(Toplumsal İlişkiler 232)
قُلْ يَا عِبَادِيَ الَّذ۪ينَ اَسْرَفُوا عَلٰٓى اَنْفُسِهِمْ لَا تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللّٰهِۜ اِنَّ اللّٰهَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ جَم۪يعاًۜ اِنَّهُ هُوَ الْغَفُورُ الرَّح۪يمُ
“Ey Müslüman! İnsanlığın kurtuluş müjdesi olan şu ilâhî fermanı duyurmak üzere de ki: “İnsanlar; bakın Rabb’imiz ne buyuruyor: “Ey kendilerine yazık eden günahkâr kullarım; sakın Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin! Unutmayın ki
Allah, tövbe edildiği takdirde bütün günahları bağışlar! Çünkü O çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.” (Zümer/53)
Umut nedir umut? Sabaha çıkamayacağımızı bilmediğimiz halde çalar saati kurup uyumaktır umut. Hiç ummadığınız anda açan çiçeğin adıdır umut. Hiç bitmeyen bahar mevsimidir umut. İçinde kar da yağar, fırtına da kopar, ama çiçekler açmaya hep devam eder.
İnsan umudunu asla yitirmemelidir. Zaten yitirdiği an yaşamak artık bir formaliteden başka birşey değildir. Evet herşey mümkün olabilir şu hayatta. Yeter ki insanın içinde umut olsun dostlar.
Hz. Ali efendimiz “Allah’ın rahmetinden umudunu kesmek günah işlemekten daha tehlikelidir,” buyururken ümitsizliğin karanlık yüzüne işaret eder. Günahı anladık anlamasına da umutsuz olma durumu günahtan daha kopkoyu bir günah, yani bir günahı belki silersin ama bu Allah’tan ümidi kesme eylemi gibi siyahında siyahı bu kopkoyu hali nasıl sileceğiz diyor. Çünkü adam inancını yitirmiş. Günah işleyen Allah’tan ümidini kesmemiş tövbe edebilir, Rabbi de onu bağışlayabilir demektir bu. Ama ümitsizin durumu asla böyle değil. Önce umutsuzluk girdabından kurtulması gerekir.
Bu yüzden olsa gerek Hz. Mevlana; “kahverengi dallardan rengarenk çiçekler çıkıyorsa umutsuzluğa gerek yok,” der. Cahit Zarifoğlu’da “her zaman umudumuz acımızdan büyük olmalı,” derdi. Ünlü romancımız Reşat Nuri Güntekin de “en uzun, en çaresiz geceni düşün, sabah olmadı mı?” diye sorar. Öyle değil midir dostlar en karanlık an şafak sökmeden önceki andır, yeter ki insan ümidini yitirmesin. Konumuzu asla ümidini yitirmeyen yaşlı ressamın hikayesiyle bitirelim.
Ülkenin batısındaki küçük bir mahallenin bir sokağının neredeyse tamamı ressamlardan oluşmaktaydı. Bu mahallede, üç katlı bodur bir tuğla yığınının tepesinde iki kız arkadaşın stüdyoları bulunmaktaydı. Alt katlarında ise yaşlı bir ressam otururdu.Günlerden bir gün kız arkadaşlardan biri zatürree hastalığına yakalandı. Genç kız günden güne eriyordu. Bir gün, arkadaşı resim yaparken o da yatağında pencereden dışarı bakıyor ve sayıyordu…
Geriye doğru sayıyordu; “On iki” dedi, biraz sonra da “on bir”; arkasından “on”, sonra “dokuz”; daha sonra, hemen birbiri ardına “sekiz” ve “yedi”. Arkadaşı merakla dışarı baktı. Sayılacak ne vardı acaba? Görünürde sadece kasvetli, bomboş bir avlu ile altı yedi metre ötedeki tuğla evin çıplak duvarı vardı. Budaklı köklerinden çürümüş, yaşlı mı yaşlı bir asma, tuğla duvarın yarı boyuna kadar tırmanmıştı.
