Sakın ola ki, öldüğüm için bana ağlama! “Yazık oldu, yazık oldu!” deme! Eğer ben yaşarken nefse uyup şeytanın tuzağına düşersem, işte hayıflanmanın sırası o zamandır!”
“Cenazemi görüp de; “Ayrılık, ayrılık!” deme! Bilesin ki o vakit, benim ayrılık vaktim değil, (Rabbimle) buluşma, yani vuslat vaktimdir!”
“Beni toprağın kucağına verdikleri zaman sakın; “Elveda, elveda!” deme! Çünkü mezar, öteki âlemin, Cennetler mekânının perdesidir!”
“Batmayı, gözden kaybolmayı gördün ya, bir de doğmayı gör! Düşün ki, Güneş’le Ay, batıp gözden kayboldukları zaman onların nuruna bir ziyan gelir mi?”
“Bu hâl, sana; batmak, kaybolmak gibi görünse de, aslında doğmaktır, yeniden hayata kavuşmaktır!”
Şemsettin ÖZKAN
04.12.2025 GÜZELYALI
KAYNAKLAR
1-kuran.diyanet.gov.tr
2-kuranmeali.com
3-pixabay.com
4-suskunduvar.com