Dönüp arkadaşına “Neyin var?” diye sordu. Hasta kız fısıltı halinde” altı” dedi. “Artık hızla düşüyorlar. Üç gün önce neredeyse yüz tane vardı. Saymaktan başıma ağrı giriyordu. Ama şimdi kolaylaştı. İşte biri daha gitti. Topu topu beş tane kaldı şimdi.” “Beş tane ne?” diye sordu arkadaşı. “Yapraklar, asmanın yaprakları. Sonuncusu da düşünce, ben de mutlaka gideceğim. Hissediyorum bunu.”
Arkadaşı ona saçmalamamasını söyleyip içmesi için çorba götürdü. Fakat o: “İşte bir tanesi daha gidiyor. Hayır, çorba filan istemiyorum. Bununla geriye dört tane kaldı. Hava kararmadan sonuncusunun da düştüğünü görmek istiyorum.. Ondan sonra ben de gideceğim.” diyerek cevap verdi.
Genç kız uykuya daldığında arkadaşı da alt katta ki yaşlı ressama ziyarete gitti. Bu sırada yaprak olayını da anlattı yaşlı adama. Yukarı çıktığında arkadaşı uyuyordu. Ertesi sabah hasta kız hemen arkadaşına perdeyi açmasını söyledi. Ama hayret! Hiç bitmeyecekmiş gibi gelen upuzun gece boyunca aralıksız yağan yağmur ve şiddetle esen rüzgârdan sonra, bir asma yaprağı hâlâ yerinde duruyordu.
Sapına yakın tarafları hâlâ koyu yeşil kalmakla birlikte, testere ağzı gibi tırtıllı kenarlarına ölümün ve çürümenin sarı rengi gelmiş olan yaprak, yerden altı yedi metre yükseklikteki bir dala yiğitçe asılmış duruyordu.
“Bu sonuncusu” dedi hasta kız.”Geceleyin mutlaka düşer diye düşünmüştüm. Rüzgârı duydum. Bugün düşecektir, o düştüğü an ben de öleceğim.” Ağır ağır geçen gün sona erdiğinde onlar, alacakaranlıkta bile, asma yaprağının duvarın önünde sapına tutunmakta olduğunu görebiliyorlardı.
Derken şiddetli yağmur tekrar başladı. Hava yeteri kadar aydınlanır aydınlanmaz, genç kız hemen perdenin açılmasını istedi. Asma yaprağı hâlâ yerindeydi. Genç kız, yattığı yerden uzun uzun yaprağı seyretti. Sonra arkadaşına seslendi. “Münasebetsizlik ettim. Benim ne kötü bir insan olduğumu göstermek istercesine, bir kuvvet o son yaprağı orada tuttu.
Ölümü istemek günahtır. Şimdi biraz bana çorba verebilirsin.” dedi. Akşamüstü gelen doktor ayrılırken; şimdi alt kattaki bir hastaya bakmam gerekiyor. Yaşlı bir ressammış sanırım. O da zatürree. Yaşlı adamcağız çok ağır bir durumda, kurtulma umudu yok ama daha rahat eder diye bugün hastaneye kaldırılıyor dedi.
Ertesi gün doktor : “Tehlikeyi atlattınız, siz kazandınız.” dedi. O gün öğleden sonra arkadaşı artık iyileşmiş olan arkadaşına alt kattaki yaşlı adamı anlattı. Yaşlı adam iki gün hastanede yattıktan sonra ölmüş.
Hastalandığı günün sabahı kapıcı onu, odasında sancıdan kıvranırken bulmuş. Pabuçları, elbisesi baştan aşağı sırılsıklam, her yanı buz gibi bir haldeymiş. Öyle korkunç bir gecede nereye çıktığına akıl sır erdirememişti kimse. Sonra, hâlâ yanık duran bir gemici feneri, yerinden sürüklene sürüklene çıkarılmış bir portatif merdiven, bir de üstünde birbirine karışmış sarı, yeşil boyalarla bir palet ve sağa sola saçılmış bir kaç fırça bulmuşlar. O zaman o son yaprağın sırrı da çözüldü. Rüzgâr estiği zaman bile yerinden oynamayan yaprak, yaşlı ressamın şaheseriydi. Yaşlı adam, son yaprağın düştüğü gece oraya bir yaprak resmi yapıp yapıştırmıştı.
Şemsettin ÖZKAN
20.01.2021 KONYA
KAYNAKLAR
1-kuran.diyanet.gov.tr
2-kuranmeali.com
3-bilgiyelpazesi.com